Her yas, bir takvim yaprağına sığmaz. Kimi 14 Ocak’ta başlar, kimi dün bir depo patlamasında hayatını kaybeden çocukların, kadınların isimleriyle. Yas, zamanı unutturan bir acı değil, zamanı yeniden kuran bir ilişki biçimidir ve sessiz bir adalet talebidir. Çünkü kayıp, yalnızca kaybedilenin ardından duyulan acı değil, hayatın anlamını hangi eksenin etrafında yeniden kuracağımıza dair bir karardır. Kayıp, bize kim olduğumuzu yeniden gösterir.
I. Dünyanın Eksilen Parçası: İz
O sabah uyandığımda dünya sessizdi. Gerçek bir sessizlik değil, anlamsızlaşmış bir sessizlikti bu. Işıksız bir evde, annemin soğuyan bedeninin yanında, dünyanın da benimle birlikte soğuduğunu hissettim. O gün sadece bir insanı kaybetmedim; dünyaya açılan ilk kapım, güvenle örülmüş duvarlarım yıkılmıştı.
Giden gitmez aslında. Bir iz olarak kalır. Derrida’nın dediği gibi kayıp, varlığın eksilmesi değil, varlığın biçim değiştirmesidir.
Annemin sesini hatırlamıyorum.
Bu cümleyi her yazışımda, bir mezar taşı daha dikilir içimde.
Belleğim, kayıt cihazı olmayan bir odada kalmış sessiz bir film. Sadece sessizliğini hatırlıyorum. O sessizlik ki, şimdi içimde yeni bir dil oldu.
O iz, bir sığınağa, bir sıcaklığa dönüşmüş. Çünkü anne, sadece bir kişi değil, dünyayı algılama biçimimizin ilk öğretmenidir. Anne gittiğinde insan yalnız kalmaz; dünya yönsüzleşir. İşte bu yönsüzlükte, kaybın anlamını düşünürken aklıma takılan soru şu: Kaybettiklerimiz sadece insanlar mıdır, yoksa onlarla birlikte var olan bir dünyanın kendisi midir?
II. Adlandırılamayan Kayıplar ve Kırılganlık
Can dostum, çocuğu ameliyattan çıktıktan sonra asla eskisi gibi olamadı. Ölüm yoktu ortada, ama bir şey ölmüştü: Dokunulmazlık hissi. Hayatın incecik, kırılgan bir kumaş olduğunu ilk kez o kadar yakından görmüştü.
Bu, ölümün yası değil, masumiyetin yasıydı.
Bazı kayıpların adı yoktur. Ritüeli olmaz. Ama beden onları unutmaz. Okula gitse de her gün çocuğunu kontrol edişi, gece ansızın yataktan fırlaması,hatırlanmayan rüyalardan ağlayarak uyanmak... İsimsiz kayıplar, isimsiz ritüeller doğurur. Pauline Boss’un ambiguous loss (belirsiz kayıp) kavramı tam olarak burada anlam bulur: Kaybın nesnesi belirsizdir, ancak acının kendisi son derece gerçektir.Bu yasın tanığı yoktur. Tanığı olmayan yas, insanı sessiz ve derin bir kuyuda bırakır.
Toplum bize sadece mezarlar için ağlamayı öğretmişken, kaybolan güven için gözyaşı dökmek neden bu kadar yalnız hissettirir?
III. Zamanın Sınavı: Eşik ve Biriken Acı
Başka bir dostum, annesinin ölüm haberinde tek damla gözyaşı dökmedi. Herkes onu "güçlü" sandı. Ta ki bir ay sonra, mutfakta sıradan bir çay karıştırma anında yere yığılıp, hiç susmayacak gibi ağlayana kadar.
Yas bazen hemen gelmez. Beden, kaldırabileceği zamanı bekler. Bu bekleyiş, boş bir koltuğun karşısında kahvaltı etmek, iki kişilik alışveriş listesini tek başına yapmaktır. Bu bir denizdir. Bir gün dayanırsın, ertesi gün çökertir. Stroebe ve Schut'un Dual Process Model dediği tam olarak budur: İnsan, kaybın acısıyla yüzleşme ile hayatta kalma dürtüsü arasında gidip gelir.(Bu model, yas sürecinin, kayba yönelik stres ve hayata adaptasyon stresi arasında sürekli bir salınım olduğunu savunur.) Bu gidip gelme, yasın kendisidir.
Peki ya peş peşe gelen kayıplar?
Bir babayı, ardından bir yeğeni kaybeden yoldaşım, o günden beri bir eşikte yaşıyor. Victor Turner'ın diliyle: Liminal alan (Antropolojide, bir durumdan diğerine geçişin belirsiz olduğu; eski kuralların geçerliliğini yitirdiği ve yenilerinin henüz oluşmadığı ara bölge.)
Ne önceki hayata dönülebilir, ne sonraki hayata geçilebilir. Eşik, kapısı dışarıya değil, içeriye açılan bir oda olur. Sessizlik burada bir çöküş değil, yeniden şekillenme sürecidir. Yeni dil henüz doğmamıştır.
IV. Yasın Bedeni ve Zihni: Bağın Dönüşümü
Yas bir duygu değil, bedenle zihnin kayba verdiği ortak tepkidir. Beden Unutmaz: Midede bir yumru, omuzlarda görünmez bir yüktür. En zoru, bedenin alışkanlıklarıdır: Masaya iki fincan koymak, sesini duymak için kapıyı dinlemek. Zihin ise "Keşke"ler ve "neden"lerden oluşan bir döngüde anlam arayışındadır.
Yas tam da burada, bedenin fiziksel acısıyla zihnin anlam arayışının kesiştiği noktada oluşur. Bu yüzden "yas tutmayı bırak" demek, "o insanla olan bağını kopar" demektir. Oysa yas, Butler'ın sorduğu gibi: "Hangi bağlar sürdürülmeye değer?" sorusuna verdiğimiz pratiktir; vedalaşmak değil, bağı dönüştürmektir.
V. Toplumun Yas Haritası: Hangi Acılar Sayılır?
Yas bireysel başlar ama toplumsal bir yargıyla karşılaşır. Toplum, kimin acısının 'yas tutulur' olduğuna karar verir; gizli bir harita çizer.
Depremlerin göçük altında bıraktığı binler... Soma’da, Amasra’da yerin bağrına gömülen madenciler... Bir depo patlamasında sönüveren üçü kız çocuğu altı kadının ışığı... Kimin yası bir gün sürer, kimin bir haber bülteni altyazısı kadar? Judith Butler'ın söylediği gibi: Her hayat eşit biçimde yas tutulmaya layık görülmez. Bu yüzden bazı acılar kamusallaşır, bazıları enkaz altında kalır.
Halbwachs’a göre hafıza toplumsaldır. (Kişisel anıların bireysel bir depolama değil, sosyal çerçeveler ve gruplar aracılığıyla inşa edilen ve sürdürülen bir olgu olduğunu savunur.) Toplum yası tutmayı unutursa, hatırlamayı da unutur. Tutulmamış her yas, toplumsal bedende, geleceği zehirleyen bir yüke dönüşür.
VI. Sirenler ve Sorumluluk: Bitmemiş Bir Görevin Gölgesi
10 Kasım sabahı 09:05'te çalan sirenler, bildiğimiz türden bir matem sesi değildir. Bu sirenler, bitmemiş bir cümlenin sonundaki üç nokta gibidir. Sustuklarında, asıl ses başlar: "Ve şimdi?" sesi.
Jan Assmann’ın kültürel bellek kavramında:(Toplumun, ritüeller, metinler, anıtlar gibi sabit formlar aracılığıyla geçmişini koruma ve gelecek kuşaklara aktarma biçimi.) Ritüel, hafızayı taşır; fakat ritüel eyleme bağlanmazsa hafıza ölür. O sirenler, bir mezara çiçek bırakmanın değil, o mezardan doğan fikrin sorumluluğunu hatırlatmanın aracıdır.
Gerçek yas, yarım kalanı tamamlama çabasıdır.
Sonuç: İzin Peşinde ve Adaletin İnşası
Ben annemin adını bir mezar taşına değil, hayatımın cümlelerine yazıyorum. Onun sesini kaybettim, ama o sesin bana hissettirdiği güveni, adaleti arayışıma yazıyorum. Arkadaşımın çocuğunun hastane odasından çıkardığı kırılganlık dersini unutmadım. Sessiz kalan yoldaşımın eşiğinde, konuşmanın değil, bekleyişin erdemini öğrendim. Toplumun unuttuğu yangınlara ve enkazlara bakıp, hatırlamanın sadece bir anma değil, bir eylem olduğunu anladım.
10 Kasım sirenleri ise bana şunu öğretti: Büyük insanlar ölmez, çünkü onlar bir fikre dönüşür. Ve bizden istenen, o fikri mezardan çıkarıp hayatın içinde yeniden nefes aldırmaktır.
Bu yazı, Freud’un "Yas ve Melankoli"de tarif ettiği o içsel çatışmanın ürünü (Freud'a göre yas, kişinin yitirdiği nesneden kademeli olarak libidinal bağını çekmeye çalıştığı bilinçli bir süreçken; melankoli, bu çekilme girişiminin başarısız olduğu ve nesnenin ego içine yerleştiği patolojik bir durumdur.). Freud, "Yas tutan kişi, kaybın nesnesinden yavaş yavaş vazgeçer" der. Oysa bana kalırsa, yas vazgeçmek değil, kaybedilen nesneyi içimizde nasıl yaşatacağımızı öğrenme sürecidir. Bu metin de o öğrenme çabasının ta kendisi.Bazı kayıplar vazgeçilmezdir, sadece dönüştürülür.
İşte bu yüzden buradayız.Unutulmak istenen her kaybın, görünmez kılınan her hikayenin, adaleti sağlanmamış her acının tanığıyız. Geçmiş, içimizde sessizce akan bir nehir gibi, bizden sorumluluk taşımamızı bekliyor.
Yas, geçmişe takılıp kalmak değil. Kaybın bıraktığı izi takip ederek, o izin bizi götürdüğü yerde dünyayı daha adil, daha insani, daha hatırlayan bir yer olarak yeniden inşa etme çabası bence. Hatırlamak, sadece bir anma değil, geleceğe verilmiş bir söz.
Peki, biz, bu toprağın tanıkları, suskunluğumuzla yangınlara çıra, enkazlara çekiç olmaya devam edecek miyiz, yoksa tanıklığımızı, adaletin inşasının temeline mi dönüştüreceğiz?



























Yorum Yazın