Dünyamızın yalnız sınırlı bir bölgesinde -Batı Avrupa’da– yaşanan bir gelişme trendi neden “klasik” oluyor da, dünyamızda egemen ve yaygın olan ve prekapitalist veya ATÜT denen sistem “klasik” model sayılmıyor? Herhalde kimi zaman günümüzde Batı’cı görüş, farkında bile olunmadan egemen görüş ve “klasik” görüş olabiliyor. Egemen tarihçilik batı kaynaklı olmasaydı terminolojisi de farklı olacaktı.
Türkiye’de “Doğu-Batı” derken ne demek isteniyor? Cevap, bu kavramın zaman içinde değişmiş olduğu ve her seferinde egemen kimlik temelinde oluştuğudur. Batı ülkelerinde bu alanda ne dedikleri bir yana, bugün Türkçe’de anlaşılan, Türkiye ile Batı Dünyası arasındaki ilişkilerdir. Bu “Batı” ise genellikle ABD’yi de içeren Avrupa Birliği olabilir, kimi zaman Japonya bile girer bu kategoriye, “gelişmiş” bir ülke sıfatıyla. G7 ülkelerine de (ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Kanada’ya) “Batı” diyebiliriz. Ama Balkanlar Batı mıdır? Türkiye Doğu mudur? Bu konuda bir açıklık sağlanmıştır denemez. Bir ara bu yörelere “Yakın Doğu” (Near East) denmişti ve bundan dolayı da bugün “Orta” ve “Uzak” Doğu’dan söz ediliyor. Günümüzde her durumda, Biz-Öteki anlamında, bir dizi milli devletin ilişkileri söz konusudur.
Ancak birkaç yüzyıl önceleri Doğu-Batı derken Müslüman olan Osmanlı Devleti veya Selçuklular ile Hristiyan Avrupa ülkeleri anlaşılıyordu. Haçlı Seferleri ve bunca savaş böyle bir ortamda yaşandı. Yani ilgili kavramda millilik değil, din faktörü temeldi. Bizans döneminde ise bu ilişki Ortodoks Hristiyan bir devlet ile Katolik olan ülkeler anlaşılıyordu. Yine din gündemdeydi ama bu kez farklı Hristiyan mezhepler olarak. Zamanla Katolik dünya bölündü ve “Batı”, Katolik ve Protestan olarak algılandı; artık Ortodoksların karşısında Katolik ve Protestanlar vardı. Yani Doğu-Batı kavramı her zaman yaygın ve egemen bir kimliğe göre algılandı: millî, dinî veya mezhepler farkı olarak. Tabii, bu ilgili algılar karşılıklı olarak bir uyumsuzluğu ve karşıtlığı da besleyerek.
Ancak olaylara milli veya dinî bir kimliğe göre ele almak göreceliğin kabulüdür; çünkü her tarafın kendi farklı gerçeğine varacağı peşin kabul ediliyor, ortak bir sonuca varamadan. Günümüzde, yanlılığı aşıp mümkün olan en geniş bir ortak yorumu sağlamak için, Doğu-Batı konusu geçmişteki “biz-ötekiler” kimliklerine başvurmadan ele alınabilir mi? Yani farklı algıların ve kimliklerin ötesinde göreceli olmayan bir gerçeklikten söz edip, Doğu-Batı konusunda, en azından akademik alanda, ortak bir yargıda bulunmak olanaklı mı? Bu konuda şu savunulabilir:
Geçmişe dikkatli veya daha doğrusu, farklı bir okuyuş ile baktığımızda, bu alanda yaşanmış olanların, inanılan algıların ve kimliklerin aksine, aslında din, etnisite veya millilik temelinde ortaya çıkmadıklarıdır. Yaşananlar, farklı coğrafyalarda yaşamış olan toplulukların çıkar kavgaları ve savaşlarıydı. Bunların din veya etnisite kimlikleriyle açıklanması o dönemin insanlarının öznel (sübjektif) kimliklerinden dolayıdır. Daha önceleri de Doğu-Batı çatışmaları yaşanmıştı; örneğin “Batılı” Antik Yunan ile “Doğulu” Pers İmparatorluğu arasında. Bu kez gündemde ne din, ne de etnisite vardı! Bu kez herhalde farklı “kültürler” söz konusu olmuştu. Kimliklerle ilgili nitelemeler, olayların nedenlerini değil, her dönemin insanlarının yaşananları nasıl algıladıklarını gösterir. Zaten bu yüzden de, her dönemde bu Doğu-Batı sürtüşmeleri aynı temelde yorumlanmadı: kimi zaman neden dindir dendi, kimi zaman etnisite veya milli çıkar. Yani her dönemde yaygın olan “biz kimliği”ne göre. Bu kelime seçimine – din, etnisite, milli çıkar- bahane de denebilir, olaylara bir açıklama sağlama kaygısıyla bir yakıştırma da.
Türkiye’de Doğu-Batı ilişkileri ve ilgili kalkınma, batılılaşma, sömürü, kapitülasyonlar gibi konular ve bunlardan doğan olumsuz sonuçlar genellikle Osmanlılardan başlatılır; kimi zaman da biraz daha eskilere uzanarak Selçuklular da hatırlatılır. Eskilere uzanmak eğilimi genellikle Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) taraftarlarında görülür veya antropologlar ve sosyologların çalışmalarında. Ancak “daha da eskileri” araştırma gereği çok ender duyulur.
Günümüzde oryantalizm ve bunun ayna karşıtı oksidentalizm diye bilinen farklı algılar bu öznel yaklaşımın belirtileridir. Çatışmaların farklı grupların “çıkar kavgası” olarak değil de, din, etnisite, millilik veya kimlik temelinde ele alınması, genellikle bilinçli olmasa da, çatışmalara çıkar dışında daha kolay kabul edilebilecek bir neden sağlamak isteğinden de olabilir. Yağma yerine gaza demek, sömürü yerine milli çıkar demek gibi. Ama bütün bunları, konumuz olan Türkiye’nin “Batılılaşması” veya bu alanda geri kalması kapsamında ele alıp, söylenenleri daha somut kılmak istiyorum.
Ancak bu yazının devamında, 1970’li yıllarda Dünyada ve Türkiye’de epey tartışılmış olan ve bu yazıda da sıklıkla anılacak olan Asya Türü Üretim Tipi (ATÜT), genç okurlara bir şey ifade etmiyor olabileceğinden bu konuda internetten bir alıntıyı parantez anlamında sunuyorum.
(“Asya tipi üretim tarzı, Karl Marx tarafından 1850'lerde geliştirilmiş, Asya toplumlarında merkezî şehirlerde yaşayan despot yönetici sınıfın, köylerde yaşayan genellikle farklılaşmamış ve büyük oranda otarşik toplulukların sermaye fazlasını direkt olarak istimlak ettiğini öne süren bir teoridir.
Toplumsal üretim ve bunun yeniden üretimi dünyadaki bütün topluluklar için farklı iki ana yoldan gelişmiştir. Bu yollardan bir tanesi klasik yoldur ve Avrupa'ya ve Japonya'ya özgü bir yapısı vardır; bu yapıya göre Avrupa'da toprak beyleri kendi denetimi altındaki bölgede toprağın sahibi olmaları nedeniyle bulundukları bölgede Kralın yetkilerini paylaşır ve kendi kendilerini yönetirlerdi. Feodalizm olarak adlandırılan bu üretim yapısı kapitalizmin klasik gelişme yoludur ve kapitalist üretim süreci bu yapı içerisinde meydana gelmiştir.
Ancak toplumsal gelişim aşaması özellikle Asya toplumlarında bu yoldan farklı bir seyir izlemiştir. Asya toplumlarında (Hindistan, Çin, Osmanlı İmparatorluğu vs.) Avrupa'dakinin aksine merkezi otorite, gücünü muhafaza etmek ve yetkilerini paylaşmamak için ülke topraklarını belirli bir bireye ya da aileye mülk olarak devretmez ancak onun belirli şartlar altında ve kendisine bağlı kalacağına inanması suretiyle kullanma hakkını devrederdi, kullanma hakkına sahip olan kişi bu hakkını miras yoluyla da çocuklarına devredemezdi. Böylece merkezi otorite, kullanma hakkını devreden anlaşmayı feshedip bu hakkı bir başka kişiye verebilirdi. Bu nedenle doğu toplumlarında toprak, bireyin değil, devletin mülkiyetindeydi. Bu durum devletin doğu toplumlarında Batı toplumlarına göre farklı algılanmasına neden olmuştur, Doğu toplumlarında Devlet "tanrısal bir güce" sahiptir ve asla sarsılmaz bir yapısı vardır.
Bu iki üretim yapısındaki mülkiyet farklılığı bu toplumların sosyal ve psikolojik yapılarını da farklılaştırmıştır. Bu üretim yapısının en belirgin özelliği toprağın mülkiyet yoluyla çocuklara devredilememesi nedeniyle bir sermaye birikimine müsaade etmemesidir, Avrupa, kapitalizmin gelişim süreci içerisinde miras hakkına sahip olmasından ötürü sermaye birikimini daha hızlı bir biçimde sağlayabilmiştir.”)
Türkiye’de Doğu-Batı ilişkileri ve ilgili kalkınma, batılılaşma, sömürü, kapitülasyonlar gibi konular ve bunlardan doğan olumsuz sonuçlar genellikle Osmanlılardan başlatılır; kimi zaman da biraz daha eskilere uzanarak Selçuklular da hatırlatılır. Eskilere uzanmak eğilimi genellikle Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) taraftarlarında görülür veya antropologlar ve sosyologların çalışmalarında. Ancak “daha da eskileri” araştırma gereği çok ender duyulur. Hele bu tür ilişkilerin din gruplarıyla hiç de ilgili olmadığına dikkat edilmez. Bu konuyu Stefanos Yerasimos’un Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye başlıklı üç ciltlik kapsamlı çalışmasının 600 sayfalık “Bizanstan Tanzimata” alt başlığını taşıyan birinci cildini ele alarak açıklamaya çalışacağım. Araştırmacının, Osmanlı toplum ve devletini anlamak için mirasını taşıdığı bir önceki toplumu ele almayı düşünmüş olması bile örnek alınması gereken bir yaklaşımdır. Burada bu çalışmayı özetlemek söz konusu ve zaten olanaklı da değildir. Yalnız “Doğu-Batı” denen ilişkilerin başlangıç yıllarını hatırlatmak ve “gelişememe” olayının pek konu edilmeyen bir yanını öne çıkarmakla yetineceğim. Kitaptan bazı alıntılarla başlıyorum:
Batı Avrupa ile Osmanlı toplumu arasındaki ilişkiler, ilk merkantil çağında başlamaz; daha ötelere, feodal Avrupa’yla bir çeşit feodal [olan]… Bizans toplumu arasında varlığını sürdürdüğü dönemlere kadar uzanır… Hemen hemen kesilmeden süren bu ilişkiler dizisi boyunca bu geriye bakış süreci bizi ‘Doğu’ ile ‘Batı’ arasında ekonomik ve siyasi birliğin var olduğu çağa, Roma İmparatorluğu’na kadar götürür. (s. 23)
Gelişmemiş bir dünyada, sürpriz bir biçimde gelişmiş olan bu “Batı”nın öyküsünü, 4 Ocak 2025 tarihinde Yeni Arayış’ta, Fernand Braudel’in çalışmalarına dayanarak anlatmaya çalışmıştım- “Türkiye neden gelişemedi” başlıklı yazımla. Braudel de S. Yerasimos gibi, “Batı” dediğimiz coğrafyada güçlü ve merkezi devletlerin yokluğu sonucunda ve küçük yerleşim birimlerinin aralarında yarışarak dünyamızda ender rastlanan bir kültürel atılım sağladıklarını anlatır. S. Yerasimos tezini Braudel’in bu kitabından on yıl kadar önce tamamlamış olduğunu da hatırlatayım.
Yazar kitabın ‘Giriş’ kısmında, bu ilk dönemlerde durumun Bizans’ın lehine olduğunu ama zamanla bir “yer değiştirme” olduğunu ve “günümüzün sorunlarının temelinde bu yer değiştirmenin yarattığı sonuçların yattığını” söylemektedir. Ancak Bizans İmparatoru VI. Leo (886-912) zamanından bir yüzyıl sonra, ki bu dönem Bizans’ın en güçlü ve parlak dönemidir, Venedik, Bizans içinde kapitülasyon hakları kazanmaktadır. Ve yazar, Osmanlı İmparatorluğu için sorulanların aynını Bizans için sormaktadır: “Bu ilk kapitülasyonlara neden ihtiyaç duyuldu? Neden tüccarlar sınıfı bunu önleyemedi?” Ve şu açıklamayı okuyoruz: Ülke içinde hep var olmuş tüccarlar, güçlü olmalarına karşın
… kendilerini devletin vesayetinden hiçbir zaman kurtaramadıkları ve bu yüzden İtalyanların rekabetinde uzun zaman dayanamadıkları varsayılabilir. Kendi çıkar paylarını korumak şartıyla bu anlaşmayı imzalayan devlet memurlarına gelince, yeni filizlenen bir gücü [burjuvaziyi] henüz kabuğunu yaramadan boğmak, daha çok işlerine geliyordu. (s.55).
Batı’daki feodal yapılar bir siyasi boşluktan yararlanarak doğdukları halde, Doğu’dakiler yollarını, katı ve kılı kırk yaran bir sistem içinde çizmek zorunda kaldılar… Bu yüzden feodalleşme süreci çok yavaş gelişiyor; nihayet feodalizmden söz edebileceğimiz bir anda da Bizans İmparatorluğu yerini Osmanlı imparatorluğuna bırakıyordu. (s. 59).
Siyasal ilişkiler açısından Bizans, feodalitenin Batıdaki türünden hayli farklıydı. Batının kendine has özelliği olan iktidarın çok dereceli hiyerarşik yapısı … Bizans’a yabancı olarak kalmıştır. (s. 60)
Batı feodalitesi ile Bizans büyük mülkiyeti arasındaki diğer çok önemli fark da, her iki sistemde şehir ağının oynadığı role dayanır. Batı senyörlükleri, şehirleşmenin bulunmadığı bir ortamda oluşup, şehirler bu sisteme daha sonra aşılanırken, Doğu’da bu iki unsur karşılıklı iki kutup halinde bir arada var oldular. (s. 62).
Haçlı Seferleriyle birlikte burjuvazi, İtalyan burjuvalarının bileklerinin hakkıyla, Doğu’da ele geçen yerler arasında aslan payını kendine ayırmayı becermiş, siyaset alanında da varlığını kabul ettirmiş oldu. (s. 71).
Yani köleci Roma, üretim tarzıyla ‘barbar’ üretim tarzlarının bir sentezi olan feodalizmin filizlenme düzeyine gelirken; Bizans, varlığını sürekli kılma konusundaki olağanüstü iradesiyle evrimleşmeyi önledi. (s.83).
Bizans feodalitesi, güçlü şehir ekonomisine karşı dövüşerek kendine bir yol açmayı denerken, Avrupa’da şehir ekonomisi, feodalitenin çelişkilerinden ve boşluklarından yararlanarak gün ışığına çıkmaya başlıyordu. İtalyan burjuvazisinin, uygun doğal ve sosyal çevre şartlarından yararlanarak varlığını ortaya koyduğu çağda, bürokratik aristokrasinin çıkarları ve güdümlü ekonomik siyasetiyle zaten kıskıvrak bağlanmış olan Bizans ticareti, feodalitenin ilerlemesi karşısında, şehir ekonomisiyle birlikte geriliyordu… Önce temelden, yani tarım sektörü üretiminden başlayan sömürü, çabucak ekonominin bütün alanlarına yayıldı. (s. 84).
“Üretimin henüz aşağı biçimleri, yani kölelik ya da serflik düzenini aşamamış halklar, kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir pazara sürüklenip de ürünlerinin dış ülkelere satılması bu yüzden başlıca çıkarları haline gelince, işte tam bu andan itibaren aşırı çalıştırmanın, uygarlığın bu yeni ürününün korkunçluğu da, köleliğin ve serfliğin barbarlığı üstüne biner” (s. 85). [S. Yearasimos, bu noktada K. Marks`tan bir alıntı yaptığını görüyoruz.]
Batı dünyasının üstünlüğü ta o zamandan açıkça bellidir ve Bizans İmparatorluğu’nun yerini Osmanlı İmparatorluğu’nun olması, Türklerin gelmesinden önce başlamış olan eşitsiz gelişme süreci içinden olsa olsa bir ara verme ya da verdirmedir. (s. 85).
S. Yerasimos’un bu çalışması Fransa’da yaptığı doktorasının Türkçe çevirisidir. 1970’li yıllarında yaygın olan Asya Tipi Üretin Tarzı anlayışından etkilenmiş ve bu etki çalışmasında belirgindir. Marksist etkiler de bellidir. Ancak bu çalışmayı önemli ve değerli kılan, slogan ve etiket kullanmak yerine ayrıntılı bir biçimde verilere dayandırılmış olmasıdır. “Ayrıntılar” kelimesin vurgulamak istiyorum ve bu kelime ile ele aldığı konuyu derinlemesine incelemiş olması anlamındadır. O yıllarda bu konuda yazılmış ne varsa okumuş gibidir. Referansları ve bibliyografyası çok zengindir.
Gelişmemiş bir dünyada, sürpriz bir biçimde gelişmiş olan bu “Batı”nın öyküsünü, 4 Ocak 2025 tarihinde Yeni Arayış’ta, Fernand Braudel’in çalışmalarına dayanarak anlatmaya çalışmıştım- “Türkiye neden gelişemedi” başlıklı yazımla. Braudel de S. Yerasimos gibi, “Batı” dediğimiz coğrafyada güçlü ve merkezi devletlerin yokluğu sonucunda ve küçük yerleşim birimlerinin aralarında yarışarak dünyamızda ender rastlanan bir kültürel atılım sağladıklarını anlatır. S. Yerasimos tezini Braudel’in bu kitabından on yıl kadar önce tamamlamış olduğunu da hatırlatayım.
ΑΤÜT konusunda da şunları yazar: “ATÜT’nın kendi özündeki çelişkilerle evrimleşip evrimleşemeyeceği konusundaki tartışma bugüne kadar doyurucu sonuçlara ulaşmadı. Ama şu da bir gerçek ki, ATÜT olarak nitelendirilen hiçbir toplum kendi özündeki bu çelişkilerin zoruyla başka bir üretim tarzına geçememiştir… [Bunun olması için] kapitalizmin dıştan etkide bulunması gerekmiştir.” (s.109-110).
Türklerin Anadolu’ya gelmesi ve Selçuklularla ilgili pek çok ayrıntıyı bu makalede ele almadan, “sonuçlar” kısmında yazılanlara bakalım:
Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi bir fetihten daha öte bir şeydir. Bu yerleşme Anadolu’ya geçen bu Türk-Müslüman halklarla, o sırada bu ülkede bulunan Hristiyan halklar arasında zımni bir anlaşma olarak kendini gösterir. Bizans yönetici sınıfı feodalizme doğru evrimleşir ve batı burjuvazisiyle işbirliğine girişirken, kendi halkına iki kat ihanet etmiş oluyordu. Kendi sömürülmesini daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan bir üretim biçimine yönelen her türlü evrimleşmeye karşı dirençli bu halk, birçok kere, kendi yöneticilerinden kaçıp Türklerle aynı ölçüde bunaltıcı olmayan otoritesine sığınmıştı… Bu halklar kaynaşmasının içinden doğan Türk-İslam yönetici sınıfı, denebilir ki, Bizans yönetici sınıfının yerine getiremediği görevi üstlendi.
Uzun vadede feodalizmin, daha sonra da batı kapitalizminin yükselişi karşısında bir geriye dönüş ve eski yapıların pekiştirilmesi demek olan bu savunma ancak aldatıcı bir çare olabilirdi… Kısa vadede Selçuklu Devleti yüklendiği bu görevden başarısızlığa uğradı sayılabilir… Böylece Selçuklu sosyo-ekonomik düzeni kısa zamanda batı egemenliği altına girdi. (s. 179).
Ayrı yollardan evrime uğramış iki dünyanın bir yanda feodal Batı’yla, öte yanda nazari bir modelini vermeye çalıştığımız bir üretim tarzı yani ATÜT ile hep iç içe bulunan Doğu dünyasının karşılaştırma noktasında yer alan ülke bu iki sistem arasında bir mücadele sahnesi haline gelir. (s. 349).
Toprak rantını, sırf feodalizmin has bir kıstası olarak gördüğümüz andan itibaren ATÜT’nın varlığını hemen inkâr edebiliriz. Ama katı biçimcilikten sıyrılmak, geçici olarak ATÜT kelimesi içinde toplanmış olan özelliklerin orijinalliğini kabul etmek istersek işi daha ileriye götürmek gerekir. Toprakların yüzde 51’i doğrudan doğruya Devlet’in idaresinde olduğuna göre söz konusu olan hukukî bir ham madde hayal ya da ölü bir kanun değildir. Tımar kurumuna gelince, Devlet’in denetim ve müdahale hakları, modern hukuk görüşü içinde bakıldığında ancak gerçek bir mülk sahibine ait olabilecek kadar önemlidir. Bu ikisi bütün toprakların yüzde 88’i eder… Vergi biçiminde elde edilen toprak rantı, yönetici sınıfı meydana getiren bir bürokrasinin elinde toplanır. (s. 350).
Bizans bütün siyasal, sosyal ve kültürel düzeniyle Batı’nın baskısına dayanamaz hale girmişken, Osmanlılar gelip nöbeti devralırlar (s.351); ama bu yapıları alt üst etmek için değil, eski sistemi yeniden kurmak hatta onu mükemmelliğe ulaştırmayı denemek içindir. Osmanlılar baştan kaybedilmiş bir savaşta nöbeti devraldılar. (s. 358).
Nedenleri çok eskilerde arayan başka bir araştırmacı Şerif Mardin’dir. Ama onu ele almadan önce ve yeri gelmişken bu gelişme modelleri konusunda fazla düşünülmeden söylenenlere dikkati çekmek isterim. Yukarıdaki Widipedia’daki alıntıda “klasik” gelişme modeli derken kölelik, feodalite ve kapitalizm diye bilinen gelişme aşamalarından söz edildi; ancak bu modelin Asya, Afrika ve Amerika’da pek rastlanmadığı da anlaşılıyor. Dünyamızın yalnız sınırlı bir bölgesinde -Batı Avrupa’da– yaşanan bir gelişme trendi neden “klasik” oluyor da, dünyamızda egemen ve yaygın olan ve prekapitalist veya ATÜT denen sistem “klasik” model sayılmıyor? Herhalde kimi zaman günümüzde Batı’cı görüş, farkında bile olunmadan egemen görüş ve “klasik” görüş olabiliyor. Egemen tarihçilik batı kaynaklı olmasaydı terminolojisi de farklı olacaktı.
------
1. Yerasimos, Stefanos. Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye – 1. Bizanstan Tanzimata, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1974.

Yorum Yazın