Günümüzde de ülkeler arasında akademisyenlerin dolaşımı bütün hızıyla yaşanmaktadır. Türkiye isabetli olarak yurt dışından akademisyenleri davet ederken, esasında yükseköğretimde acilen yapması gereken Türkiye’deki üniversiteler arası akademisyen dolaşım sistemini kurarak, hem pek çok üniversitenin eksik olan öğretim üyesi ihtiyacını gidermeli hem de gettolaşmaya son vermeli ve köhnemiş bölümlere yeni bir canlılık kazandırmalıdır.
Yükseköğretimin kalitesi mevzubahis olduğunda esasın üniversiteler değil üniversitelerdeki akademisyenler söz konusu olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Çünkü akademisyenler, üniversitelere iyi akademisyen yetiştirme, temin etme ve mevcutların çağdaşlığını sürdürme, öğretim görecek lisans ve uzman olarak yetiştirileceklerin yetkinliğini doğrudan etkileyen en önemli faktördür.
Bir alanda uzmanlaşmak akademisyenler için vazgeçilmez özellik olmakla beraber, yetiştiği alanda faal olma ile o alana çivi gibi çakılmak hatta kendi çalıştığı alanın bir kısmındaki kuyuda hapsolmak, kolektif katkı gerektiren bir faaliyet olan ilmi gelişmelerden uzaklaşma ve kısırlaşma tehlikesini ortaya çıkarmaktadır. Hele doktorasını yaptığı döneminde kazdığı kuyunun içine kazık çakan akademisyenlerin, ilmi gelişmeye katkı değil ilmi gelişmelerin önüne bir engel ve belki de zararlı bir varlık haline dönüşmeleri mümkündür.
Üniversiteye giriş puanı pek farklı olmayan bölümlerden mezun olan öğrencilerin yeterlilikleri bakımından aynı seviyede bulunmaması ciddi problemlerin varlığına işaret etmektedir. Yani aynı işi veya mesleği icra edecek mezunların yetişmesindeki zaafiyetin en önemli sebebi akademisyenler yeterliği ve ufku ile ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bazı üniversitelerde yeterli akademisyenin bulunamaması veya bulunmaması bu zaafın kaynağı olduğu gibi, bazen de bölümlere hâkim olan ve buraları kendilerinin kalesi olarak gören zümrelerin engellemesinden de kaynaklanabilmektedir. Bu tercihleri yapanlar kendilerini bir “ekol” olarak vasıflandırsa da, esasında bu davranış sahiplerini ilmi bir ekol yerine, geniş yelpazede menfaat temin etmeye yarayan ve M-ekol (Menfaat-ekol) olarak adlandırılması gerekmektedir. Elbette bir problemi çözmek veya bir alanda derinleşmeye sağlamak için hür bir ortamda içeriden ve dışarıdan tenkide açık ilmi ekoller ayrı tutulmalıdır.
Yetkin ilim adamı kıtlığı ve zümreleşen akademisyenlerden kaynaklanan problemler tarihin her döneminde farklı şekillerde ortaya çıktığından ilim ve fikir açısından ülkelere çok pahalıya mal olmuş ve olmaktadır. Kaliteli akademisyenler sahip olmak ve bunlardan verimli bir şekilde fayda temin etmek için eski tabirle ulema seyyaliyeti yeni ifade ile akademisyen dolaşımı yükseköğretim için hayati öneme haizdir.
Kültürel ve ilmi tarihleri bilinen Eski Mısır, Mezopotamya ve Eski Yunanistan’ın birbirleri ile etkilenme yollarından birinin ilim adamlarının dolaşımı olduğu malumdur. Abbasiler döneminde 830 yılında kurulan Beytülhikme’nin de her taraftan ilim adamlarına açık, hem başka ülkelerdeki ilim adamlarını çeken hemen de başka ülkelere ilim adamı gönderen bir kurum olduğu bilinmektedir. Büyük Selçuklu Devleti’nde Sultan Alpaslan döneminde 1066’da Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medresesi ile burası hem ilim adamlarının merkezi olmuş hem de geniş Selçuklu topraklarında kurulan medreseler arasında ilim adamı değişimini sistematik olarak gerçekleşme modeli oluşturuluştu. Selçukluların yerini alan Moğollar döneminde medrese sistemi büyük darbe alırken ilim hayatı da büyük zarar görmüştü.
Moğolların etkisinin kalkmasıyla beraber ilmi hayatı canlandırmak isteyen bazı devletler ilim adamlarını cezb etmek için büyük gayret göstermişlerdi. Bunlardan birisi Timurlular Devleti’ydi. Cengiz yasalarını kaldırarak İslam hukukunu yeniden ihya eden Timur, eğitim sistemini yeniden canlandırmaya ve ilim adamlarının Türkistan’a gelmesi için büyük bir çaba içine girmişti. Timur, 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid'i mağlûb edip, Bursa’yı ele geçirdikten sonra, buradaki ulemadan Emîr Sultan, Mollâ Fenârî ve Şemseddin Mehmed Cezerî'ye beraber Mâverâünnehr'e gelmeleri için teklifte bulunmuş, bunlardan sadece Şemseddin Cezerî teklifi kabul etmiş ve Timurla birlikte Semerkand'a gitmişti. Timur, Şeyh Mehmed Cezerî'yi Semerkand'da müderris olan Seyyid Şerîf Cürcânî ve bütün ümerâ ve ulemânın bulunduğu bir meclise takdim etmişti. "Üstad-ı muhaddisan-ı Arab ve Acem" diye meşhur olan Mehmed Cezerî, daha sonra Semerkand'da şeyhülislâm da olmuştu. Timurların ilim hayatına büyük katkı veren Mehmed Cezeri, başka âlimleri de Timurlular Devleti’ne gitmelerinde rolü oynamıştı. Hatta Bedreddin Simâvî(?-1420)'yi de Tebriz’de Timur'a takdim etmişti.
Timurlu Devleti’nin yaptığına benzer bir çalışmayı Osmanlı Devleti’nde yükseliş döneminde gerçekleştirdiğini ve başka ülkelerden ilim adamlarını cezb ettiğini bilmekteyiz. Mesela bunlara bir örnek olarak Ali Kuşçu’yu verebiliriz. Matematik ve astronomi alanında döneminin meşhur ilim adamlarından olup Semerkand’da müderrislik yapmış olan Ali Kuşçu daha sonra Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın iltifatından dolayı Tebriz’e yerleşmişti. Elçi olarak İstanbul’a gelen Ali Kuşçu ile görüşe Fatih Sultan Mehmet, ona İstanbul’da kalma teklifinde bulunmuştu. Elçilik görevini yerine getirdikten sonra İstanbul’a gelen Ali Kuşçu büyük merasimle karşılanmıştı. Osmanlılarda matematik ve astronomi sahasında en parlak çağı, Ali Kuşçu'nun İstanbul'a gelmesi ile başlamıştı. Ali Kuşçu'nun yetiştirdiği talebeler, tedris ettiği dersler ve çeşitli faaliyetleri ile Osmanlılarda müsbet ilimlerin canlanmasına büyük katkı sağlamıştı.
16. yüzyıl ortalarına kadar sadece Osmanlı Devleti içinde değil diğer ülkelerdeki ilim adamları da talep ve iltifata göre dolaşım gerçekleştirmişti. Özellikle yüksek kademedeki medreselerde Arapça’nın ilim dili olarak kullanılması bu dolaşıma büyük katkı sağlamıştı. Ancak 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı ve İslam dünyası ilmi bakımda gerilemiş ve nihayet 19. yüzyılda Avrupaî tarzda yükseköğretim müessesesi kurmak için harekete geçilmişti. Tanzimat Döneminde, 1845 yılında, Darülfünun olarak adlandırılan bir üniversitenin kurulması kararlaştırıldığında akademik kadronun yetiştirilmesi için de Avrupa’ya öğrenciler gönderilmişti. Mesela Darülfünuna öğretim üyesi olarak yetiştirilmek üzere Hoca Tahsin Efendi Paris'e gönderilmiş ve daha sonra 8 Nisan 1869'da da Darülfünun müdürlüğüne tayin edilmişti. II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Hükümetleri tarafından Darülfünunun ihtisaslaşmasına katkı sağlamak için Alman bilim adamları getirilmişti. 1933 yılında Darülfünun’dan Üniversite’ye geçilmesi sırasında da Hitler zulmünden kaçan çoğu Yahudi asıllı ilim adamlarından faydalanma yoluna gidilmişti. Yükseköğretimin öğretim üyesi ihtiyacını karşılamak üzere Tanzimat döneminden itibaren yurtdışına öğrenci gönderme usulü devam etmiş, tek değişiklik Avrupa’ya yanında ABD’ye öğrenci gönderilmeye başlanmıştı.
Bunun yanında Türkiye’de yeni üniversitelerin kurulması aşamasında, eski üniversite ve fakültelerin yeni kurulanlara devamlı ilim adamı gönderme ve yetiştirme misyonunu yerine getirmeye çalışmıştı. Bir dönem haftalık ders vermek için başka şehirlerdeki üniversitelere giden öğretim üyelerine “uçan hocalar” denilmişti. Fakat bütün çabalara rağmen Türkiye’de öğretim üyesi problemi çözülememiştir.
Bütün üniversitelerin YÖK’e bağlı olmasına ve üniversitelerin idari özerklikleri olmamasına rağmen bu konudaki problemleri çözülmesinde 1981’den itibaren bu alanda ciddi bir başarı elde edilmemiştir. Hatta aynı diplomayı alan ve mekân olarak birbirine çok yakın olan bölümlerin akademik kadrolarında belli oranda bir eşitlik bile sağlanamamıştır.
12 Eylül askeri darbesinden sonra hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına göre; “Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim - öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek… üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak” (Madde 131) görevi Yükseköğretim Kurulu’na verilmişti. Bu istikamette yürürlüğe konulan 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu’nun amaçları arasında “eğitim - öğretim, araştırma, yayım, öğretim elemanları, öğrenciler… ile ilgili esasları bir bütünlük içinde düzenlemek(YK, m.1)” te vardır. Yükseköğretimin amaçlar arasında öğrencilerin; “bir mesleğin bilgi, beceri, davranış ve genel kültürüne sahip, vatandaşlar olarak yetiştirmek(Madde 4, a/7)“ te vardır. Ayrıca yükseköğretimde; “yükseköğretim kurumlarının özellikleri, eğitim - öğretim dalları ile amaçları gözetilerek eğitim - öğretimde birlik ilkesi” (YK, m. 5/c) ne uygun hareket edilerek “yükseköğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlayacak önlemler”(YK, m. 5/e) alınması kararlaştırılmıştı. Yani Türkiye’deki yükseköğretimde; üniversitelerin imkânlarının etkin bir şekilde kullanılması, eğitim-öğretim ve ilmi çalışmaların bütünlük içinde yapılması ve birlik/eşitlik ilkesine göre aynı alanlara kayıt yaptıranlara aynı şartların sağlanması ve başarılı olup ta diploma almaya hak kazanların bir birine yakın bir birikime sahip olması anayasa ve kanunla düzenlenmiştir.
Bu işlemleri yapmakla Yükseköğretim Kurulu görevlendirilmiş ve bu husus açık bir şekilde de kanun koyucu tarafından belirtilmiştir. Bundan dolayı Yükseköğretim Kurulu; “… üniversitelere tahsis edilen kaynakların, … plan ve programlar çerçevesinde etkili bir biçimde kullanılmasını gözetim ve denetim altında bulundurmak”(YK, 7/a), “yükseköğretim kurumları arasında … birleştirici, bütünleştirici, sürekli, ahenkli ve geliştirici işbirliği ve koordinasyonu sağlamak” (YK, 7/b) ve “üniversite çalışmalarının en verimli düzeyde sürdürülmesi için büyümenin sınırlarını tespit etmek”(YK, 7/c) ile yükümlüdür. Kısacası 1981’de YÖK sistemi kurulurken yükseköğretimde imkânlarının plan ve programlar göne eşit olarak dağıtılması, kurumlar arasında ahengin sağlanması, verimliliğin temini ve denetimin gerçekleştirilmesi işlemleri Yükseköğretim Kurulu’nun yapması kanunen emredilmiştir. Ancak bütün üniversitelerin YÖK’e bağlı olmasına ve üniversitelerin idari özerklikleri olmamasına rağmen bu konudaki problemleri çözülmesinde 1981’den itibaren bu alanda ciddi bir başarı elde edilmemiştir. Hatta aynı diplomayı alan ve mekân olarak birbirine çok yakın olan bölümlerin akademik kadrolarında belli oranda bir eşitlik bile sağlanamamıştır. Mesela bir üniversitenin 7 anabilim dalı olan bir bölümünde 44 öğretim görevlisi varken, diğer bir üniversitedeki aynı diplomayı veren bir bölümde sadece 11 öğretim görevlisi bulunmaktadır. Bazen denge o kadar bozulmakta ki, bir üniversitedeki bir anabilim dalının öğretim üyesi sayısı diğer bir üniversitesinin bölümüne denk gelebilmektedir. Kuruluş tarihleri eski olan bölümlerde öğretim üyesi sayısının fazla olması bir nebze kabul edilse bile uçurumların bulunması mezunların kalitesini ciddi olarak etkilemektedir. Aynı diplomayı veren bölümlerde dengenin sağlanması için en etkin ve acil yollarından birisi, Türkiye’de öğretim üyesi dolaşımının yetkisi olduğu halde, Yükseköğretim Kurulu tarafından gerçekleştirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı verimlilikte dengesizlik meydana geldiği gibi, bu özellikle sosyal bilimlerde gettolaşmalara da zemin hazırlamaktadır.
Gettolaşmış, köhnemiş veya atalete düşmüş olan bölüm mensubu akademisyenlerin de görüş ve ilimlerinin test edilme imkânı ortaya çıkacak ve gayretli olanların da ufuklarının açılmasına yardım edilmiş olunacaktır.
Konunun anlaşılması için buna dair birkaç örnek vermek faydalı olacaktır. Mesela Marmara’da bir anabilim dalında kurucu olarak 40 yıl görev yaparak burayı kendi kalitesiyle sınırlayan ve yeni yetişen akademisyenleri haz etmediği akademisyenlerin alanın uzmanı olsalar bile eserlerine atıf yapmasını yasaklayan bir öğretim üyesinin varlığını bilmek gerçekten içler acısıdır. Tabiidir ki, burada kadroya girecek öğretim üye ve elemanlarının anabilim dalı gettosunun bir üyesi haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu gettonun standart kalıbını alan öğretim üyesinin gettoyu kuranın emekli olsa bile özgürlüğünü kazanması oldukça zordur. Diğer bir örnek, İstanbul’da anabilim dalının hocasından kendisine tevarüs etmesi gerektiğine kanaatiyle hareket eden, anabilim dalı gettosu için kadim dostum dediği, delilere dayanarak kendisinden farklı hükümler elde eden akademisyeni bile harcamak için zemin hazırlayan ve 33 yıl aynı soru ve cevapları sorarak öğrencilerin gelişmesini engelleyen bir profesörün riyasetindeki gettonun devamının ilme ne katkısı olacaktır? Farklı bir misal, Marmara bölgesinde “bu bölümün ağası da paşası de benim” diyerek getto lideri olduğunu ilan eden, ilim için harcaması gereken vaktini ve kabiliyetini bölümde mutlak hâkimiyet için sarf eden, öğrencilerin elinde hoşlanmadığı veya rakip gördüğü bir akademisyenin kitabını gördüğünde, bu öğrencileri kendine düşman olarak kabul eden bir yerde ilim yapılmasını beklemek veya mezun olan öğrenciden aldığı diploma ile mütenasip bir birikime haiz olması imkânsızdır. Uç bir örnek, Batı Anadolu’daki bir üniversitede bölümün kuruluşundan itibaren görev yapan, laboratuvara giremeyen, 1970’lerdeki kitapları okuttuğu için mazide kalması gereken bir öğretim üyesinin baş tacı edildiği fen bilimlerine ait bir bölümü getto mensuplarının işgalinde olduğunu söylemekten başka ne yapılabilir?
Üniversitelerdeki bölümlerde imkânların eşit olarak dağıtılması, bölüm standartlarında ahengin sağlanması, diploma sahiplerinin alanların asgari düzeyde de olsa aynı yetkinlikte yetiştirilmesi ve verimlilikte ortak bir seviyenin temini Yükseköğretim Kurulu’nun yetkisi dâhilinde olduğu için acilen yetersiz bölümlerin takviyesi ve akademik gettoların dağıtılması için üniversiteler arasında öğretim üyeleri dolaşım sistemi kurulmalıdır. Bu sistem aynı şehir veya ulaşım imkânı bakımından birbirine yakın olan illerdeki üniversitelerin belli gruplara ayrılması ile gerçekleştirilebilir. YÖK, üniversiteler arası mecburi görevlendirmeler yapılmalı, yakın olan üniversiteler için bu görevlendirmeler ders bazında sömestr veya yıllık olarak ta uygulamaya konmalıdır. Hatta aynı anda farklı bölümlerden öğretim üyeleri birlikte konu anlatması sağlanmalıdır. Yapılan bu düzenlemede başka bir şehre taşınması gerekmeyeceği ve belli süreler için olacağından öğretim üyelerinin rahatlarını da fazla bozmayacaktır. Bu sayede atıl akademisyenler aktif hale getirilerek öğretim üyesi eksikliklere giderilebilir. Zira öğretim üyesi fazlalığı dolayısıyla, bazı bölümlerde bir sömestrde 3-5 saat ders verme fırsatı bile bulamazken, bazı bölümlerde ise haddinden fazla ders yükü altında ezilen öğretim üyeleri mevcuttur. Öğretim üyesi dolaşım sistemi sayesinde öğrenciler, belli bir görüş veya üslubun mahkûmu olmaktan kurtularak dışındaki akademisyenlerden ders alma şansını yakalayacaktır. Tabi gettolaşmış, köhnemiş veya atalete düşmüş olan bölüm mensubu akademisyenlerin de görüş ve ilimlerinin test edilme imkânı ortaya çıkacak ve gayretli olanların da ufuklarının açılmasına yardım edilmiş olunacaktır.
SONUÇ
Tarihin her döneminde ilim olan yerler ilim adamı ve öğrenciyi çektiği gibi, ilme ihtiyaç duyan veya eksik olduğunu fark edenler de ilmin olduğu yerlerden bir şekilde bunu talep ederler. Bu Eski Mısır, Mezopotamya ve Eski Yunan arasında bu şekilde cereyan ettiği gibi daha sonraki medeniyetler döneminde de devam etmiş, Irak, Mısır, Türkistan ve Anadolu arasında ilim adamı dolaşımı yaşanmıştı. Büyük Selçuklulardan Osmanlıların yükseliş dönemine kadar da medreseler arası ulemanın dolaşımı gerçekleşmişti.
Günümüzde de ülkeler arasında akademisyenlerin dolaşımı bütün hızıyla yaşanmaktadır. Türkiye isabetli olarak yurt dışından akademisyenleri davet ederken, esasında yükseköğretimde acilen yapması gereken Türkiye’deki üniversiteler arası akademisyen dolaşım sistemini kurarak, hem pek çok üniversitenin eksik olan öğretim üyesi ihtiyacını gidermeli hem de gettolaşmaya son vermeli ve köhnemiş bölümlere yeni bir canlılık kazandırmalıdır.

Yorum Yazın