Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman CHP'ye tarihsel bir perspektiften bakarak; "CHP, maalesef, son 25 yılda daima sağ eğilimler gösterdi ve kendisini, apolitik kavramlarla, kültürel planda dahi tartışmalı kavramlarla özdeşleştirerek statükoyla ve sistemle bütünleştirdi. Son dönem için aynı şey söylenemez. Büyük bir arayışın partiye hakim olduğu görülüyor." tespitini yapıyor ve ekliyor; "Eğer CHP yönetimi tarihe kalmak, konjonktürün kendisine armağan ettiği seçim başarılarının ötesinde başarı kazanmak istiyorsa mutlaka ideolojik bir dönüşüm geçirmelidir. O dönüşümün adı sosyal demokratik dönüşümdür."
CHP ciddi ve büyük bir dertle uğraşıyor. Yangın sırasında lir çalmanın anlamsızlığı ortada. Dolayısıyla lirden söz etmiyoruz. Politik/ideolojik üretim bugün de CHP’nin bir numaralı meselesi olmalıdır. Başındaki derdi savuşturacak ve ülke için de işlevsel olacak, CHP’nin dönüşmesine olanak verecek, o yoldan da ülkedeki siyasal gelişmeye katkıda bulunacak ana unsur yeni bir politika üretmektir. Murat Aksoy, geçenlerde yazdığı bir yazıda bu konunun CHP’nin bir ‘taşıyıcı koalisyon’a dönüşmesiyle mümkün olacağını yazdı. Çok önemli bu saptama. Çünkü Türkiye’de taşıyıcı koalisyona dönüşememiş partiler iktidar olamıyor. Taşıyıcı koalisyon CHP bakımından benim de şimdi dile getirdiğim çıkmazların en ciddi çaresi olarak görünüyor. Bu yazıda öyle bir gelişmenin, CHP’nin bir taşıyıcı koalisyona dönüşmesinin ve yeni politika üretmesinin bazı koşullarını ve araçlarını ele alacağım.
İttihat ve Terakki kadrolarının taşra örgütlenmesi başlı başına bir olaydır ve onun tarihindeki en önemli ögedir. Bu örgüt Mütareke döneminde Kongreler ve Anadolu ve Rumeli Cemiyetleri halinde işlev görmüştür. Milli Mücadele öncesindeki örgütlenmenin çekirdeğinden bahsediyoruz. Kongre altyapısı ve örgütlenmesiyle Cemiyetler, kısa süre sonra birleştirilmiş, oradan CHP’ye dönüşmüştür.
I
Türkiye’de modern siyasetin kurulduğu tarih tam belli değildir. 1908 denebilir, 1923 denebilir, 1946 denebilir, 1950 denebilir. 1908’i bir yana bırakalım. Her şeyin, bilhassa CHP siyasetlerinin kökeni olması bakımından çok önemli ama bir o kadar da eski bir tarih. 1923 elbette dönemeçtir ama çok ciddi sorunları vardır. 1925 itibariyle tüm partileri kapatıp Tek-Parti dönemine geçmiştir. 1946 yeniden çok partili hayata dönüştür ve kritiktir. CHP 1946 seçimlerini artık nesnel şekilde bilinip kabul edildiği gibi sandık oyunlarıyla kazanarak DP’yi iktidar dışında tutmuştur ama perşembenin geldiğini de görmüştür. Dolayısıyla 1946-1950 tarihlerini ayrı ayrı düşünmek olanaksızdır. CHP, büyük ölçüde tekil bir parti olarak başlamış ve devam etmiştir.
1950’de seçimleri kazanan DP çok önemli bir başlangıç yapar. O başlangıç sanıldığı gibi iktidarın CHP’den alınması değildir. Gerçek anlamda parti siyasetine geçilmesidir. Yeni bir partinin ilk kez reel ve aktif olarak işlemesi, toplumda karşılık bulması ve toplumun partiler aracılığıyla siyasi iradesini ortaya koymasına fırsat vermesi, hatta araç olmasıdır.
Tarihsel plandaki kurucu parti olan CHP kuşkusuz yabana atılacak bir zemin değildir. Bunu sadece kurucu iradesiyle gerçekleştirdiklerini düşünerek değil, CHP’nin siyasal parti olarak örgütlenmesi bakımından belirtiyorum. CHP siyasette modern geleneğin bir halkasıdır. Gelenek İttihat ve Terakki’yle başlar. İ-T başlangıçta bir Anadolu örgütü değildir. Selanik kökenlidir. Fakat çok girift bir mekanizmayla, Abdülhamid Han döneminde inşa edilen demiryollarının, posta şebekesinin, haberleşme ağlarının bir sonucu olarak, tamamen modern bir örgüt ve siyasallaşma aracı olarak Anadolu’da teşekkül etmiştir. Bizatihi modern bir organizasyon olduğunu tekrar vurgulayayım.
İttihat ve Terakki kadrolarının taşra örgütlenmesi başlı başına bir olaydır ve onun tarihindeki en önemli ögedir. Bu örgüt Mütareke döneminde Kongreler ve Anadolu ve Rumeli Cemiyetleri halinde işlev görmüştür. Milli Mücadele öncesindeki örgütlenmenin çekirdeğinden bahsediyoruz. Kongre altyapısı ve örgütlenmesiyle Cemiyetler, kısa süre sonra birleştirilmiş, oradan CHP’ye dönüşmüştür. Mustafa Kemal Paşa'nın siyasal ve örgütçü zekasıyla çok meşru ve politik şekilde onları bünyesine alarak CHP’yi vücuda getirmesi tarihsel bir partinin kuruluşunu hazırlar. Buradaki kritik konu söz konusu örgütlenmenin sınıfsal yapısıdır. Çok söylendiğinin tersine bu yapı halka, değil bürokratlara, orta sınıflara, daha fenası mütegallibeye (feodalitedeki serfler manasınadır mütegallibe, siyasal tarih çalışmalarında pek rahat kullanılır ama anlamı budur, galip olanlar demektir) haydi bugünkü tabirle söyleyelim taşra burjuvazisine dayanır.
Hep de öyle devam etmiştir. Ancak 1965’te Bülent Ecevit bu gerçeği ilk görenlerden biri olarak çıkmış, parti liderliğini ele geçirdiği 1972-1980 arasında CHP’yi gerçek anlamda bir halk partisine dönüştürme çabasını gösterip, çok da başarılı olmuştur. Sonra CHP yeniden kendisine ait parti kimliğine geri gitti, o ‘başarı’ (!) Deniz Baykal’ındır. Herhalde Türk siyasetinin son elli yılda gördüğü en apolitik siyasetçi oydu, CHP’yi de o yönde örgütledi ve yönetti.
Her şeye rağmen halkın işin içine girmesi ve kendisini iktidara ortak saymasıyla birlikte DP Çevrenin partisidir. Öncelikle ve ağırlıkla çevrenin partisidir ama Merkezle de ilişkilerini olumlu bir şekilde sürdürmek çabasındadır. Başlangıcını oluşturan hamleyi CHP bünyesindeki toprak ağalarının yapması gerçeği değiştirmez.
II
Asıl mesele DP’dedir. Bu parti siyaset bilimi literatüründe ‘catch-all’ parti diye tanımlanan parti kategorisine en yakın örgüttür. Adından anlaşılacağı gibi bu tür partilerin tabanında her temsil grubu mevcuttur. Daha popülist eğilimli, daha az ideolojik, ussal olduğu kadar duygu siyasetine eğilimli, ideolojik sertliğin eksikliğinden doğan boşluğu ekonomik kalkınma hamleleriyle dengeleyen partilerin tabanında farklı mümessillerin yer alması doğaldır. Türkiye’de 1950 olgusunu ve DP’yi yerli yerine oturtamayanların ve zecri, cebri bazı yöntemlerle tek parti diktasının devamını savunanların çıkmazı bu gerçeği görememesidir. DP bu tanım içinde verdiğim tüm özellikleri taşır.
DP’nin bir boyutu daha vardır. Her zaman belirttiğim gibi Kemalist devrim Türkiye’de bir parantezdir. Başını çektiği, öncülük ettiği dönüşüm Tanzimat’la hatta III. Selim’le birlikte başlamıştır. CHP ona radikal, güçlü ve bütüncül bir içerik kazandırmıştır. Kemalizmin getirdiği her türden inkılabın temeli II. Mahmud ve İ-T döneminde atılmıştır. Kemalizm onlarda eksik kalmış radikalizmi tamamlamıştır. Mustafa Kemal Paşanın iradesi ve kültürel hamlelerle tayin edilmiş ama bu defa politikleştirilmiş Batılılaşma hareketi halkta karşılık bulmamıştır. Hareketin taşıyıcı unsurları kent ve taşra burjuvazisi ve bürokratik elitlerdir. Özellikle din konusunda ortaya konan uygulamalar bu sınıflarla halkın, küçük ve büyük köylülüğün ve muhafazakâr kapital birikiminin ilişkisini koparmıştır.
DP her şeyden önce bu oluşumlara tepkidir. Ama çok sınırlı, çok ölçülü, çok kontrollü bir tepkidir. En azında dp kadroları da bürokrasi de tek parti döneminde biçimlenmiştir ve Kemalizmin temel tezleriyle en küçük bir ihtilafları yoktur. Hatta halkta mevcut olan ve dışa vuran tepki, DP siyasal elitinin ideolojik açından Kemalizmle arasına en küçük bir mesafe koymasını sağlamaz. Aksine, sanılanın tersine, Atatürk kültü DP döneminde hazırlanır. Dine dönük bazı uygulamamalardan vazgeçilmesi (Ezanın yeniden Arapça okunması)i haccın serbest bırakılması ve diğer bazı yeni uygulamalarda bulunulması söz konusu kitlelere parantezin dışına çıkıldığı/çıkarıldığı izlenimini vermiştir. DP döneminde partiye destek olan kapital kesimlerinin ise bürokratik ve siyasal elite hâkim olan ideolojik tercihle hiçbir sorunu yoktur.
Her şeye rağmen halkın işin içine girmesi ve kendisini iktidara ortak saymasıyla birlikte DP Çevrenin partisidir. Öncelikle ve ağırlıkla çevrenin partisidir ama Merkezle de ilişkilerini olumlu bir şekilde sürdürmek çabasındadır. Başlangıcını oluşturan hamleyi CHP bünyesindeki toprak ağalarının yapması gerçeği değiştirmez. O toprak ağaları CHP’den ayrılarak DP’de ittifak etmiştir ama DP başlangıçta sosyalizan bazı izlenimler uyandırmaktan çekinmemiştir. Bu dikkat çeken bir çelişkidir ama DP’nin her kesime seslenen bir parti olduğunu gösteren önemli bir işarettir.
Dahası da var. Söz konusu ağalar grubunun sonuna kadar DP’yle bir sorunu olmamıştır. Çünkü, dönemin hâklim ideolojisi zannedildiği gibi Kemalizm değildir. II. savaş sonrasında gelişen komünizm korkusu ve düşmanlığıdır hakim ideoloji. DP de asıl ideolojisini bu çekirdek etrafında oluşturur ki, onu çevrenin partisi haline getiren halk içine salınmış bu korkuyu sürekli olarak diri tutması, kendisini sol karşıtı bir parti konumuna yerleştirmesidir. Bu bakımdan ağalar bilinç dışı korkularını yenmiştir, topraklarına sol bir anlayışla el konmayacağına inanmışlardır.
Bu şartlar altında işçinin ve işverenin, köylünün ve ağanın, neredeyse tüm toplum katmanlarının bir arada bulunduğu DP’yi ben daha önceki çalışmalarımda taşıyıcı koalisyon olarak tanımladım.
Demirel, 12 Martçılarla iş birliğinden başlayarak, Milliyetçi Cephe hükümetleri ile birlikte bu açıklanması zor kavram olan yerleşik düzenin, daha doğru ve yaygın deyişle ‘sistemin’ insanı oldu. Olunca da bu defa Ankara ve İstanbul’un CHP’ye oy veren kesimleri o partiden kopup AP’ye geldiler. AP’nin tabanı da siyaset tarihimizde ilk kez ondan ayrılıp Ecevit’in CHP’sini destekledi.
III
DP’yi izleyen AP için de bu gerçek aynıdır. AP de bir taşıyıcı koalisyondur. Başlangıçta CHP’lilerin dışında kalan neredeyse tüm toplum kesimleri o partide birleşir. Fakat AP’nin DP’den farklı olarak AKP’ye devredeceği ciddi bir kısıtı vardır. DP, bütün eleştirilerine rağmen elitlerden, üst gelir ve eğitim gruplarından ciddi bir destek görüyordu. Zaten CHP elitiyle DP eliti aynıydı. Aralarında yaşama bakımından da ideolojik kompozisyon ve tercihler bakımından da hiçbir fark yoktu.
Oysa, AP dönemine gelindiğinde elitler ciddi şekilde kendi gerçeklerinin bilincine varıp, o parti tabanına büsbütün yerleşen köylülüğü bir nefret objesi olarak görüp CHP etrafında bütünleşmiştir. Benim çocukluğum ve ilk gençliğim elitlerin veya daha uygun bir tabirle cumhuriyet parvenue’sünün, üst orta sınıfların, Batılı ve iyi eğitim görmüş kesimlerin, bürokratların ve askerlerin AP ve Demirel düşmanlığını dinlemekle geçti. Demirel, üstüne gülünen, alay edilen, ‘Çoban Sülü’ diye tanımlanan, köylülüğü mesele olan, hatta su mühendisline gülüp geçilen bir politikacıydı. (Sol da onu ‘Morrison Süleyman’ ve ‘Amerikan uşağı’ diye tanımlıyordu.)
AP’den nefret yanlıştı ama gerekçe kısmen doğruydu. DP, gerçekten de küçük köylülüğün ve alt sınıfların partisiydi. Bugün büyük şehirlerde CHP’ye oy veren ve AKP’den nefret eden çevreler yani zenginler/burjuvazi o zaman AP’den kaçıyor ve CHP’de toplanıyordu. Ankara ve İstanbul’da en zengin mahalleler CHP’ye yoksullar, gecekondu mahalleleri AP’ye oy atıyordu. Nitekim, Ecevit, CHP’yi sola ve alt sınıflara çekmeye başladığında bu defa o kesim CHP’den koptu. Önce Turan Feyzioğlu’nun ‘Atatürkçü’ Güven Partisinde sonra da adım adım, sol karşıtlığı esasına dayanarak AP’de birleşti. Yükselen sola karşı Demirel, o aracı kurnazca kullanıp Milliyetçi Cephe hükümetlerini ülkenin başına bela etmekten çekinmedi.
AP, şu verdiğim çok kısa tarih içinde (1965-1980) gösterdiği değişimle taşıyıcı koalisyon özelliğini hızla yitirir. Yitirdiği oranda da siyasal güç kaybeder. Kritik unsur AP’nin sola karşı olduğu kadar establishment’a yaklaşmasıdır, yani müesses nizama. Bu kavramı açıklaması zordur. Hobbescu olmasa da Schmittçi devlettir, kurulu düzen/establishment. Schmitt’in nötr saydığı alanları (din, kültür, hafıza, gelenek birikimi) politikleştiren devlet bütüncül devlettir ve Türkiye’de devlet modern dönemde dahi bu niteliği taşır. O devleti de asker ve bürokrasi kontrol eder.
Demirel 1971 yılında kendisine karşı verilmiş görünen 12 Mart muhtırasının gerçek mahiyetini zekâsı ve sezgisiyle kısa sürede anlamıştır. Önüne gelen ve ordu içindeki tasfiyeyi öngören kararnameyi imzaladığı andan itibaren muhtıranın kendisine karşı olmaktan çok ordu içindeki sağ kanat-sol kanat zıtlaşması olduğunu fark etmiş, hatta sağ kanadın sol kanadı devirmesi olduğunu doğru şekilde okumuştur. O andan başlayarak da görüşlerinin ve politikasının temelini oluşturan sağ dürtülerini serbest bırakarak, solun hakimiyetine açık olduğuna inandığı ve ciddi bir jüristokrasi (yargı hakimiyeti) getirdiğini düşündüğü 1961 Anayasası’nı 12 Mart hükümetleriyle birlikte değiştirmiştir. Zaten 12 Mart hükümetlerini de kontrolü altında tutmaktadır. Bir küçük burjuva zihniyetine ve dürtülerine sahip Demirel için iktidar her şeydir ve ana maksattır.
Demirel, 12 Martçılarla iş birliğinden başlayarak, Milliyetçi Cephe hükümetleri ile birlikte bu açıklanması zor kavram olan yerleşik düzenin, daha doğru ve yaygın deyişle ‘sistemin’ insanı oldu. Olunca da bu defa Ankara ve İstanbul’un CHP’ye oy veren kesimleri o partiden kopup AP’ye geldiler. AP’nin tabanı da siyaset tarihimizde ilk kez ondan ayrılıp Ecevit’in CHP’sini destekledi. İnönü’nün damadı Metin Toker bile o dönemde yazdığı yazıda açıkça ‘oyum Demirel’e’ demişti. Yetmedi. Demirel, özellikle CB döneminde AP geçmişini bütün bütüne unuttu ve sistemle bu defa 28 Şubat üstünden bütünleşip, ‘laikçi Türkiye’ çizgisine geldi ve o çevrenin desteğini aldı ama eski tabanı cenazesine katılmadı.
AP, taşıyıcı koalisyon niteliğini yitirince kendi zaaflarını yaşamaya başladı. Türkiye’de, siyasal partilerin, eğer iktidar olmak istiyorlarsa, başka bir nitelik taşıma şansı yoktur. Yaş taşıyıcı koalisyon kurarak iktidar olurlar ya başlangıçta muhalefet ederler, kısa süre sonra da, tıpkı şimdi Davutoğlu ve Babacan partileri gibi, yok olurlar.
Demirel CB seçilerek kişisel bekasını sağladıktan sonra DYP, tıpkı ANAP gibi dağılıp, yok olup bitmiştir. Gerek AP’nin ve yerine kurulan DYP’nin gerek ANAP’ın tükenişi tek bir sonuca işaret ediyor: taşıyıcı koalisyon niteliği taşımayan parti, eğer tashih partisi de olamamışsa, siyasetten silinecektir.
IV
AP tarihi ve bahsettiğim parantezin kapanması ve taban kaymalarının gerçekçi ideolojik-politik zeminlerde cereyan etmesi bakımından 1970’lerin başında kurulan MSP çok önemlidir. MSP tamamen bir ‘tashih’ (correction) partisidir. AP tabanına sığınmış Müslüman solu MSP kendisine çekerek hem bir çeyrek yüzyıl iktidar olacak bir oluşumu başlatmıştır hem de AP’yi kent/metropol seçmen tabanına sıkıştırarak tüketmiştir. O tarihlerden başlayarak AP Anadolu coğrafyasında doğrudan köylülüğe dayanmaktan çıkıp, doğrudan burjuvaziyle bütünleşmiştir. AP, popülistliği ve bilhassa kalkınmacı politikalarıyla yüzer gezer oylara talip bir partiye dönüşmüştür.
Demirel’in 24 Ocak kararlarını almasını metropol burjuvazisi önermiş ve talep etmiştir. Sermaye Demirel’le koalisyon kurmuş, sol endişesinin kaynağı olarak görüldüğü için, Ecevit’in çekilmesini sağlamak maksadıyla direnmiştir. Türkiye o direnme neticesinde yokluğa muhtaç olmuş, hemen akabinde, Demirel’in, üstelik azınlık hükümetiyle, iktidara gelmesiyle birlikte zaruri destek sağlanmıştır. Erbakan büyük bir zavallılıkla o koalisyonu göremediği için (sermaye sol kadar Erbakan’a da karşıdır) Demirel’in işlerin altında kalacağını düşünerek onun azınlık hükümetine izin vermiştir. Oysa Demirel sermayenin desteğiyle kısa sürede ekonomik darboğazı aşmıştır.
Özal, sermayenin, istediklerini yapması için Demirel’e verdiği emanettir. 12 Eylül sonrasında, bu defa Demirel’in devrini tamamladığını düşünerek metropol burjuvazisi Özal’ın çevresinde birleşmiştir. Yani 1980’lerin ikinci yarısında, 1987 sonrasında AP’nin yerine kurulan DYP tamamen popülist ve eklektik bir partidir. Popülizmiyle köylülüğe, demokratlığıyla sola, ekonomi politikalarıyla burjuvaziye göz kırpmıştır. Ama Demirel CB seçilerek kişisel bekasını sağladıktan sonra, tıpkı ANAP gibi dağılıp, yok olup bitmiştir. Gerek AP’nin ve yerine kurulan DYP’nin gerek ANAP’ın tükenişi tek bir sonuca işaret ediyor: taşıyıcı koalisyon niteliği taşımayan parti, eğer tashih partisi de olamamışsa, siyasetten silinecektir.
AKP'nin ikinci dönemi kendi dinamiklerini yaratarak ve kendisi olarak ayakta kalma ve etkili olma dönemidir. AKP, büyük/taşıyıcı ve toplumsal rızayla kendiliğinden oluşan koalisyonlardan, içine girilen yeni sistemin de dayatmasıyla tercihli koalisyon dönemine geçmiş ve MHP ile ittifak etmiştir.
V
Bu yorum önce AKP’nin sonra CHP’nin durumunu yeniden düşünmeyi gerektiriyor. O zaman soralım: DYP ve ANAP’ın bittiği, yerlerine kurulan partilerin de başarısız olduğu 2002 seçimlerinde öne çıkan ve iktidara oturan AKP bir taşıyıcı parti midir?
Soruya evvela iki AKP olduğunu belirterek yanıt verelim. Birinci AKP, 2002-2015 arasındadır. İkinci AKP 2015-2025 arasında yer alır. Bu kesindir. Çünkü, öteki faktörler bir yana, AKP kendi açısından ve elbette nispi olarak 2015’de seçimi kaybetmiştir. Muhtaç olunan koalisyon hükümetinin kurulamaması gerekçe gösterilerek seçim yenilenmiştir. Öte yandan birinci dönemin ekonomik, sosyal, dış politika ve siyaset konuları ve pozisyonlarıyla ikinci dönem olan 2015 sonrası neredeyse taban tabana zıttır. İkinci dönemde çok daha ideolojik hatta doktriner, içine kapalı, kendi kendisini doğrulama ilkesine yasalanan (self-fulfilling prophecy) ve kendine dönük (self-contained) bir parti mevcuttur.
Ayrışmanın nedenlerini başka kaynaklarda geliştirdiğim bir kavram çiftiyle açıklayayım. Her ideoloji ilk döneminde çok daha düşünseldir, çok daha özgürlükçüdür, çok daha gevşektir, çok daha koalisyonlara açıktır. Bu dönemleri ben Yeni Bir Sosyal Demokrasi İçin adlı kitabımda çözümleyerek epistemolojik dönem olarak nitelendiriyorum. İdeolojiler/siyasetler zaman geçtikçe en büyük sorunlarını yaşar ve kendi içlerine kapalı, bürokratik, git gide donuklaşan, hatta yeri, zamanı geldiğinde kendisine yabancılaşan bir nitelik kazanır. Onu da andığım kitabımda ideolojik/doktriner dönem olarak nitelendirmiştir. AKP için öne sürdüğüm bu görüş salt ona has değildir. Hem devrimler hem kurucu partiler aynı akıbeti yaşar. CHP de 1923-1933 arasında epistemolojiktir, 1933-1950 arasında bürokratik/doktrinerdir.
AKP’nin ilk döneminin taşıyıcı koalisyon niteliklerine sahip olduğunu söylemek gerek. Kısa özetini yukarıda verdim. O dönemde AB’ye tam üyelik, Alevi açılımı, Kürt açılımı, demokratikleşme, başörtüsü üstünden gelen kamusal alan tanımı, laikliğin pozitif bir anlayışla dönüştürülmesi, çoğulcu kimlik politikaları gibi uygulamalar söz konusudur. Çok tartışılan o ‘yetmez ama evet’ oluşumunda AKP sol, demokrat ve Kürt kesimlerle ittifak kurarken ‘hayır’ cephesinde Bahçeli/MHP ve Perinçek yer alıyordu.
Öte yanda kırsal alanın çözülmesi, nüfusun kente taşınması, uydu kentlerin oluşturulup bu kitlelerin oralarda barındırılması başlı başına bir olgudur. Dolar 1 TL’dir ve ekonomiye milyarlarca dolar dış kaynak yatırım olarak gelmektedir. Kişi başına gelir 12 bin doları bulmuş, enflasyon %5 civarında seyretmiştir. Cumhuriyet mitingleri, 28 Şubat süreci, e-muhtıra başka bir kesimin elindeki tek politika aracıdır. O da gördüğü tepkiyle reddedilip tüketilmiştir.
Bu tablonun bir taşıyıcı koalisyon yaratmadığını söylemek olanaksızdır. Sekter veya dogmatik bir reddiyecilikten bahsetmiyoruz. Ama ikinci dönemdeki zayıflama bütünüyle bu koalisyonun parçalanması neticesindedir. İkinci dönem, AKP’nin kendi dinamiklerini yaratarak ve kendisi olarak ayakta kalma ve etkili olma dönemidir. AKP, büyük/taşıyıcı ve toplumsal rızayla kendiliğinden oluşan koalisyonlardan, içine girilen yeni sistemin de dayatmasıyla tercihli koalisyon dönemine geçmiş ve MHP ile ittifak etmiştir. Dar koalisyonun doğal koalisyon kadar etkili olmayacağı ve açık bir ideolojik dönüşüme de yol açacağı kesindi. Türk siyasetinde her büyük taşıyıcı koalisyonun zamanla uğradığı akıbeti mevcut iktidar partisi de yaşamıştır. Yine de AKP’nin sadece ikinci dönemi ele alınsa bile çok uzun ve kesintisiz bir iktidar döneminden söz ediyoruz. Bunca uzun bir sürenin kendisine özgü toplumsal dinamiklerle bütünleşeceği muhakkaktır. Onların ayrıca irdelenmesi gerekir.
CHP’nin tarihsel yükü ve birikimi nedeniyle bir taşıyıcı koalisyon partisi olamayacağı aşikardır. Hele 1995’ten bu yana geçen 30 yılda birçok şeyin, doğru-yanlış, çok daha açık konuşulduğu ve ayrıştığı bir dönemde, bazı genç kuşak akademisyenlerin de içine karıştığı şekilde, CHP’nin bir kere daha Aydınlanma, dar laikçilik, kültürel/Batıcı değerler sistemi, kısacası normatif modernist toplum modeliyle siyaset üretmesi olanaksızdır.
VI
Şimdi CHP’ye gelmek gerekir. Karşımızda iki soru duruyor.
Birincisi, CHP’nin bugüne gelene kadar, yakın dönemde, bir taşıyıcı koalisyon niteliğine sahip olmamasıdır. Taşıyıcı koalisyonun gerçekleşebilmesi için gerekli koşulların hiçbirisi yakın dönem CHP’si bakımından uygun değildi. CHP ne çevreyle doğal bir ittifak kurmuştu, ne büyük bir kitle partisi olmasını sağlayacak ideolojik donanıma sahipti ne de bir ekonomi-politik stratejisi vardı. CHP dar bölgeye kendisini sıkıştırıp kentli, yüksek gelir grubunda, iyi eğitimli laikçi ve Batıcı bir kesimle bütünleşmeyi yeterli kabul ediyordu. Ekonomik ve toplumsal değişime karşı sadece kültürel değerler üstünden muhalefetle yetiniyordu. Daha da beteri kendisiyle doğal ittifak kurmaya hazır Kürtleri ve Alevileri göz ardı ediyordu. Kısacası taşıyıcı koalisyon kurması bir yana, CHP o niteliğin gerektirdiği her türden koşulun zıddına sahipti.
Burada artık bir gerçeği açık açık yazmak gerekir. CHP, kendisini toplumsallaştıracak unsurlardan büsbütün koptuğu için Altılı Masa garabetine muhtaç ve mahkûm olmuştur. Altılı Masa da kesinlikle bir taşıyıcı koalisyon değildir. Tersine, taşıyıcı koalisyonun bünyesindeki hiçbir doğal unsur Altılı Masada bulunmuyordu. O yoksunluk nedeniyle kısa sürede dağıldı. Altılı Masa daha ziyade her biri ayrı ayrı marjinal kalmış partilerin, küçük burjuva radikalizmi içinde hırsla, ihtirasla, muhteris bir şekilde talep ettiği, doğru tabiriyle ‘ele geçirmek’ istediği iktidarı sağlama çabasıydı. Siyaset yapay birleşmeleri taşımıyor. Bırakın Altılı Masa garabetini bir yana, Türkiye’de Milliyetçi Cephe hükümetleri bile dayanamamıştır. Tıpkı DP’nin Vatan Cephesi’nin hızla çökmesi, hiçbir toplumsal karşılık bulamaması gibi, Altılı Masa da cephe şeklinde algılanmış, toplum bir tarafa, kendi içinde bile birleşememiştir. O zafiyetin nedeni Türkiye’deki siyasetin zannedilenden çok daha güçlü bir bilince dayanmasıdır. Toplum, yapay dayatmaları kabul etmiyor.
CHP’nin tarihsel yükü ve birikimi nedeniyle bir taşıyıcı koalisyon partisi olamayacağı aşikardır. Hele 1995’ten bu yana geçen 30 yılda birçok şeyin, doğru-yanlış, çok daha açık konuşulduğu ve ayrıştığı bir dönemde, bazı genç kuşak akademisyenlerin de içine karıştığı şekilde, CHP’nin bir kere daha Aydınlanma, dar laikçilik, kültürel/Batıcı değerler sistemi, kısacası normatif modernist toplum modeliyle siyaset üretmesi olanaksızdır. Laiklik başta olmak üzere birçok konuda CHP demokratik realist bir platformda kendisine pozisyon tayin edebilir, bu zorunludur. Fakat, o pozisyonu CHP polarizasyonla karıştırırsa bir adım daha ilerlemesi olanaksızdır.
CHP’nin önce toplumsal uzlaşmanın partisi olması gerekir. Bu da seçim kazanma maksat ve umuduyla çok aykırı politik geçmişten gelenlerin çeşitli iktidar mevkilerine yerleştirildiği, eklektik bir parti niteliğiyle elde edilmez. O taktik bir arayıştır ve yukarıda verdiğim örneklerin gösterdiği gibi mutlaka yenilgiye mahkumdur. Ben, CHP’nin bir strateji geliştirmesinden söz ediyorum. Politik partiler için de öncelikle ideolojik/politik olmayan bir strateji düşünülemez.
Açılımın henüz vakıf olmadığımız ayrıntılarını bir yana bırakalım. Ortadaki fiili durum kendilerine yeni bir yol arayan ve şimdi AKP’yle ne kadar yakınlaşmaları gerektiğini kendi içlerinde düşündükleri, Kandil-İmralı ekseninde neler yaşanacağını kendilerinin de bilmediği bir ortamda, boşlukta yüzen Kürtlerin muhakkak demokratik bir muhakeme ve yönelimle CHP tarafından kavranması şarttır.
VII
Şimdi kritik bir eşikte bulunuyoruz.
CHP, son yerel seçimlerle birlikte büyük bir şans elde etmiştir. Yerel seçimler CHP’ye olağanüstü geniş bir siyasi, ekonomik ve beşerî iktidar vermiştir. Bir kere bu büyük imkânın en geniş şekilde değerlendirilmesi gerekir. O fırsat büyük ölçüde heba edilmiş görünüyor. Oysa yerel yönetimler planlaması, Tip O’Neill’ın 1932’de dile getirdiği ‘yerelin dışında politika yoktur’ (all politics is local’) düşüncesi doğrultusunda bir hayatiyete denk düşer. O’Neill’in yargısı bugünkü günde anlamını genişletir. Bugün, o söz, yerel siyaset, demokratik siyasetin ancak yerel politika ve yönetimle bütünleşirse gerçekleşeceğini dile getirir.
2024 yerel seçimlerinin CHP’ye sağladığı hatta bağışladığı demek gereken yerel iktidar olanağının iki anlamından biri budur: toplum çok daha somut bir demokratikleşmeyi ve yeniden uzlaşma politikalarını özlemekte, bu görevi CHP’ye vermektedir. Demokratikleşme sadece Türkiye’nin bugün oksijen kadar ihtiyaç duyduğu makro meselelerle sınırlı değildir. Bütüncül bir yerel yönetim/sivil siyaset anlayışı mikro düzeyde örgütlenebilir. AKP, ilk döneminde bu olguyu yeterince idrak edip kullanmıştır. AKP’nin iktidar yürüyüşü yerelden geneledir. Buna karşılık CHP 1973 ve 1977 başarılarından sonra sadece iki seçim başarısı göstermiştir. 1989 ve 2024. İkisi de yerel seçimlerdir. Fakat, AKP’nin tersine yerel yönetimler CHP’nin merkezi düzeyde iktidarını engellemiştir. Oysa yerel yönetimlerde CHP öncelikle devlet ideoloji ve söyleminin sivilleşmesini sağlayabilir ki, o açılım diğer alanlardaki açılımı getirmeye muktedirdir.
Yerel yönetim olanağının ikinci ayağını CHP’nin hiçbir şekilde hayal dahi etmediği ekonomi/kalkınma-büyüme politikaları oluşturur. Türkiye’nin belli dönemlerde sekterleşen sağ siyasetlerin her şeye rağmen en önemli meşruiyet aracı kalkınma ve büyüme politikalarıdır. SP-AP-ANAP-AKP bu çizgide bütünleşmiştir. Buna rağmen toplum enflasyonist her yönetimi cezalandırmıştır. Bu analiz bugün literatürdedir. Her büyük devalüasyondan sonra iktidarın toplumsal zeminini korumakta zorlandığı kanıtlıdır.
CHP’nin 1960 sonrasında kesinlikle telaffuz etmediği hakikat ise tamı tamına budur. CHP, bugüne değin herhangi bir makro kalkınma ve büyüme politikasını somut şekilde ortaya koymamıştır. Hatta CHP, şu anda Türkiye’de yaşanan ekonomik krizle de meşgul görünmemektedir. Kuşkusuz başında büyük bir dert vardır ve o dert CHP’yi felç etmektedir ama o büyüklükteki bir siyasi partinin başka gündemleri de olmalıdır. Bahsettiğim ekonomik politikanın toplumsal dönüşüm politikasıyla at başı gitmesi gerekir. Bugün tarımın, kırsal alanın, kent göçerlerinin, uydu kent yerleşenlerinin çok ciddi problemleri var. CHP’nin Türkiye’yi büyük bir gözlükle ve ciddi bir muhayyileyle görmesi şarttır.
Üçüncü unsur ise yine doğmuş olan büyük Kürt şansıdır. Son zamanlardaki gelişmelerle açılan Kürt kartı yabana atılamaz. Ortada bir realite vardır ve konjonktür Türkiye için çok beklenmedik bir pozisyon açmıştır. İşin en çarpıcı yanını Kürtlerin PKK üstünden gerçekleştirdiği operasyon oluşturmuyor, bu sürecin Devlet Bahçeli tarafından başlatılması meydana getiriyor.
Açılımın henüz vakıf olmadığımız ayrıntılarını bir yana bırakalım. Ortadaki fiili durum kendilerine yeni bir yol arayan ve şimdi AKP’yle ne kadar yakınlaşmaları gerektiğini kendi içlerinde düşündükleri, Kandil-İmralı ekseninde neler yaşanacağını kendilerinin de bilmediği bir ortamda, boşlukta yüzen Kürtlerin muhakkak demokratik bir muhakeme ve yönelimle CHP tarafından kavranması şarttır.
Türkiye her fiili kısa sürede berhava etmesiyle tanınan bir ülkedir. Bir önceki Kürt açılımı somut örnektir. Daha onlarca farklı konudan misal verilebilir. Asıl olan demokratikleşmedir, Kürt-Türk ilişkisinin demokratik ve çoğulcu bir zeminde işlemesidir. Bugünkü fiilin ne türden bir demokratik yönelime eksen oluşturacağını bilmiyoruz. İşte o planlamayı CHP yapmalıdır, hatta yapması şarttır.
Eğer CHP yönetimi tarihe kalmak, konjonktürün kendisine armağan ettiği seçim başarılarının ötesinde başarı kazanmak istiyorsa mutlaka ideolojik bir dönüşüm geçirmelidir. O dönüşümün adı sosyal demokratik dönüşümdür.
VIII
Ortadan CHP bakımından iki negatif çıkmaz var.
Birincisi, CHP politika üretmedikçe Kürt meselesi başta olmak üzere Türkiye’de İyi Parti türünden marjinal sağ unsurlar doğan boşluğu dolduracaktır. CHP, esasen Altılı Masa eliyle o marjinal unsurları meşrulaştırmıştır. Neyse ki, toplumun politik bilinci onlara geçit vermemiştir. Şimdiki ortamda CHP’nin bir kere daha o boşluğu yaratmaması gerekir. İkinci unsur CHP’nin kendisini arkaik bazı ulusalcı politikalardan arındırmasındaki zorunluluktur. ‘Aydınlanma devrimi’ gibi tarihi karşılığı olmayan kavramların ardından sürüklenerek yaratılan kültüralist hayalperestlik CHP’yi geleceğe değil geçmişe tutsak eder.
Her iki koşulun yerine getirilmemesiyle CHP’nin yaşayacağı en ciddi sorun sağcılaşmaktır. Ne yapalım ki, ortada siyaset bilimi diye bir alan var ve o alanın ürettiği araçlarla bakınca sağcılık da solculuk da sanılanın ve farz edilenin çok ötesindedir. İdris Küçükömer’in dar çerçevesi içinde bakılmasa bile sağ zannedilen solda, sol zannedilen sağda konumlanabilir veya o nitelikleri taşıyabilir. CHP, tarihi boyunca bu sorunu yaşadı. Hatta onun en belirgin özelliği budur.
Sağla sol arasındaki bin türlü ayrımın en önemlisi demokratik tutum alma refleksidir. CHP, maalesef, son 25 yılda daima sağ eğilimler gösterdi ve kendisini, apolitik kavramlarla, kültürel planda dahi tartışmalı kavramlarla özdeşleştirerek statükoyla ve sistemle bütünleştirdi. Son dönem için aynı şey söylenemez. Büyük bir arayışın partiye hakim olduğu görülüyor. Heidegger’in meşhur tanımıyla, ormanın içinde yol aranıyor ama hem yol bilinmiyor hem de bütün o iradeye rağmen yol arayan insan romanın içindedir. Kısacası, temel sorun politika üretmemektir. Politik strateji eksikliğidir.
Öyle bir model var. Eğer CHP yönetimi tarihe kalmak, konjonktürün kendisine armağan ettiği seçim başarılarının ötesinde başarı kazanmak istiyorsa mutlaka ideolojik bir dönüşüm geçirmelidir. O dönüşümün adı sosyal demokratik dönüşümdür.
Nasıl olacağı başka bir yazının konusudur ama CHP’nin sağa kaymasını engelleyecek ve ona hayat verecek başka bir seçenek mevcut değildir.
-------
1. Bu gibi yorumlara karşılık ‘halka sorarak devrim yapılmaz’ türünden demagojik ifadeler literatürde mevcuttur. Kuşkusuz devrimler halka sorularak yapılmaz. Ama bizzat bu cümleleri kuran ve Kemalist inkılapları savunarak sol bir muhakeme geliştirdiğine inanların unuttuğu gerçek bazı devrimlerin halkla birlikte yapıldığıdır. Mesele o da değil. Problem, bu denklemde halkın nerede durduğunu belirlemektir. İkincisi, söz konusu anlayış yukarıdan aşağıya ve asker/ordu öncülüğündeki Osmanlı/Türk modernleşme geleneğini kuran modelin ve unsurlarının tüm zamanlar boyunca geçerli olmasını önermektedir. O önerinin özü, asli kurucu öge halindeki ordunun ve otoriter yönetimin ‘devrim tamamlanana kadar’ devamının sağlanmasına dönük talep ve beklentidir. ‘Atatürk on yıl daha yaşasaydı’ diye seslendirilen düşünce de aynı zeminde yer alır.
2. Burada bir noktaya değineyim. Demokratik kuram etrafında yaptığım tüm çalışmalarda demokrasinin bir rıza (consensus) rejimi olduğunu ve demokrasilerde çoğunluğun ancak azınlık haklarını gözeterek iktidar olabileceğini belirttim. Demokratik iktidar asla mutlak değildir. Bu bakımdan koalisyonlar demokratik rejimlerin aslında özüdür. Bu görüşlerime koalisyonların yönetim zaafları getirdiği söylenerek çok karşı çıkıldı. Benim önerdiğim demokratik koalisyon farklı siyasetlerin bir arada olmasıdır. Türkiye’de geçerli olan başkanlık sisteminin de yapısı gereği siyasal alanı koalisyonlara açtığı öne sürülüyor. O ayrıntıya vakıf değilim. Ayrıca gördüğüm kadarıyla bugün Türkiye’de bir koalisyon sistemi değil, sembiyotik bir sistem cereyan etmektedir. Ortada bir koalisyon yoktur. Destekleme ve özdeşleşme/ittifak mevcuttur. Durum daha ziyade De Gaulle’un geliştirdiği bir kavram co-habitation, birlikte yaşama durumudur.
3. Burada da bir çelişkiden söz edelim. CHP’nin doğal habitusunu doğru tanımladım: kentiler ve üst gelir grupları. Buna karşılık CHP söylemi ve onun tümleşik yayın organlarının söylemi çok farklıdır. Ülkenin en üst gelir diliminin ulusalcılık anlayışıyla desteklediği bu partinin yayın organlarında küçük kentlerden, taşradan yapılan yayınlar, birkaç sanatçının okuduğu türküler, kısacası metropol kültürünün dışında halka ait olduğu sanılan bir kültürel dışa vurum yansıtılıyor. Bu çelişkinin yapısal nitelikleri üstünde düşünmek zorunludur.

Yorum Yazın