Azınlık olmak denildiğinde aklınıza ne geliyor? Pek çok kişi için bu kavram, etnik veya dini kimlik bakımından çoğunlukta olmayan gruplarla eş anlamlı. Hatta konu spesifik olarak Türkiye’deki azınlıklar ise, tanımı devletler hukukuyla sınırlayıp daraltan ve Lozan’a referansla ülkemizde yalnızca Müslüman olmayan toplulukların azınlık olduğunu ileri sürenler de mevcut. Oysa azınlık kavramı öncelikle toplumbilim ile ilgili bir kavram. Üstelik azınlık olmak için mutlaka ‘az’ olmaya da gerek yok. Bilimsel tanımlama sayıyla ilgili değil, toplumsal güç ilişkilerindeki yapısal asimetrilerle ve farklı kimlik gruplarının kendilerini algılayış biçimi ile ilgili. Pek çok toplumda sayıca çoğunluğu oluşturan kadınların da bir azınlık olarak değerlendirilebilmesinin nedeni bu.
Mademki azınlık olmak bir çoğunluğa nispetle tanımlanmıyor ve daha ziyade toplumsal bir grubun kendi öznel değerlendirmesi ile ilgili, bu durumda azınlık kavramının ontolojik bakımdan çoğunluk kavramını zorunlu kılmadığını da söyleyebiliriz. Daha yalın bir ifadeyle, azınlıklardan bahsettiğimiz her durumda illâ ki bir çoğunluğun da olduğunu varsaymak zorunda değiliz. Örneğin birbirini dışlayan iki kimlik grubu eş zamanlı olarak kendisini azınlık, karşısındakini ise çoğunluk olarak kavrıyor ve toplumsal kimliğini bunun üzerine kuruyor olabilir. Bu durumda ortaya öznel bakımdan çoğunluğun olmadığı, yalnızca azınlıklardan oluşan bir tablo çıkar.
Bana öyle geliyor ki Türkiye’nin siyasal ve kültürel ortamı giderek bu tabloya benzemeye başladı. Ülkede hiç kimse kendisini çoğunluk olarak görmüyor. Kimse kimliğinin, kültürünün ve yaşam tarzının güvence altında olduğundan emin değil. Herkes kendisi azınlık olarak görüyor. Kimisi siyasal, kimisi kültürel kimisi de demografik bir tehdit algısına sahip olan bu grupların her biri bir alt kültür gibi varlığını sürdürmekte. Hepsinin kendine özgü bir dili, referans sistemi ve farklı sembolizmleri var. Bu gruplar birer alt kültür olarak gelişip serpilirken, ortak bir kanon ve paylaşılan referanslar anlamındaki genel kültür ise erozyona uğramakta. Aynı şeylere gülüp aynı şeylere ağlamaktan uzak alt gruplardan oluşan bir topluluğa evriliyoruz.
Bu topluluğun her bir alt kümesi de bir yandan kendisini ötekilerden üstün görürken, diğer yandan da mağdur olduğunu düşünüyor ve kendisine etrafını duvarlarla çevirdiği bir güvenli alana kuruyor. Kültürel anlamda bu alanlara örnek olarak gizli sosyal sosyal medya hesaplarını, kapalı WhatsApp gruplarını ya da algoritmaların özenle tasarladıkları epistemolojik yankı odalarını verebiliriz. Söz konusu içe kapanmayı fiziken de görmek mümkün. Her şehirde etrafı tellerle çevrili, kapısında güvenlik elemanlarının durduğu siteler yükseliyor. Kamusal meydanlar yasaklandığı, gözden düştüğü ya da yeterince güvenli olmadığı için kullanılmaz halde. Okullar da çoktan kompartmanlara ayrıldı. Aileler, devlet okulları ile özel okullar, imam hatipler ile düz liseler, ucuz okullar ile prestiji yüksek ve pahalı okullar arasında sınıfsal ve kültürel kimliğine göre tercih yapmak durumunda. Sonuç olarak Olivier Roy’un deyimiyle “evrenselci ütopyaların öldüğü ve herkesin azınlık olduğu” bir topluma doğru ilerliyor gibi görünüyoruz.
Siyasilerin bu konuda takındıkları tavır ise sorunu çözmekten çok, bunun yarattığı imkanları kendi siyasi ikballeri uğruna kullanmaktan ibaret. Özellikle Erdoğan uzunca bir süredir seçmenlerini bir arada tutmak adına sözünü ettiğimiz azınlık hissini kullanmaktan çekinmiyor. Kimi zaman örtülü, kimi zaman da açık bir biçimde “sizin yaşam tarzınızın ve kültürünüzün güvencesi benim” derken, muhalefetin yöneteceği bir Türkiye ihtimalini bir korku nesnesi olarak onların önüne koyuyor. CHP iktidara gelirse olacakları, adeta bir korku filmi gibi sunarken, aslında bu azınlıklaşma sürecini de tahkim ediyor.
Ana muhalefetin buna yanıtının ise epey farklı. Geçmiş dönemlerin reaktif, Kemalist kimliğini öne çıkartan ve tikel bir yaşam tarzını savunan CHP’si yok karşımızda. Özgür Özel’in liderliği altında parti, salt kentli orta sınıfın mağduriyetlerinin sözcüsü olmanın ötesine geçmeye, itirazını tüm toplum adına yükseltmeye çalışıyor. Bu nedenle toplumun ortak hislerde buluşmasına imkân verecek her fırsatı da özenle kullanmaya çalışıyorlar. Özel ve arkadaşlarının milli maçlarda formaları giyerek maçları takip etmeleri, ya da geleneksel kimlik ayrışmalarının yaşandığı Şeyh Sait gibi başlıklarda alışıldık itirazlarından geri durmaları bu yaklaşımın bir örneği.
Bir asgari müşterekler siyasetini, bu kez altılı masada değil ama bizzat CHP’nin içinde ve söyleminde yeşertmeye çalışıyorlar. Çoğunluk adına siyaset yaparken, adeta yok olmakta olan bir çoğunluğu da yeniden kuruyorlar. Erdoğan’ın her daim mağdur, gergin ve nobran ‘azınlık siyaseti’ karşısında bu özgüvenli, sakin ve kapsayıcı çoğunluk dili çok değerli. Üstelik bu dilin seçmende de bir karşılık bulduğu anketlerden anlaşılıyor. Ana muhalefetin bu yeni tarzı karşısında Erdoğan’ın kendi dilinde ve siyaset yapma biçiminde bir değişikliğe gidip gitmeyeceğini ise zaman gösterecek.

Yorum Yazın