Bazı insanlar birbirine denk geldiklerinde bir kıvılcım çakar; ama bu kıvılım çoğu zaman ateşin değil, yanmanın habercisidir. Bipolar bir ruhun iniş çıkışlı duygusal fırtınasıyla narsist bir karakterin buz gibi benmerkezciliği birleştiğinde, ortaya duygusal olarak baş döndüren ama ruhsal olarak yıpratıcı bir çekim çıkar. Bir taraf derinliğiyle hisseder, diğeri soğukkanlılığıyla yönetir. Ve işte tam bu noktada, sevgiyle toksikliğin arasındaki çizgi silikleşir.
Bipolar kişi yoğun hisseder, coşkuyla sever, bağlanır. Duygularının ritmi değiştikçe dünyayı da bu iniş çıkışlarda algılar. Narsist kişi ise kendi merkezinde sabit bir kutuptur; başkasının duygularına yaklaşmaz, onları sadece bir ayna gibi kullanır. Biri “beni anla” diye yalvarırken, diğeri “beni hayranlıkla izle” der. Bu iki kutup, birbirinin zıttı oldukları kadar birbirlerinin eksik yanlarını da taşır. Bipolar kişi narsistin sakinliğini “denge” sanır, narsist ise bipoların duygusal enerjisinde “yaşam belirtisi” bulur.
Psikolog Carl Gustav Jung bu paradoksu şöyle açıklar: “Ruh, bastırılmış olanı dış dünyada bulduğunda ona körü körüne bağlanır.” Bu cümle, narsist–bipolar ilişkilerinin özünü özetler. Her iki taraf da aslında birbirinde kendi bastırdığı parçayı arar. Bipolar, soğukkanlı olmayı; narsist, hissedebilmeyi ister. Fakat birbirlerinde buldukları bu yansımalar, kısa süreli bir büyü yaratır: biri fazla sever, diğeri o sevgiden beslenir. Zamanla biri tükenir, diğeri doymaz.
Bu tuzak, sevginin değil bağımlılığın ağını örer. Her “geri dönüş”, bir umut gibi görünür ama aslında aynı döngünün yeni bir perdesidir. İyileşmenin yolu, birbirini “tamamlamak”tan değil, kendi içindeki yarımlığı fark etmekten geçer. Çünkü gerçek denge, bir başkasının kutbunda değil, insanın kendi merkezinde saklıdır.
Sonunda anlarız ki, narsist–bipolar çekimi aşk değildir; sadece ruhun kendini tanıma çabasıdır. Biri diğerine ayna tutar, ama o aynaya uzun bakmak cesaret ister. Çünkü orada gördüğün, yalnızca karşındaki değil — kendinsindir.

Yorum Yazın