Tavsiyelerde bulunmak risk içerir. Ben bilirim havası narsist görüntüsü verebilir. Ayrıca bazı konular bilen/bilmeyen karşıtlığında ele alınamaz; oldukça karmaşık olduklarından bilen de en iyi durumda bir şeyleri “kısmen” bilir. “Türkiye neden çağdaşlaşmadı” sorunsalı böyle bir durumdur: çok yanlı ve çok da ideolojik. İdeolojik olunca tabii güncel politika ve kimlikler de giriyor denkleme ve zaten pek çok olan bilinmeyenler yüzünden sorun çözümsüzlüğe mahkûm oluyor. İnandırıcılığımdan emin olmadan, ama görüşlerimi söyleme sorumluluğunu da taşıdığımdan riski alıyorum.
Şimdiye kadar yazdıklarım eski dönemlerle ve bu dönemlerden bizlere varan miras konusundaydı; Türkiye’yi geniş bir çerçevede ele alan ve dünyanın içindeki yerini belirtmeye çalışan genel yazılardı. Ama her ülkenin bir de yakın tarihi var. “Kültürel miras” önemli olsa da, son yüzyılların ve on yılların etkisi de önemlidir. Miras, eskilere uzanan geçmiş ve dün ile bir bütündür. Ancak geçmişi tartışmak daha kolaydır – kolay demedim, daha kolay dedim! – oysa dünü ve bugünü tartışmak, hele kalıplaşmış görüşleri aşıp bazı temel konularda anlaşmak, hepimizin bildiği gibi, deveye her istediğimizi yaptırmak kadar zordur! Konu gelip siyasete, daha doğrusu ideolojik kimliklere dayanır; ki artık kulaklar tıkanır, yumruklar sıkılır, diyalog biter! Ben monoloğuna devam edeceğim!
Batılılaşmak, dünyanın uygarlık seviyesine çıkmak, çağdaşlaşmak, kalkınmak, demokratikleşmek gibi terimlerle on yıllarca konuştuklarımızla ilgili üç soruyla başlayayım (bundan böyle yalnız “çağdaşlaşmak” denecek):
- Bu terimlerden herkes aynı şeyi mi anlıyor?
- Bu yönde gelişmeler gerçekten isteniyor mu?
- Bu yönde gelişmeleri kim yürütecek?
Bence kritik olan ikinci ve üçüncü soru. Çünkü toplumun bir kesimi “değişimi” istemiyorsa, hele bu kesim siyaseti, yani değişimi yürütecek kadroyu etkileyecek kadar bir gücü de varsa, bu yöndeki çabalar eksik kalacaktır. Milli devletlerde ilgili tartışmalar “milli” veya “toplumsal” veya “kamu yararı” kapsamında ele alınır. Oysa bu yaklaşım aldatıcıdır. Çağdaş toplumlar farklı çıkarları olan sınıflardan, çeşitli meslek gruplarından, altta veya üstte bulunan toplumsal statülerdeki gruplardan, çeşitli ideolojileri izleyen kesimlerden oluşurlar. Genellikle bunlardan bazıları gelecekle ilgili kritik kararlar almak gerektiğinde görüşlerini veya itirazlarını dile getirir. Kimileri “değişim” istemez çünkü her değişim birilerinin çıkarını ve rahatını kaçırması çok muhtemeldir. Bu durumda ne yapılabilir; şimdiye kadar ne denendi?
Batıda “çağdaşlaşma” girişimi burjuva sınıfının öncülüğünde yol aldı. Bu öncülük genellikle demokratik olma temeline dayalı bir meşruiyet ile birlikte yürütüldü. Burjuva sınıfının geliştirdiği siyasi sistem kralların mutlakıyetine karşı bir öneri olarak dile getirildi: özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi sloganlar toplumun pratiğinde tam bir karşılık bulmamış olsalar da, teoride “demokratik” sayıldılar. Ancak demokrasiyi sağlayan çağdaşlaşma değildi; çağdaşlaşma ile demokrasi bir karşılıklı iletişim içinde birlikte gelişti. “Özgürlük” terimi ve kavramı 13. yüzyılda, Magna Carta antlaşmasında “free”, “freedom” ve “liberties” kelimeleriyle yirmi sekiz kez tekrarlandığını görüyoruz. Demokrasi yalnız özgürlük olarak değil, aynı zamanda “çoğunluğun yönetimi” olarak da anlaşıldı. “Özgürlüğün” ve “çoğunluğun” karşısında ise bir kişinin veya bir azınlığın yönetimi algılandı.
Böyle bir tarihî aşamadan geçmemiş bir toplumda, yani “Doğulu” bir toplumda, aydınlarca veya bir kadro tarafından “Batı türü” bir düzen kurmaya kalkışıldığında temel bir çelişki ve aşılmaz bir sorun yaşanır: Bir toplumda “kendiliğinden” oluşmuş olan bir gelişmeyi, başka bir toplumda tepeden ve yapay bir biçimde sağlamaya çalışıldığında, sonuç ne olursa olsun, “Batı türü” olmayacaktır! Çünkü “Batı türü” düzen, “kendiliğinden” oluşmuş olan bir düzendir.
Bu sorunu ütopyalar hayal etmiş olan düşünürler yaşadı. Aklıma Platon’un Devlet’i, Thomas More'un Utopya’sı, din kurucularının çabaları, hayal ettikleri “cennetleri” ve kalıcı ve ideal bir düzeni kuramamış olanlar geliyor. Daha sonraları, kendi düzenlerini sürdürerek “Aydınlanmayı” arzulamış olan 18. yüzyıllardaki Aydın Despotları gördük. En son da sınıfsız toplumu hayal etmiş olan “envai çeşit” sol düşünürleri. Arada ırkçı, milliyetçi “üstün toplumlar” düşünmüş olan ve bu yolda pek çok cana mal olmuş deneyimler de yaşadık. Bunların ortak yanı, birilerinin “iyi niyetle” toplum yararına girişimlerde bulunmalarıydı. Ama olaya nasıl bakarsak bakalım yapılanlar “azınlık” hareketleriydi. Toplumsal destek umut edilen bir potansiyel destekti. Bu destek kimi zaman kısmen sağlandı, kimi zaman bu destek sürdürülmedi, kimi zaman da toplum değişimi istemedi ve çağdaşlaşma reformları “halka rağmen” yürütüldü. Kimi zaman yapılması gerekenler yapılmadı; kimi zaman da yapılmaması gerekenler yapıldı. Bu “yanlışlara” ve “eksikliklere” değineceğim.
Geri kalmış toplumlardaki çağdaşlaşma yönündeki reformlarının bazı ortak özellikleri olmuştur. Örneğin, “aceleci” olmaları böyle bir özelliktir. “Batı’da” yüzyıllar içinde “yavaş yavaş” sağlanmış bazı toplumsal gelişmeler, “kısa bir sürede” yasalar ve emirlerle sağlanmasına çalışılmıştır. Bu tutuma “devrimci yaklaşım” da denmiştir ve sabırsızlığı anlaşılırdır: Geri kalmış bir toplumun arayı kapatması için “daha hızlı” gelişmesini istemek mantıklı görülmüştür. Ancak bu yöndeki çabalar kimi zaman toplumca “baskı” olarak algılanmıştır. Yönetici ile yönetilen arasında böyle bir ilişki doğduğunda, yönetici “otoriter” görünecek, hatta otoriter olacaktır. Toplumun bir kesimi reformlara karşı çıktığı durumlarda ise bu otoriterlik daha fazla hissedilecektir.
Bu konuda Karl Popper’in görüşleri aydınlatıcı olabilir.[1] Popper toplumları geliştirecek reformlar konusunda “piecemeal” dediği yaklaşımı savunur. Bu kelime ile “belli bir süre içinde sistematik olmayan ve adım adım uygulanan bir değişikliği” önerir. Biz bu kelimeyi “tedrici” olarak çevirebiliriz. Popper tedrici yaklaşımı “ütopik toplumsal mühendislikle” kıyaslar ve bu “devrimci” mühendisliğin tehlikelerini açıklar. Şunları okuyoruz.
“Tedrici yöntem kullanıldığında, tüm makul siyasi reformların en büyük pratik zorluğu aşılır ve reformun uygulanmasında tutku ve şiddet yerine aklın kullanılması sağlanır. Makul bir uzlaşmaya varmakla, demokratik yöntemlerle, iyileştirme sağlama olasılığı artacaktır. Uzlaşma beğenilmeyen bir kelimedir, ancak doğru kullanımını öğrenmemiz önemlidir. Kurumlar, kaçınılmaz olarak farklı çıkarlar ile yapılan bir uzlaşmanın sonucudur. Buna karşılık, toplumu bir bütün olarak değiştirip ideal bir devleti gerçekleştirmeye yönelik “ütopik girişim”, az sayıda kişinin güçlü ve merkezi bir yönetimini gerektirir ve bu nedenle bu seçimin bir diktatörlüğe yol açması muhtemeldir… İyi niyetli bir diktatörün karşılaştığı zorluklardan biri, aldığı önlemlerin etkilerinin iyi niyetleriyle uyuşup uyuşmadığını tespit edememesidir. Zorluk ise, otoriterin eleştiriyi caydırması gerektiği inanmasında kaynaklanır; dolayısıyla iyiliksever diktatör, aldığı önlemlerle ilgili şikayetleri kolayca duymayacaktır.
“Ütopik toplumsal mühendisliğin lehindeki argümanlar, yaygın olduğu kadar savunulamaz bir önyargıyı da sergiler: Sosyal deneylerin "büyük ölçekli" olması, toplumun tamamını kapsaması gerektiği önyargısı. Ancak, gerçekçi koşullar altında, toplumun tam ortasında, "küçük ölçekli" de olsalar, yani toplumun tamamını kökten değiştirmeden, parça parça sosyal deneyler gerçekleştirilebilir. Aslında, böylece sürekli olarak deneyler yapıyoruz demektir. Örneğin, yeni bir tür hayat sigortasının, yeni bir tür vergilendirmenin, yeni bir ceza reformunun getirilmesi, toplumun tamamını yeniden şekillendirmeden toplumun tamamında yankı uyandıran sosyal deneylerdir.”
Türkiye’deki çağdaşlaşma deneyimine bu açıdan bakıldığında, bir sitem olarak sıkça dile getirilen “devrimlerden dönüldü, gereksiz ödünler verildi” söylemine farklı bir anlam verilebilir: toplum aceleci bir yanlıştan dönmeyi istedi, hatta topluma dayatılan bir “telaşa” tepki verdi de denebilir. Popper ütopik ve duygusal saydığı “devrimci sosyal mühendislik” yerine tedrici ve deneye deneye küçük adımlarla önerilen değişikliklerden yanadır. Buna “kontrollü adımlar” da denebilir. Bu yol seçilmediğinde iyi niyetle yola çıkan devrimcilerin, kendileri de şaşkın, sonunda otoriter bir düzene vardıklarını göreceklerini söylemiştir. Ve dünyamızda izlediğimiz “devrimci” düzenlerin sonuçları Popper’i doğrular gibidir.
Otoriter reformcularla ilgili ikinci özellik bu tür çabaların meşruiyet aramalarıdır. Batı’da bu meşruiyet çoğunluk/demokrasi/özgürlük ekseninde sağlanmıştı. Bu meşruiyet referanslarıyla ilgili başka bir özellik millileşme olayıdır. Milli kimlik toplum içinde teorik de olsa bir “birliğin” ifadesi gibi bir rolü olmuştur. Batı’da reformlar “bütün millet” için olduğu savunulmuştur ve bu söylemi kabul etmeye hazır bir toplum da gelişmekteydi. Batı toplumları dışındaki ülkelerde ise millileşme hareketleri bir gecikme ile ortaya çıkmıştır. Örneğin, İngiltere ile Türkiye’yi kıyasladığımızda, iki milliyetçilik arasında üç yüzyılın bulunduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir ortamda meşruiyet aramaları da çeşitlilik sergiledi. Zoraki bir millileştirme dışında – yani aydınlarca topluma aşılanmasına çalışılan bu ideolojiden başka – solcularca da “sınıf mücadelesi” ve “sosyalizm” meşruiyetin kaynağı olarak savunuldu. Aydın Despotlar “bilimi” fetişe dönüştürerek seçtikleri yolu meşru kılmaya çalıştılar. Ama her durumda önerilen, yöneticilerin tercihiydi; yapılanlar “halk hareketi” değildi. Türkiye gibi ülkelerde yöneticilerle yönetilenleri, tarihi nedenler yüzünden, ortak çıkarlara, algılara ve hedeflere sahip değillerdi.
“A government of the people, by the people, for the people” lafının “by the people” kısmı dünyamızın pek çok ülkesinde eksik kaldı. Bu konuda İlkay Sunar şunları yazmıştır: Türkiye’de “modernlik savaşı iki cephede olmuştur, ekonomide ve demokrasi alanında. Osmanlı geleneğinde her ikisi de bağımsız eylem alanı olarak var olmamışlardır. Ekonomi ne otonom olmuş ne de kendi kendini yönetmiştir, halk için de aynı şey söylenebilir. Ekonomi; iaşenin, toplumsal gerekçelerin ve savaşla ilgili siyasi ihtiyaçların bir yan ürünü olarak var olmuştur... Avrupa’nın dünya-ekonomisi, çeşitli politika ve kültürlerin, pazara dayalı kurumlarla bir araya getirilmiş karmaşın bir yapıydı; oysa Osmanlı İmparatorluğu içselleştirici (integrative) bir pazardan yoksundu ve onun yerine üstün ve egemen bir devletin düzenleyici sistemi vardı.” (Benim çevirim, HM).[2]
Böylece Doğu’daki geç kalmış milliyetçi söylem “ülke” yerine “vatan” ve “halk” yerine “millet” gibi soyut terimleri özellikle vurguladı. Soyut vatan ve millet terimleri sorgulanamayan bir meşruiyete dönüştü. Artık, sesi, yargısı ve oyu olan kişilerin ve kalabalıkların onayına başvurmak gerekmiyordu. Aranan meşruiyet soyut bir alanda bulunmuş oluyordu, vatan/millet diye. Böylece reformları yürütecek yöneticiler de “vatandaşlarla” uyumu sağlamadan yol koyuldu. Başka türlü söylersek, çağdaşlaşma toplumsal bir olay olarak yaşanmadı; milliyetçilik adı altında halkın deney olarak kullanıldığı bir laboratuvar denemesine dönüştü. Deney de başarılı olamadı. 70 yıllık Sovyet deneyiminden sonra kapitalizmin geri gelmesi nasıl Sovyet yönetiminin başarısızlığı sayılıyorsa, yüz yıllık TC deneyiminden sonra dine bolca referansta bulunan otoriter bir düzenin söz konusu olması da Cumhuriyet deneyiminin başarısızlığı sayılmalı. Ve her iki örnekte de, devrimin kararlılıkla tepeden kurulmuş olması ve sonra “karşıdevrimin” seçmenlerce savunulmuş olması da ayrıca düşündürücü olmalıdır.
Çağdaşlaşma ile ilgili genel bir teori kurmaya yeltenmeden ve Türkiye ile sınırlı kalarak, bu konuda iki grup yanlışı sıralayarak bu yazı serisini tamamlayabiliriz. Birinci grup teşhis ile, ikinci grup uygulanan “çağdaşlaşma” “ile ilgilidir. Teşhis konusunda eksiklikler/yanlışlar şöyle:
1 – “Çağdaşlaşma” bir Osmanlı/Türkiye sorunu olarak ele alındı. Oysa Batı’nın karşısında çağdaşlaşmaya çalışan ve bunu sağlayamayan pek çok ülke var. Özellikle Afrika ve Asya ülkeleri bu kategoriye girer. Bu yanlış, konunun anlaşılmamasına neden oldu. Nedenler ve cevaplar devletin ve toplumun dar sınırları içinde arandı: Yöneticilerin yanlışları, eksiklikleri, iç düşmanlar, bağnaz dindarlar neden sayıldı. Oysa Doğu-Batı sorunu Bizans döneminden başladığını gördük.
2 – Türkiye’nin gelişmesinin gerektiği varsayılıp “neden çağdaşlaşmadı” temel soru oldu. Oysa gelişmenin gereklilik olmadığı, hatta “geri kalmanın” pek çok toplumu kapsadığı ve bu durum onların “normal” halleri olduğu anlaşılmadı. Türkiye’nin Batı ile “aynı şansa” sahip olduğu görüşü, Batı’daki gelişmelerin de anlaşılmadığını gösterir. Rönesans, Reform, Aydınlanma gibi hareketler anlaşılmadığında bu alanda yapılması gerekenler de eksik kaldı.
3 – Tarihî nedenler yüzünden ve özellikle yüzyıllarca süren savaşlar nedeniyle Batı “geleneksel düşman” olarak algılandı. Batı’nın “Hristiyan bir dünya” olarak görülmesi de Batı’daki gelişmelere güvensizlik ve kuşku ile bakılmasına neden oldu. “Biz-Onlar” karşıtlığı bu biçimde oluşunca, Batı’daki çağdaşlaşmaya da sıcak bakılamadı. Batı’nın bütününü değil, “bize uyabilecek” yanlarını alarak çağdaşlaşmak ilke olarak kabul edildi. Yani Batı’nın en azından bazı yanlarına karşı çıkılması en anlaşılır ilke oldu.
4 – Aslında “çağdaşlaşmak” teknik bir seçim olarak algılandı. Batı’nın teknik alandan başka kültürel bir gelişme de yaşadığı anlaşılmadı. Osmanlı döneminde bu “kültürel” alan ikincil sayıldı. Batı’ya ikircikli bakıldı denebilir, “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” denmesi bundandır. Kültürel mirasın etkisi ise hiç konu edinilmedi, bir iki antropolog dışında.
5 – Çağdaşlaşma ile milliyetçilik anlaşıldı. Gerçekten de Batı’nın gelişmiş ülkeleri, özellikle 19. yüzyılda “milli devletlerdi” ve bu ülkelerde milliyetçilik egemen ideoloji idi. Ancak Batı’nın “ileri” sayılması ne milliyetçiliğindendir, ne de gelişmesini milliyetçiliğe borçludur. Batı’nın kültürel gelişmesi milliyetçiliğin egemen ideoloji olmasından çok önceleri başlamıştı. Milliyetçi ideolojinin Batı’nın gelişmesinde olumlu rol oynadığını söylemek de kolay değildir; hatta bu ideoloji Batı’da sorunlar yaşatmıştır demek herhalde daha doğrudur. Milliyetçilik ile “çağdaşlaşmanın” eş zamanlı olması bunlar arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır anlamı çıkmaz. Milliyetçiliğin çağdaşlaşma sayılması, bu alanda yanlış bir rotanın seçilmesine neden oldu. Türkiye’de doğmakta olan burjuva sınıfının yok edilmesi bu “çağdaşlık” sanılan milliyetçilik adına oldu.
6 – Nihayet çağdaşlaşma aceleye getirilmiş bir “toplum mühendisliğine” dönüştürüldü.
Çağdaşlaşmanın “teşhisi” böylesine eksik ve yanlış olunca, bu yöndeki uygulamaların da pek isabetli olmaması normal sayılmalı. Ancak yapılması gerekenleri sayıp sıralamak da hiç kolay değildir; belki yapılmaması gerekenlerden başlamalı. Belki “teşhis” diye sıraladığım “yanlışları” birer birer gündeme getirerek geçmişi yeniden yorumlamak gerekecek! Teşhis, yapılması ve yapılmaması gerekenlerin de listesidir.
Çağdaşlaşmanın bir bireysel yanı var. Yani her insan yaşam türü ve beğenisini seçmekte serbesttir. Zaten bu konuda yasaklar ve sınırlamalar getirmek pratik olarak olanaklı da değildir. Şu an söz konusu edilen bu özel alan değildir, olayın toplumsal yanıdır. Yani topluluk, ülke ve devlet olarak çağdaşlaşmak… Ancak “Ne yapmalı” sorusu, beş-on madde sıralayarak cevaplanamaz, çünkü soru temel bazı sorunları cevapsız bırakarak sorulmaktadır:
- – Çağdaşlaşma derken herkes aynı şeyi mi anlıyor?
- - Bu yönde gelişmeler gerçekten isteniyor mu?
- - Bu yönde gelişmeleri kim yürütecek?
Teşhiste görülen “yanlışlar” rastlantısal değildir. Bu yanlışların arka planında kültürel miras veya kimlik veya inançlar dediğim dinamikler bulunuyor. Bunlar bilinç düzeyinde bulunmayan duygular olarak yaşanır. Yani “yapılması gerekenler şunlardır” diyerek bir liste yapmak çözüm değildir. Çünkü teşhisteki “yanlışları” doğuran nedenler yerli yerindeyseler “yanlışlar” tekrarlanacaktır.
Batı’ya baktığımızda ne görürüz sorusu çok önemlidir. Belki temel sorun budur. Gördüğümüzü beğenmiyorsak “Batı gibi olmak” da söz konusu olamaz! Bunun için Çağdaşlaşmak derken aslında Batı gibi olmanın dışında başka bir şey ifade ediyor olabiliriz. Örneğin, “teknik olarak onlar gibi, ama – her ne demekse- kültürümüzü de koruyarak”! Bu “çözüm” aslında Batı gibi olmak istemiyoruz demektir.
Çağdaşlaşmayı kim yürütecek? Batı ile barışık olmayan, Batı’ya karşı kuşkulu olanlar mı? Batı’yı ikiyüzlü, acımasız, emperyalist, sömürücü, ahlaksız görenlerin, Batı’daki toplumlara benzeyen bir Türkiye istedikleri söylenebilir mi?
Batı karşıtı olmaya “anti-Atlanticism” veya “Westernophobia” da denir. Batı ile ilgili istatistik bulamadım ama Amerika (ABD) konusunda buldum. Dünya çapında Amerika’yı sevmeyen ülkeler sıralamasında Türkiye en başlarda. Mısır %86, Ürdün %85, Turkiye %73, Rusya %71. Filistin %66, Yunanistan %63 oranında Amerika’yı “sevmiyorlar”. Sevenlerin başında da şunlar var: Filipinler %92, İsrail %84, Güney Kore %82, Kenya %80, El Salvador %80, İtalya %78.[3] İlginçtir Amerika’yı sevenlerden bazıları eski sömürgeler veya
Amerika’nın savaştığı ülkeler. Batı’ya karşı olumsuz duygular besleyen bir toplum Batı gibi olmak ister mi? Batılılaşmak veya çağdaşlaşmak istiyorlar ise bu ne anlamdadır? Soruyu başka türlü soralım: Türk kamuoyu Avrupa Birliği üyesi olmak istiyor mu? İstiyor ise bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını neden uygulanmamasına itiraz etmiyor?
Batı’nın bir parçası olmak, günümüzde, soyut bir istek değildir, somuttur: Ve en kestirme yolu AB üyesi olmaktır. Ancak bu olduğunda Türkiye bazı egemenlik haklarını öteki AB ülkeleri ile “ortak” kullanacaktır. Bu isteniyor mu? Somut soralım: CB R.T. Erdoğan veya D. Bahçeli buna razı olur mu? AB standartları uygulandığında yetkileri sınırlanacak olan bugünkü siyasiler bunu isterler mi? Yani, toplumu ve yöneticileriyle Türkiye “çağdaşlaşmak” derken ne demek istiyor? Batı ile ne tür ilişkiler peşindedir? Kendini bu Batı’nın içinde mi, yakınında mı görüyor?
Yani nasıl çağdaşlaşırız sorusunu sormadan önce “çağdaşlaşmanın” ne anlama geldiği konusunda anlaşmak gerekir. Tabii, “biz kendi yolumuzdan ve Batı’nın standartlarını izlemeden çağdaşlaşacağız” da denebilir. Ve zaten şu an bu yapılmaktadır. Bu durumda da “neden çağdaşlaşmadık” sorusu anlamsız oluyor. Her şey yerli yerindedir, rota düzgündür, sorunsuz yol alıyoruz denebilir. Böyle düşünenlere göre benim problematiğim anlamsızdır. Tabii bu da bir görüştür!
Yazılarımın arayışları üç aşamalı olmuştur: a) Batı’nın “ileri” halini görebilmek, b) bu Batı gelişmesinin dinamiklerini anlamak, c) ve ne yapılması gerektiği konusunda tartışmak. Tabii yazıların ağırlık merkezi ilk iki aşama konusundaydı.
*
Ne yapmalı sorusuna cevap veremedim sanıyorum. Aynı yanlışa düşüp “şunları yapmalı, şunları etmeli” demek istemiyorum. Çünkü yukarıda iki sorunu vurgulamış oldum: 1) Toplumu tepeden değiştirmek kolay değil, 2) Bunu yapacak olanlar kim olabilir ki? Toplum bir değişikliğin gereğini derinden duymuyorsa, millilik içe kapalı olmak olarak yaşanıyorsa, toplum, en azından “hızlı” değişmeyecektir.
Arada, “ben bir aydın despot olsaydım ne yapardım” diye hayaller kurduğum da olmuştur! Bari bu rüyayı aktarayım: Yukarıda sözünü ettiğim Çağdaşlaşamamakla ilgili “teşhise”, madde madde, dikkatle bakardım. Bu yanlışları, tersine çevirip “yapılması gerekenler” listesine dönüştürürdüm. Ve bunu okullarda temel ders olarak okuturdum! Olacak şey değil! Rüya işte!
[1] Popper, Karl. The Open Society and its Enemies, Cilt 1, London: Routledge and Sons, 1945, s. 138-148.
[2] Sunar, İlkay. State, Society and Democracy in Turkey, İstanbul: Bahçeşehir Üniversity Publication, 2004, s. vii ve s. 2.

Yorum Yazın