Kötülüğün sıradanlığı… Hannah Arendt’in dile getirdiği bu sözün neye işaret ettiğini her gün, sürekli hatırlatan olaylar yaşıyoruz. Kötülükler sanki pusuda bekliyor.
Şiddet, ötekileştiricilik üzerine kurulu.
Nazi rejiminde insanlar, Yahudiler, eşcinseller yalnızca yok edilmediler. Hitler’in kendi deyişiyle tıpkı “zararlı böcekler” gibi gösterildiler, ötekileştirildiler.
Nedense şiddete karşı çıkanların bir bölümü kötülüğü insanlar üzerinden okumaya meyilli. Kötü insanlar var (evet gerçekten var) ve bu nedenle kötülük var. Ama bunu söylemek bana yetersiz gibi geliyor.
Kimi zaman cinayetlerin yarattığı travma gözleri öyle kamaştırıyor ki, “ağaçlardan orman, yani şiddeti yaratan ortam” görülemiyor. Cinayetlerin yarattığı ürkütücü görüntü gerçek failleri bir sır perdesi gibi saklayabiliyor. O zaman şiddeti analiz etmek, iyileşmek mümkün olmuyor.
Tam da bu cinayetleri işleyenlerin istedikleri gibi.
Hakan Tosun’un sorun ettiği konulara bakarsanız bunların hepsini iktidarla iç içe geçmiş olan yapıların gerçekleştirdiğini görüyoruz. O insan olanları ve olmayanları nesneleştiren ilişki biçimini sorguluyordu.
Kamusal alan, müşterekler imtiyazlı güçlerin işgaline uğramış vaziyette. Nesneleştirici güç ilişkilerinin yaptığı kamu sahasını işgal edilecek bir boşluğa dönüştürmekten başka bir şey değil. Bu nedenle bir şiddet “habitus”u içinde yaşıyoruz. Şiddet yalnızca farklı kimliklere sahip insanların katli, kadın cinayetleri ile görünür hale gelmekle kalmıyor, çok daha sinsi bir şekilde müşterek alanı kaplıyor. Hakan Tosun, Hrant Dink’in katlinde de görüldüğü gibi şiddeti şekillendiren yalnızca gördüğümüz failler, saldırganlar değil. “Habitus” farklı eylemselliklerin kesişmesinden, farklı faillerin birbiriyle ilişkisinden doğan bir kötülükler oluşumu, bir ilişkiler ağı.
Hakan Tosun yalnızca bir gazeteci, bir belgeselci, doğasever bir aktivist değildi. Birçok kişinin söylemeye, göstermeye, erişmeye gücünün yetmediği ya da görmezden geldiği konuları ortaya çıkaran bir kişilikti.
Günümüzde bu “şiddet habitus”u içinde çok çeşitli cinayet aletleri kullanılıyor. Hegemonların baş edemedikleri insanları yalanlarla zindanlara atmaları da hiç farklı bir durum değil. Hırslar, çıkarlar, düşmanlıklar yan yana. Öncelikle dilin de bir cinayet aleti olduğunu unutmayalım. İftiracılık, infazcılık, ötekileşticilik…
Arkasından da fiziksel şiddet.
Önerim şu: Herkes Hakan Tosun’u anmak için kendi başına gelenleri anlatsa, kampanya böyle büyütülse.
Birinci tanıklık: İstanbul’un kuzeyindeki geçmişe fenerler idaresine ait 104 parsel inşaat yapılmak ve kara paraları aklamak üzere kumarhaneler kralına satıldığında, bir anda şehrin neredeyse bütün kuzey kıyılarına dozerler girdi, ağaçlar kökleriyle sökülmeye başladı. Ağaç kesimlerini, şehrin en güzel kıyılarının yok edilmesini engellemek için elimizden geleni yapmaya çalıştık. Şaşırtıcı ama kimsenin sesi çıkmıyordu. Dilekçelerimize cevap alamıyorduk. Belediye başkanı “göster bana” bahanesiyle makam arabasıyla AKM’nin önünden beni aldı ve uzun uzun sorular sordu ve tehlikeli diyerek uyardı. (Beni arayışının ve buluşmamızın asıl nedeni şuydu: Bu kişi susmadığına göre arkasında mutlaka birileri olmalı diye merak etmişti.) Koruma kurulu başkanı, meslek odası başkanı, basın, şehrin belediye başkanı… neredeyse hepsi “sen neyle, kimlerle uğraştığının farkında mısın” diye beni "dostça" uyardılar.
Bu olay basında Nokta Dergisi, Cumhuriyet Gazetesi gibi yayınlarda yer aldıktan sonra Hürriyet’te ön sayfa manşeti ve haberi oldu. Tuhaf bir şekilde Ertuğrul Özkök bu olayın üzerine gitti, köşesini ayırdı. Zaten silahlı çete Cihangir'de, evimin yüz metre ilerisinde karargah kurmuştu, bir cinayetle el konan mülkün üzerinde. Bunun gibi kıyısından döndüğümüz bir kaç olay daha oldu. (Başıma korkunç şeyler geldi, ama bugün çok iyi biliyorum ki tesadüfen hayattayım.) Yurt dışından döndüğümde Susurluk kazası ile bu olay patladı, Aydınlık için Yurttaş Girişimi’ni kurduk.
İkinci tanıklık: Gökkafes protestolarında sonradan yapının içinde önlem olarak silahlı adamlar tuttuklarını, aramıza casuslar soktuklarını bizzat failin kendi oğlundan öğrendik. Bu olayın da çok şaşırtıcı detayları var, üzerine kitap yazılabilir. .Ancak şu kadarını söyleyeyim: Meğersem eylemin binanın işgali ile sonuçlanacağını hayal etmişler. Telefonlarımızın dinlendiğini fark ettik. Tehdit telefonları geldi. Öncesinde katılacak grupları birbirine düşürmeye çalıştılar. Hatta gene bu kişiden öğrendiğimize göre kimi önemli kişilere, STK’ların yöneticilerine bu eylemi sabote etmek için rüşvet dağıtılmış.
Üçüncü tanıklık: Bir benzeri olay da 6-7 Eylül sergisi nedeniyle 2005 yılında aldığımız ölüm tehditi mektuplarıydı. Tarih Vakfı Başkanı Mete Tunçay ile birlikte bu mektupları alıp Muammer Güler zamanında valiliğe gitmiştik. Evimin kapısında bekleyen kişiler vardı. Bu kişiler zannedersem sivil polislerdi. Güvenlik önlemleri alınmıştı. Serginin açılış günü kapıda bir Çevik Kuvvet müfrezesi, salonda altıya kadar sayabildiğimiz sivil polisler vardı. Ancak tuhaf bir şey oldu, birbiriyle haberli olan iki grup geldi. Birinciler bağrış dışında bir şey yapmadılar. İkinciler silahlı külahlı siyah giyimliydi. Tam bu sırada polisler çekiliverdi. Saldırı gerçekleşti, ama bizi öldürmediler. Arkasında kimler vardı, bunu bilseniz çok şaşırırsınız. Sonraki olaylarda, cinayetlerde aynı ayrıntıların tekrarlandığını gördüm.
Bu cinayet içinde bulunduğumuz düzenin, “habitus” nasıl bir şey olduğunun göstergesi. Şiddet gözü dönmüş kişilerde cisimleşiyor ama onların içinde yer aldıkları “habitus”un da nasıl yaratıldığını görmek gerekiyor. Kötülüğün sıradanlığı işte böyle bir şey olmalı.

Yorum Yazın