Siyaset kurumu Türkiye’nin temel sorununun ekonomi olduğunu, bir türlü benimsemedi.
Cumhuriyetin ilk döneminde seçilen, serbest piyasa modelinden 1929 yılında vaz geçildi. ABD’de ortaya çıkan “büyük buhranın” etkisi, erken Cumhuriyet döneminde kamu yatırımlarına ağırlık verilmesine neden oldu.
Uzun yıllar boyunca iktidarların siyasal etki aracına dönüşen, kamu girişimleri (KİT) 1980 yılına kadar üretimi öncelemek yerine, işsizliği yapay istihdam ile çözmeye çalışan, farklı siyasal partilerin elinde “arpalıklara” dönüştüler. Bir zamanların övünç kaynağı sanayi kuruluşlarının arazileri, son yıllarda imar rantı ile değerlendi ve satıldılar. Bu gelişmelerden iktidar yandaşları da paylarını aldılar.
Süreç içinde “üleşme” ya da “üleştirme” olgusu, işlevselliği siyasetin geri planına itti. Üretim artışı söylemi yerine -örneğin- tarımda daha fazla taban fiyatı teklif edenler gündemi oluşturdular. Verimlilik kavramı ise hiç bir zaman gündeme getirilmedi. Maaşların arttırılacağı açıklanırken, hangi kaynaklarla gerçekleştirileceği yeterince açıklanmadı.
Siyaset kurumunun ülke sorunlarının çözümüne yaklaşımı, bu aşamada samanlıkta kaybedilen iğneyi, dışarıda arayanlara benziyor.
AKP’nin iktidara geldiği, 2003 yılında 1gr 24 ayar altının Türk lirası fiyatı; 17,53 ₺ iken içinde bulunduğumuz 2025 yılının ağustos ayında 4.032,40 ₺ olmuş. Artış oranı tam 230 kat. Dünya ekonomik göstergelerine bakıldığında, yaşadığımız enflasyon oranı Ukrayna-Rusya gibi savaşan iki ülkeden, enflasyon şampiyonu ilan edilmesine alıştığımız, Arjantin’den çok daha fazla.
İktidar açısından yönetim sorunu giderek büyürken, muhalefetin de yönetişimde zorlandığı söylenebilir. Türkiye’nin iyi yönetilemediğini gösteren, yüksek enflasyon oranı dışında bir gösterge daha var. “Transparency International” adlı uluslararası STK’nın Şubat 2025 ayında yayınladığı, 180 ülkeyi kapsayan “Yolsuzluk endeksinde”( = Corruption perceptions endex) Ülkemiz 107.Sırada yer alıyor. Demokrasi endeksinde de yerimiz hiç iç açıcı değil. Değerlendirmelerde; 4,26 puanla 167 ülke arasında 103.Sırada yer alan, hibrit rejimle yönetilen bir ülke konumundayız.
Yaşadığımız süreç; muhalefetin yukarıdaki sıralamayı kamuoyunda tartışmasını engelliyor. Oysa beklentiler; muhalefetin var gücüyle bu tartışmayı başlatması yönünde gelişiyor. Önceki genel seçimlerde TBMM’ne seçilmelerine yardımcı olduğu AKP kökenli partilerin, saflarını farklı konumlandırmaları, CHP’nin bu konuda yalnız kalabileceğini gösteriyor. Babacan ve Davutoğlu’nun partilerinin olası bir erken seçimde, CHP’yi zayıflatma olasılıkları yok.
Benzer gelişme DEM ile ilişkilerde de ortaya çıkabilir. Bu parti sözcülerinin olası bir seçimde seçmenlerini, bazı bölgelerde çok güç olsa da AKP-MHP ortaklığına oy vermeye ikna edebilecekleri anlaşılıyor.
CHP Yönetimi bu olasılığı da göz önüne alarak, AKP-MHP-İmralı üçgeninde oluşturulacak yeni Kürt açılımı ekseni karşısında siyasal koordinatlarını belirlemesi ve açıkça ilan etmesi, kaçınılmaz hale gelebilir. Örneğin Belediyelerin, AB Yerel Yönetim Şartının uygulanması ile merkezin baskılarından nasıl kurtarılacakları açıklanabilir.
MHP ‘nin umulmadık bir anda başlattığı, “umut hakkı” tartışmasının, Esad sonrası Suriye’de oluşan yeni İslamcı iktidarı, şimdilik kaydıyla bu ülkede özerk bölgesel yönetim biçiminden uzaklaştırdığı söylenebilir. İlk bakışta ilgili görünmese de Türkiye’nin Suriye ve Gazze’deki tutumu, ABD B.Elçisinin deyimiyle iktidarın aradığı meşruiyetin ABD ‘de bulunduğu anlaşılıyor.
CHP Yönetimi baskı ile oluşturulmak istenen, parti içi sorunlara yoğunlaşmak zorunda kalabilir. Ancak hiç gecikmeden gerçekçi bir program ile çözüm önerilerini geniş kitlelerle paylaşmalı. Sürekli yinelenen mitingler, Silivri mektuplarının okunması, partinin çok başlı yönetildiği izlenimi uyandıran, gündem oluşturma amaçlı açıklamalarla, her şeyin çok güzel olacağı beklentileri duygusal eşikte kalabilir.

Yorum Yazın