Bu hafta, daha önceden de defalarca izlediğim, aslında insanın hırsları üzerine kurulmuş, mükemmel oyunculukların olduğu bir filmden bahsetmek istiyorum. Darren Aronofsky’nin yönettiği Black Swan (Siyah Kuğu), başrolünde Natalie Portman’ın adeta bir dönüşüm yaşadığı bir yapım. Mila Kunis, Vincent Cassel ve Barbara Hershey gibi oyuncuların da etkileyici performanslarıyla şekillenen film, bale dünyasının zarafetinin ardında gizlenen baskıyı, kırılganlığı ve deliliğin eşiğindeki mükemmeliyet arayışını anlatıyor.
Filmin merkezindeki karakter Nina Sayers, genç bir balerindir. “Kuğu Gölü” balesinde hem beyaz kuğuyu hem de siyah kuğuyu canlandırma fırsatı eline geçtiğinde, bu yalnızca bir rol değil, aynı zamanda bir kimlik mücadelesine dönüşür. Beyaz kuğu, disiplinin, masumiyetin ve düzenin simgesidir. Siyah kuğu ise tutkuların, içsel özgürlüğün ve kontrolsüzlüğün. Nina, ikisini birden olabilmek için kendini yeniden inşa etmeye girişir. Bu süreçte bedeni, zihni ve ruhu üzerindeki hakimiyet yavaş yavaş elinden kayar. Gerçeklik algısını yitirir ve kendi amacı uğruna herkesi, hatta kendini bile yok sayar.
İktidar da çoğu zaman böyle başlar. Bir amaca, bir “kusursuzluğa” inanır. Kendi sınırlarını çizerken başkalarının sınırlarını belirler. Tıpkı Nina gibi, kontrol ettikçe büyüdüğünü sanır. Oysa her emir, her yasak, her müdahale içten içe bir çatlak bırakır. Gücün kendisi de tıpkı sanat gibi, önce bir biçim arayışıdır; ama biçim tamamlandığında hareket biter. Mükemmellik bir anlığına var olur, sonra kaybolur. Çünkü hep daha iyisi, daha kusursuzu vardır.
Nina’nın hocası Thomas, sanatı bahane ederek onu sürekli daha ileriye iter. “Kendini bırak,” der, “içindeki karanlığı hisset.” Ama aslında onu her an denetler. Bu denetim, Nina’yı özgürlüğe değil, yıkıma götürür. Güç de böyledir: kontrolü elden bırakmayı öğütler ama asla bırakmaz. Her şey onun elinde olmalıdır, ama aynı zamanda kendiliğinden olmalıdır. Bu çelişki hem Nina’nın hem de iktidarın en yıkıcı paradoksudur.
Nina’nın annesi, geçmişte kendi hayallerini gerçekleştirememiş bir balerindir. Kızının başarısını kendi ikinci şansı olarak görür. Her sabah onu uyandırır, yedirir, giydirir, sınırlar. Sevgiyle karışık bir sahiplenme içindedir. Nina özgürleşmeye çalıştıkça annesinin gölgesi büyür. Bu da iktidarın başka bir yüzüdür: sahiplenme kisvesi altında yönetme arzusu. “Ben senin iyiliğini istiyorum” cümlesinin ardına gizlenen, varlığını sürdürme isteği. Korumakla yönlendirmek arasındaki o ince çizgi hem anneyle kız arasında hem de toplumla iktidar arasında hep bulanıktır. İstenilen “iyilik” ölçütü belirsizdir. İyi olanın kimi beslediği, kimin pahasına var olduğu hep muğlaktır.
Film ilerledikçe Nina’nın iç dünyası parçalanmaya başlar. Aynada kendi yansımasını tanıyamaz hale gelir. Bir noktadan sonra hangi yüzün gerçek, hangisinin hayal olduğunu bilemeyiz. İşte o an, birey ile gücün ilişkisi de aynı hale gelir: Kim kimi yönetiyor? Kim kimin yansıması? İktidar da çoğu zaman kendi aynasında kaybolur; halkının suretinde kendi gölgesini görür. O gölge büyüdükçe ışık azalır, gerçeklik kaybolur. Nina’nın aynaları nasıl kırılıyorsa, gücün aynaları da sonunda kendi ağırlığı altında çatlar.
Nina’nın sahnedeki dönüşümü büyüleyicidir. Siyah Kuğu’ya büründüğü anda artık hiçbir şeyden korkmaz. O an, seyircinin gözünde kusursuzdur. Ama o mükemmellik bir performanstır; kanla, acıyla, delilikle örülmüştür. Bu sahne, aslında her iktidarın doruk anını da hatırlatır: dışarıdan büyüleyici, içeriden çürüyen bir zafer. Çünkü güç, alkışa bağımlıdır. Alkış kesildiği anda kendi varlığından emin olamaz. Ve bu yüzden her iktidar, tıpkı Nina gibi, bir daha asla o ilk mükemmel anı yakalayamayacağını bilerek yaşar.
Nina, son sahnede “Kusursuzdum.” derken aslında bir başarı değil, bir bitiş ilan eder. Çünkü kusursuzluk, hayatın değil, sonun tanımıdır. Değişmeyen şey, artık yaşamaz. Mükemmeliyet, insanın kendini inkar ettiği andır. İktidar da aynı yanılsamayı yaşar. Her şeyi kontrol altına aldığında, artık yönetecek bir şey kalmaz. Her sesi susturduğunda, kendi sesini bile duyamaz hale gelir. En sonunda, kendi hırsının kurbanı olur.
Black Swan, bir sanatçının değil, bir gücün portresidir aslında. Güzel görünmek ister, ama güzellik artık içten değil, dıştan gelir. Her hatayı siler, her çatlağı örter, her itirazı bastırır. Ve sonunda, geriye yalnızca pürüzsüz ama cansız bir yüzey kalır. Nina’nın son nefesiyle söylediği “Kusursuzdum.” sözü, işte bu yüzeyin altındaki trajediyi anlatır. Bu bir zafer değildir; bir tükeniştir.
Belki de bu yüzden film bu kadar evrensel bir yankı uyandırıyor. Çünkü hepimiz biraz Nina’yız; çünkü hepimiz, bir noktada, kendi mükemmelliğimizin peşine düşüyoruz. Ve kim bilir, belki de her iktidar da bu yüzden kaçınılmaz biçimde Nina’ya benziyor: sahnede parlayan bir yıldız gibi görünürken, içten içe kendi ikileminde kaybolan bir beden gibi.
Başak Yağmur Eray

Yorum Yazın