Giriş: Söylemler Çatışması
İktdardaki Cumhur İttifakı (Cİ) partileri liderleri ve sözcülerinin söylemleri giderek daha sert, yerici, düşmanca, tehditlerle dolu bir hal almaya başladı. Buna karşılık muhalefet partilerinin ve bilhassa CHP lider ve sözcülerinin söylemleri de savunu ötesinde, yergi, suç isnadı ve iktidar blokunun uygulamalarındaki tutarsızlıklara işaret eden bir içerik kazandı. İktidarın elindeki güç kaynaklarını kullanarak muhalefeti sindirmeye çalışmasının da giderek daha yaygın bir kayyım, soruşturma ve suç isnadı, hakaret ve iftira davaları, seçimlere mevzuattaki yetkili mahkemeler dışına çıkılarak yapılan yargı müdahaleleriyle, hakça bir rekabet ortamını terk ederek hukukun araç olarak kullanıldığı bir savaş (lawfare) haline geldiği gözleniyor. Bu ortamda iktidar – muhalefet ilişkileri sert, çatışmacı bir hal alırken zehirli bir dil de yerleşiyor. Özellikle iktidarın barışçıl olarak devri, iktidar ve muhalefetin belirli aralıklarla barışçıl olarak münavebesi (yer değiştirmesi) zora girerken siyasetin bedeli veya maliyeti, özellikle iktidarı kaybetmenin maliyeti artıyor. Belki böyle bir ortamda kullanılan siyasal dil ve söylemin sertleşmesi, tahkir, aşağılama v.b. bir içeriğe sahip olmaya başlaması beklenebilir. Ancak, bu ortamda iktidar ve muhaleleft partilerinin söylemlerinde, özellikle oynanan siyasal oyuna müteallik olarak yazılı, yazısız kurallar (normlar) ve değerler konusunda da ilginç bir ayrışma dikkati çekmeye başladı. Bu yazıda bu konudaki iktidar ve muhalefet söylemlerinin vurguladığı değerler ve hatta değerler sistemine daha yakından bir bakış atmaya çalışacağız.
Siyasal Söylemlerin Varsaydığı Oyun ve Davranış Kuralları
14 Ekim 2025 günü Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) başkanı Devlet Bahçeli, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Özgür Özel’in İspanya ve Belçika’daki konuşmalarına atfen yaptığı açıklamalarda, “kol kırılır, yen içinde kalır” ifadesini kullanarak muhalefet liderinin ülke dışında ülke siyasetindeki gelişmelerden duyduğu sıkıntıları anlatmasını eleştirdi. Aynı gün Mısır’dan dönen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) başkanı da olan Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan uçakta yaptığı açıklamalarda, yine aynı duyarlılığa atfen CHP lideri Özgür Özel’in Avrupa’da yaptığı konuşmaları, iç siyaset hakkında şikâyetlerini dillendirmesini yerlilik ve milliliğe aykırı bularak eleştirdi. Esasında bu eleştiriler ve onlarda kullanılan dil ve yöntem bir süredir devam etmekte olup, çok da yeni değil. Ancak, şimdi gayet belirgin ve sistematik bir hal almaya başladı. Burada gerek Bahçeli, gerek Erdoğan’ın vurguladığı milli sınırlar içinde kalan iktidar – muhalefet ilişkilerinin, devletin egemenlik alanında kalması gereken ve ülke dışında iktidara yönelik olmasına karşın, sanki devleti, milleti veya toptan Türkiye’yi şikâyet eden bir içerik almasının kabul edilemezliğidir. Buradaki ima açıktır: Ulusal egemenlik siyasal davranış ve söylemlere mutlak sınırlama içerir bir ilkedir. Bu sınırlar içinde iktidar istediği gibi, kendi partizan düşünce ve çıkarlarına göre yönetme hak ve gücündedir.
Buna karşılık CHP lideri evrensel olarak kabul edilen insan hakları ve özgürlükler ile demokrasinin küresel standartlarına da vurgu yaparak, Türkiye’nin üyesi olduğu Avrupa Konseyi ve onun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (European Convention of Human Rights) dolayısıyla burada mutlak ve sınırlayıcı bir ulusal egemenlik savının mümkün de anlamlı da olmadığını varsayan bir biçimde davranmaktadır. Bu durumda herhangi bir ülkedeki siyaset Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmelerin evrensel olarak kabul ettiği ilke, değer ve normları dikkate alarak yapılmak durumundadır. Bunların ihlali ulusal egemenlik alanıyla sınırlı bir konu olmayıp, dünyadaki ve özellikle Türkiye’nin üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nde ve ona üye ülkelerde de, siyasal partilerin üyesi oldukları dünya partiler birliklerinde de ele alınıp, araştırılacak ve eleştirilebilecek içeriktedir. İnsan hakları ve özgürlükler ihlal ediliyor, hukuk standartları, ilkeleri göz ardı ediliyor, adil yargılama uygulanamıyorsa, bu durum sadece bir ülkenin iç siyasal sorunu olmayıp, insan yaşamını tehdit ettiği için küresel veya evrensel sorundur. Onun için BM bu konudaki antlaşmalara “evrensel” nitelemesinde bulunmuş ve bunları imzalayıp onaylayan ülkeleri de bu antlaşmalarla bağlı kılmıştır. 1982 Anayasasının 90. maddesinde bu sözleşmelerin anayasaya aykırı olarak değerlendirilemeyeceği ve bir çatışma durumunda o sözleşmelerin uygulanmasının da esas olacağı kabul edilmiştir.
Bu durumda ortaya siyasetin kapsamı ve içeriği üzerinde farklı yaklaşım ve bakış açılarından kaynaklanan bir çatışma ortaya çıkmaktadır. İktidardaki cumhur ittifakının ileri gelen parti ve liderleri ulusal egemenliğin mükemmel bir sınırlama içerdiği ve o çerçeve içinde kendi istedikleri gibi bir yönetimin sorgulanmadan kabulünü savunmaktadırlar. Buna karşılık muhalefet parti ve liderleri, bilhassa CHP, insan hakları, özgürlükler ve onların en geniş kullanım alanı bulduğu demokrasi söz konusu olduğunda evrensel değerler ve antlaşmaların geçerli olduğu, ulusal egemenliğin mutlak bir sınırlamaya sahip olmasının mümkün olamayacağını savunmaktalar.
Burada iki çok farklı ideolojinin bir yanda milliyetçilik ile diğer yanda evrensel insan hakları ve özgürlükleri anlayışının çatıştığını görüyoruz. Bu çatışmanın arkasındaysa iki farklı ideoloji olarak otorkrasi ile demokrasinin çatışması yatmaktadır. Başta Vladimir Putin ve Xi Jinping ve onların iktidar partileri olmak üzere tüm otoriter rejimlerin ülkelerinin milli egemenlik haklarının savunusunu yaparken demokrasiyi hedef aldıklarını görmekteyiz. 4 Şubat 2022 günü Putin ve Xi, Rusya Ukrayna’ya saldırmadan birkaç hafta önce yaptıkları ortak açıklamada “... demokrasi ve insan hakları bahanesiyle egemen devletlerin içişlerine müdahale...”den yakınırlarken, “...devletlerin kültürel ve uygarlık olarak çeşitliliklerine ve farklı ülkelerin halklarının kendi kaderlerini kendilerinin tayin haklarına saygı gösterilmesi...” çağrısında bulunmuşlardı[1]. Bunu herkesin anlayacağı bir biçimde ifade etmek gerekirse, sınırlarımız içinde egemenliğimiz mutlaktır ve hiç bir başka devlet, kuruluş, dernek veya kişi bizim ülkemizde insan hakları ve özgürlükler konusunda yaptığımız uygulamaları değerlendirmek ve eleştirmek hakkına sahip değildir demektedirler. Bizim kendi kültürümüzde işkence, kötü muamele, istediklerimizi istediğimiz gerekçelerle tutuklamamız, cezalandırmamız sorgulanamaz demektedirler. Kol kırılır, yen içinde kalır demenin herhalde başka bir ifadesi olsa gerektir bu yaklaşım. Bu rejimlerde iktidardakilerin gözünde demokrasi ve demokratikleşme tehdit, düşman etkinliği, ülkenin kültürü ve medeniyetine saldırı olarak kabul edildiğinin de bir başka ifadesidir aynı zamanda. Halklarının demokrasi istemeyeceği, onların kültüründe bunun yeri olmadığı, eğer böyle bir taleple halk protestolarda bulunursa, bunun o kültür dışından gelen bir etki yüzünden olduğu savı ileri sürülmektedir böylece.
Buna karşı demokrasi ve dolayısıyla insan hakları ve özgürlüklerin savunusunu yapanlar ise buradaki değerlerin otokrasi için araçsallaştırılmasını reddederek, milli egemenliğin otoriter bir yönetimin keyfi ve zor kullanan uygulamalarına, hukukun üstünlüğünü yok saymasının aracı olarak kullanılmasına müsaade edilemeyeceğini savunmaktadırlar. Demokrasi ve onunla yakından ilişkili olan kişisel hak ve özgürlüklerin evrenselliği, bunlara yapılan keyfi müdahalelerin, ülke sınırlarını da aşarak diğer demokrasilerle paylaşılması, onlardan hiç olmazsa moral destek talep edilmesi II. Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşmıştır. Özellikle demokrasiden ayrılıp otoriterleşmeye başlayan ve böylelikle hukukun üstünlüğünü aşındıran, insan hakları ve özgürlükleri ihlal eden uygulamalara yer veren hükümetlerin, aynı çerçevede, eleştirilmesi de yaygınlaşmıştır. Kaldı ki Türkiye gibi Avrupa Konseyi üyesi olan bir ülkenin diğer üye ülkeleri bu konularda uyaran, onlardan destek talep eden ve nihayet Konsey’in organlarından olan AİHM’e başvuruda bulunması da anayasa ve siyasal rejim açısından pozitif hukuk sınırları için de yer alan bir uygulamadır.
Sonuç: Siyasal Söylemler Çatışmasında Türkiye
İktidardaki cumhur ittifakı partileri ile muhalefetteki siyasal partiler ve bilhassa CHP arasındaki iktidar uygulamalarına ilişkin yorum, anlatım, biçem ve söylem ayrışması bir süredir yaşanmaktadır. İktidar koalisyonunun lider ve sözcülerinin milliyetçi esaslı ama otoriter bir siyasal rejim esprisi içinde yaptıkları yorumlarla, muhalefetin yaptığı evrensel haklar ve özgürlüklere vurgu yapan demokratik ilkelere uygun söylemler ve davranışlar artık açıkça çatışmaya başlamıştır. Bunun en açık hali de CHP’nin Avrupa’da yaptığı diğer sol partilerle olan temaslar ve Avrupa’da yaşayan Türk eçmen kitlelerine yönelik düzenlediği mitingle ortaya çıkmıştır.
Özellikle MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “kol kırılır, yen içinde kalır” tabirindeki “yen” ile kastedilen herhalde ulusal sınırlardan ibarettir. Ancak, zaten bugünkü elektronik ve iletişim teknolojisinin egemen olduğu dünyada böyle bir sınır mevcut değildir. Her ülkenin içinde gelişen olay, etkinlik veya yapıla açıklamalar anında dünyaya medya, basın ve sosyal medya üzerinden yayılmaktadır. Üstelik İstanbul gibi dünyanın en büyük metropollerinden birisinin belediye başkanının hiçbir iddianame olmadan aylarca, kaçma şüphesi var diye tutuklanmasının dünyada haber olmaması mümkün olabilir mi? Kaldı ki, Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları beyannameleri, sözleşmeleri ve antlaşmalar, üye olduğu uluslararası kuruluşlar dolayısıyla hem iktidar hem muhalefetin kendi siyasal parti bağları ulualararası bir nitelik kazanmıştır. Bu çerçevede bu siyasal partiler toplulukları arasında bu tür gelişmeleri anlatmak, tartışmak ve görüşmek doğaldır. Avrupa Konseyi üyesi olan Türkiye’nin diğer üyelerle temas eden parti liderlerinin bu gibi hususlar ortaya çıktıkça bunlar hakkında iktidarların demokrasi karnesinin ele alınması kadar doğal bir şey olamaz. Kısacası “yen” sadece ulusal sınırlardan ibaret olmayıp, tüm Avrupa Konseyi, onun kurumları, örneğin AİHM, Parlamenterler Birlikleri ve hatta Birleşmiş Milletleri de içeren bir genişliktedir. Kaldı ki kökeni Osmanlı toplumundan gelen bu “kol kırılır, yen içinde kalır” ifadesi demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü gibi olgularla da bağdaşan bir içerikte değildir. Bu ifade şeffaflığı reddettiği gibi, yapılan bir şeyin olabildiğince dar bir çerçevede kalması, etrafın pek bilmemesi gerektiğine işaret etmektedir. Pekiyi, neden bilinmesi istenmez? Usulsüzlük, hukuksuzluk, adaletsizlik, siyasal etik ihlali gibi bir konu yoksa yapılan uygulamanın duyulmaması neden istenir? Bu tür sakatlıklar varsa, o zaman bunların giderilmesi gerekmez mi? Eğer bu tür eksiklik veya sakatlıklar yoksa da olanın hukuka, etiğe, usule, adalete uygunluğunu anlatmak yeterli olacaktır, yen içinde saklamaya ne gerek vardır?
Görülebildiği kadarıyla burada sorun giderek otoriterleşen, mevzuat dışına çıkan, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ihlali görütüsünde olan uygulamaların geniş bir çerçevede tartışılmasını önlemekten ibarettir. Unutulmamalıdır ki, bundan 25 yıl kadar önce aynı mecralarda AKP kurucuları kendilerini engelleyen, kendi seçmenlerini mağdur ettiğini düşündükleri konuları dillendirmekten de geri durmamışlardır. O zaman Türkiye için sorun olmayan bu temaslar neden şimdi kendi iktdarlarında sorun olmaktadır sorusunun da ikna edici bir yanıtı verilememiştir. Görülen o dur ki, bugünkü neo-patrimonyal sultanizm rejimi melez niteliklerini kaybederek otoriterleşme eğilimini güçlendirdikçe bu söylem ve edim farklılaşması ve çatışması daha da derinleşecek ve genelleşecekmiş gibi durmaktadır.
[1] Applebaum, Anne (2025) Autocracy, Inc.: The Dictators who want to run the world (New York: Vintage Books): 156 – 157

Yorum Yazın