Yıllar önce Ankara ziyaretlerimden birinde bir kavşakta dev bir saat görmüştüm. Memur kenti olarak bilinen, nüfusun büyük kısmının sabit çalışma saatlerine bağlı olduğu bir şehirde işlek bir kavşağa dev bir saat yerleştirmenin pek çok anlamı olabilirdi. Ankara’da en beklenmedik yerlerde, mesela boş bir arsanın sınırını çevreleyen kaldırımın üzerinde keçi heykelleri görmek de şaşırtıcı değildi. Sonradan bu kavşakta gördüğüme benzer şehrin farklı noktalarına konumlandırılmış başka saatler de olduğunu öğrenecektim. Hatta bu saatlerin bir turizm projesi fikri olduğunu, bu yazıyı hazırlarken hatırladım.
Saat kuleleri 13. yüzyılda özellikle kiliseler ve kent meydanlarında kullanılmaya başlandı. 16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı topraklarına da yayıldı. Yeniçağ’ın başlamasıyla birlikte yalnızca zamanı göstermek için değil, aynı zamanda teknolojik ilerlemenin ve kent düzeninin bir işareti olarak da önem kazandı (King, 2004; Rogers, 2020). İnsanların işe gidiş gelişleri, trafik yoğunluğu ve toplu taşımanın ritmi bu saatin mekanizmasındaki çarklara benzetilebilir. Tıpkı bir mekanik saatin çarklarının uyumlu hareketi gibi, makine şehir de öngörülebilir kurallar ve tekrarlarla işler. Saat, yalnızca zamana değil, kentin düzenine, ritmine ve mekanik işleyişine de işaret eder.
Bir önceki yazımda, kentlerin doğuşuna dair iki temel yaklaşımı hatırlatmıştım: İlki, tarımın ürettiği fazlalığın pazarı ve iş bölümünü mümkün kılması; ikincisi ise tanrılardan ilham alan kutsal mekânların merkezinde şekillenen kozmik kent anlayışıydı. Bugüne biraz daha yaklaşalım: Sanayi Devrimi’yle birlikte, kent artık evrenin bir yansıması değil, işleyen bir makine olarak düşünülmeye başlandı. Bu model, Julian Beinart’ın MIT’deki derslerinde belirttiği gibi, büyülü bir kozmos fikrinden serinkanlı bir düzen ve işleyiş mantığına geçişi simgeler (Beinart, 2013). Makine modelinde, şehir artık kutsal bir bütünün simgesi değildir; parçaları değiştirilebilir, eklemlenebilir, sökülüp takılabilir bir işlevsel sistemdir.
Makine-şehir en basit haliyle öngörülebilir kurallarla işleyen, modüler, hızlı kurulabilir ve eşitlikçi dağıtımı mümkün kılan bir kentsel düzen olarak ele alınır. Burada bütün yerine parçaların sürekliliği ve değiştirilebilirliği esastır. En tipik ifadesi ızgara şemasıdır. Beinart’ın da vurguladığı gibi, az sayıda kural ile çok farklı bağlamlarda okunaklı bir şehir dili üretir; avantajı az ölçüm ve düşük maliyetle hızlı kurulum sağlamasıdır (Beinart, 2013). Parselleme yoluyla mülk, altyapı ve hizmet dağıtımını basitleştirir, başlangıçta eşitlikçi bir ideal sunar.
Bu modelin erken örneklerinde, Mısır’da işçilerin konutları, Helenistik koloni kentleri ve Roma kamp-kentleri öne çıkar (Kostof, 1991). Grid sistemler dönemsel olarak ticari ve askeri düzenin ifadesi olarak okunabilir (Owens, 1991). Hardoy bu modelin, Yeni Dünya’da makine modelini kolonizasyon aygıtına dönüştürdüğünü öner sürer (Hardoy, 1973). Manhattan’ın 1811 Planı, “en ucuz ve en okunaklı” düzeni hedefledi ve bugün hâlâ bir “büyük makine” olarak işliyor (Reps, 1965).
Günümüzde şehir-makine farklı katmanlarda yaşamaya devam ediyor. Parsel ve imar sistemleri, ulaşım ve enerji altyapıları ve parametrik planlama araçları bu modelin güncel uzantıları. Lineer kent vizyonları –örneğin transit koridorları ya da lojistik hatları– makine fikrinin modern türevleri.
Makine modelinin faydaları oldukça belirgindir: hız ve ölçeklenebilirlik sağlar, okunaklıdır, başlangıçta eşitlikçi dağılım vadeder ve parçaların dönüşümüne izin verir. Ancak monotonluk ve kimlik erozyonu yaratabilir, eşitsizliği hızlandırabilir, ekolojik ve topografik koşulları görmezden gelebilir. Kolonyal bağlamlarda olduğu gibi siyasal araçsallaşmaya da açık bir yapıdır.
Lewis Mumford grid planını modern ticaretin standardizasyonuyla ilişkilendirir (Mumford, 1961). Richard Sennett, ızgaranın kenti bir “satranç tahtasına” indirgediğini savunur (Sennett, 1990). Buna karşı çıkanlar ise Manhattan örneğinde olduğu gibi ızgaranın yaratıcılığı tetikleyebildiğini, farklı ölçeklerde çeşitlilik ve yoğunluk üretme kapasitesine sahip olduğunu öne sürer.
Şehir, doğru ayarlandığında hem okunaklı hem de esnek olabilir. Yanlış kullanıldığında ise soğuk bir şablona, eşitsizlikleri büyüten bir mekân makinesine dönüşür. Kentin büyüsünü yitirmeden akıllı bir makine olabilmesi, bu dengenin iyi kurulmasına bağlıdır: Tıpkı insanlar gibi; doğru ayarı bulduğunda yaşamı taşıyan, canlılığı barındıran bir varlık gibi.
Kaynakça
Beinart, J. (2013). Normative Theory II: The City as Machine [Lecture notes]. MIT OpenCourseWare. https://ocw.mit.edu/courses/4-241j-theory-of-city-form-spring-2013/pages/lecture-notes/lec-3-normative-theory-ii-the-city-as-machine/
Hardoy, J. E. (1973). Urban planning in Latin America: Colonial heritage and modern challenges. Greenwood Press.
Kostof, S. (1991). The City Shaped: Urban Patterns and Meanings Through History. Thames & Hudson.
Mumford, L. (1961). The City in History: Its Origins, Its Transformations, and Its Prospects. Harcourt, Brace & World.
Owens, P. (1991). Literary & Historical Essays on the City. Routledge.
Reps, J. W. (1965). The Making of Urban America: A History of City Planning in the United States. Princeton University Press.
Rogers, J. (2020). Why do old towns have clock towers? History Facts. Retrieved from https://historyfacts.com/world-history/article/why-do-old-towns-have-clock-towers/
King, A. D. (2004). The clock tower and the city: Timekeeping and urban life in Europe. Routledge.
Sennett, R. (1990). The Conscience of the Eye: The Design and Social Life of Cities. Knopf.

Yorum Yazın