Filmin gösteriminden sadece beş gün sonra, 26 Mayıs’ta Çinli bilim insanları “kuantum sensing” yani kuantum algılama teknolojileriyle denizaltıların yerlerini tespit edebildiklerini gösterdi. Bilim kurgu, bilime ne kadar da yakın…
21 Mayıs’ta vizyona giren yeni Mission: Impossible filminde Tom Cruise, bu kez dünyayı kurtarmak için bir yapay zekâ sistemine karşı mücadele ediyor. Filmin merkezindeki bilinmeyen: yerleri tespit edilemeyen denizaltılar. Bunlardan birinin içinde, tehlikeli yapay zekanın kaynak kodu gizlenmiş. Kahramanımızın görevi, bu kodu ele geçirmek. Peki ya gerçek hayatta, denizaltılar gerçekten gizli kalmaya devam edebilecek mi?
Filmin gösteriminden sadece beş gün sonra, 26 Mayıs’ta Çinli bilim insanları “kuantum sensing” yani kuantum algılama teknolojileriyle denizaltıların yerlerini tespit edebildiklerini gösterdi. Bilim kurgu, bilime ne kadar da yakın…
Kuantum algılama (sensing), kuantum bilgisayarlar ve kuantum kriptografi gibi, atomun neredeyse “etinden ve sütünden” faydalanan bir mühendislik yaklaşımıdır. Temelinde, atom altı parçacıkların — özellikle de elektronların — “spin” adı verilen kuantum özelliği yatar. Spin, bir parçacığın kütle veya elektrik yükü gibi doğuştan gelen, içsel bir özelliğidir.
Fizikçiler bu spin’lerdeki değişkenlikleri gözlemledikten sonra, mühendisler üç temel yol izledi: Elektronların spin kararlılığını sağlamaya çalıştılar. Bu kuantum bilgisayarların temeli oldu. Atomun çekirdeğindeki nükleer spinlerin kararlılığı ise kuantum hafızanın. Elektronlar arası dolanıklıkta kuantum şifreleme için geliştiriliyor. Spin’lerdeki değişimin nedenleri çözümlemek ile de kuantum algılama cihazları üretmeye çalışıyorlar.
Kuantum algılama ile bir dış etki (manyetik alan, sıcaklık değişimi, basınç vb.) spin’leri etkiliyorsa, bu değişim ölçülerek çevrede olup bitenler tespit edilebilir.
Çin’in geliştirdiği sistem, işte bu kuantum temelli spin değişimlerini ölçerek çevresel manyetik sapmaları tespit eden bir sensöre dayanıyor: Coherent Population Trapping (CPT) tipi bir atomik manyetometre. Rubidyum atomlarının enerji seviyeleri, çevredeki manyetik alanlara bağlı olarak değişiyor ve bu değişimler mikrodalga sinyalleriyle okunabiliyor.
Weihai açıklarında yapılan testlerde, bu sensör drone’a bağlanarak 400x300 metrelik bir alanda olağanüstü bir hassasiyetle (0.849 nanotesla) denizaltı benzeri manyetik anomali haritalaması yaptı. Üstelik bu sonuç, iki bağımsız ölçüm arasında %99.8 tutarlılıkla tekrarlandı.
Denizaltılar gibi büyük metal kütleler ve motorlar, hareket ederken Dünya’nın doğal manyetik alanında çok küçük ama ayırt edilebilir bozulmalar yaratır. Kuantum sensörler işte bu manyetik “dalgalanmaları” haritalayarak görünmeyeni görünür hale getiriyor.
Asıl mesele şu: Bu teknolojiler kimin elinde, hangi amaçla kullanılacak? Görevimiz -eğer kabul edersek- artık yalnızca bilgi üretmek değil; teknolojiyi kurgudan gerçeğe, barıştan güvenliğe doğru yönlendirebilmek.
Filmden Gerçeğe
Tom Cruise’un yapay zekaya karşı verdiği mücadeledeki kurgu dünyası ile Çin’in gerçek dünyada gösterdiği teknoloji arasında ürkütücü bir paralellik var. Kurgu, yalnızca eğlence değil; aynı zamanda gelecek senaryolarının provasını da yapıyor.
Günümüzde kuantum mühendisliği, sadece atomları anlamakla kalmıyor; onları aktif olarak kullanan, ölçen, sabitleyen ve yorumlayan bir teknoloji düzeyine evrildi. Artık atomun davranışı, askeri stratejileri belirleyebilecek kadar değerli hale gelmiş durumda.
Gelecek Ne Getirecek?
ABD bu alanda hem kendi kapasitesi hem de Avustralya, Kanada, Almanya, Japonya gibi müttefiklerinin katkısıyla ciddi bir üstünlük sağlamış durumda. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS) kapsamlı değerlendirmesine göre, ABD önümüzdeki on yılda Çin’in önünde kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Ancak bu tablo, Çin’in bazı alt alanlarda yukarıdaki gibi sürpriz atılımlar yapma ihtimalini dışlamıyor. Bu nedenle teknolojik rekabetin nabzı artık sadece laboratuvarlarda değil, aynı zamanda uluslararası iş birlikleri ve stratejik önceliklerle de atıyor.
Çin’in sistemi henüz zorlu deniz koşullarında, elektromanyetik karmaşada veya hareketli hedefler karşısında tam olarak test edilmiş değil. Ancak gösterdiği potansiyel, sadece askeri değil; doğal kaynak arama, deprem takibi ve denizaltı araştırmaları gibi pek çok barışçıl uygulamayı da kapsıyor.
Asıl mesele şu: Bu teknolojiler kimin elinde, hangi amaçla kullanılacak?
Görevimiz -eğer kabul edersek- artık yalnızca bilgi üretmek değil; teknolojiyi kurgudan gerçeğe, barıştan güvenliğe doğru yönlendirebilmek.

Yorum Yazın