Dedemde de böyle olmuştu.
Hastaneden gelecek haberi beklediğimiz gecelerde birlikte kalıyorduk, derken teyzem, zifiri karanlık gecelerden birinin ortasında uyandı, biliyordu, dedem ölmüştü.
Hastanede aramak için sabahı beklediler.
Dün gece, Nihan yataktan apansız fırlayıp kalktığında yanıbaşımda duran telefonuma baktım, arayan yoktu, ama ben kadınların bu uyanışlarının sebepsiz olmadığını biliyordum.
Sabah babam aradı; babaannemin hayatını kaybettiğini söyledi.
Evvelsi gece, onu son görüşümüzde, zorlukla nefes alıyordu.
Doktorlar çeşitli tıbbi terimlerle durumu izah etmeye çalışıyorlardı; sodyumu düşmüştü, tansiyonu yüksekti, belki acının sebebi fıtıktı.
Oysa bunların hiçbiri değildi, yorgundu, çok yorulmuştu, yıpranmıştı.
Adeta ruhu hapsolduğu bedeni terk etmeye çalışıyordu.
Bu düşünceyi kendime sakladım ama yoğunbakıma uğurlarken bunun onu son görüşümüz olduğunu hissediyordum.
İçimden, bir an için, insana ölümün yanıbaşında olduğunu hatırlatan makinelerle dolu yoğunbakım yerine çok sevdiği Kozyatağı’nın yemyeşil parklarından birine götürmek geçti; geniş bir aile değildik, üstelik hep beraberdik, ölümü doğanın içinde, büyük bir parkta karşılama düşüncesi babaannemin yoğunbakıma kaldırılmak istemediği sözleriyle birleşiyordu.
Ama yoğunbakım bir umuttu.
Babaannemi yoğunbakıma kaldırdık.
İki gün dayanabildi, sonrası, sonsuz huzur.

Beşiktaş’ta doğmuştu, uzun yıllar Kozyatağı’nda yaşadı.
Bir de, Marmara Ereğlisi’nde bir yazlığımız vardı, babaannemin en mutlu olduğu yerlerden biriydi, satıldı.
Çocukluğumun cuma akşamlarında babaannemde kalırdım.
Dolayısıyla, babaanneme dair bütün güzel hatıralarım Kozyatağı’ndaki evdedir; onbirinci kat, ben çocukken babaannem gökdelende oturuyor sanırdım.
Babaanneme nazım çok geçerdi, belki fazla geçtiği bile söylenebilir, şımarıklığım tuttuğunda gecenin bir yarısı maydanozlu köfte kızartılırdı benim için.
Fotoğraf çekmeyi, kabak çekirdeği eşliğinde film izlemeyi çok severdi, şiirler yazardı.
Şiirlerini iki kitapta derledi.
Benim çocukluğuma dair epey bir fotoğrafımı babaannem çekmiştir.
Ben koşardım o fotoğraflarımı çekerdi, havuza girerdim babaannem yine fotoğraf makinesiyle gelirdi, doğrusu ya, aslında ben ne yapsam ona güzel ve biricik göründüğünden hemen deklanşöre basardı.
Kuaföre, manava, kasaba, terziye, nereye giderse cüzdanından benim bir fotoğrafımı çıkarıp anlatmaya başlardı.
Torunum da, aman da şöyledir de, aman da böyledir…
Hem mesut bir hayatı oldu hem yaşanmamış yıllarla dolu bir ömür geçirdi.
Hukuk fakültesini bitirmemek içinde kalan bir ukdeydi, başkaları da vardı mutlaka.
Bir ara, altmışlarında, İngilizce öğrenmeye heves etti.
Hep yaşamak doluydu.
Kolay bir hayat değildi babaanneminki, pek çok acı vardı, içinde sebepsiz görünen çok düşman vardı, onlarla mücadele ediyordu, onlarla mücadele etmek onu çok yordu.
Kozyatağı’ndaki parklara gider, bazen milyonlarımız olsa neler yapardık diye birlikte hayallere dalardık.
Şair ruhlu, ince, zarif bir kadındı.
Ben herhalde en fazla on yaşında olmalıyım.
Abuk sabuk fikirlerimi ilgiyle dinler, bana bir vişne ya da kayısı suyu alır, sonra bir arkadaşımla karşılaşıp hayırsız bir torun gibi hayalleri en can alıcı noktasında bırakarak bir topun peşinde koşuşturmamı mütebessim izlerdi.
Kozyatağı’nın parkları şimdi epey bir hüzünlü olmalı.
Benim oraya gidecek, binlerce hatıra arasında gezinecek takatim yok.
Bir-iki gün aramadığımda sesimi duymayı özlediğini söyleyerek telefonu açan babaannem artık yok.
Bu fikre ne kadar sürede alışılır bilmiyorum.
Güzel bir hayattı, zor bir hayattı; hem güzel hem zor bir hayattı.
Maydanozlu köfteler yapar, fotoğraf çeker, uzun akşamlarda açıp bir film izlerdi.
Geriye, iki şiir kitabı ve sayısız hatıra kaldı.
.jpeg)




























Yorum Yazın