Özet
Bu makale, Türkiye’deki Türk-Kürt meselesine dair hâkim söylemleri karşılaştırmalı biçimde incelemekte ve demokratik barış için alternatif bir söylem önerisi geliştirmektedir. Türk milliyetçi-ulusalcı söylem, ülkenin bölünmesi korkusu ve Türklük/Türkçenin imtiyazlarını kaybetme kaygısıyla güvenlikçi ve inkârcı bir çerçeve üretmektedir. KSH sempatizanı Kürt söylemi ise tarihsel inkâr, asimilasyon ve şiddet deneyimlerinden kaynaklanan mağduriyet, öfke ve onur arayışına dayalıdır. Bu iki söylemin duygusal-bilişsel yapıları, toplumun yaklaşık %70-75’ini etkileyerek kalıcı barışın önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır.
Makale, söylemlerin yalnızca bilişsel değil aynı zamanda duygulanımsal yatırımlar üzerinden inşa edildiğini ve bu nedenle direngen olduklarını tartışmaktadır. Politik ve ekonomik krizlerin, hâkim söylemleri ya daha da sertleştirebileceğini ya da demokratik dönüşüm için fırsat yaratabileceğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda, kalıcı ve pozitif barış için tarafların birbirini öteki olarak değil, karşılıklı öznellikler olarak tanıyacağı yeni bir “üçüncü söylem” gereklidir. Bu alternatif söylem, hakikat ve adaletle yüzleşmeyi, eşit yurttaşlık temelinde demokratikleşmeyi, anadil ve kültürel hakların güvenceye alınmasını ve şiddetin dışlanmasını öngörmektedir.
Sonuç olarak, mevcut iktidarın vizyon eksikliğinin süreci kırılganlaştırdığı; AKP, MHP ve CHP gibi kitle partilerinin kendi tabanlarını dönüştürmeden ne negatif ne de pozitif barışa ulaşılabileceği ileri sürülmektedir. Makale, toplumun çoğunluğunu ikna edecek yeni bir demokratik-barışçıl söylemin inşasının, yalnızca Kürt sorununda değil, Türkiye’nin demokratikleşme meselesinde de kritik önemde olduğunu savunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Türk-Kürt meselesi, Söylem analizi, Demokratikleşme, Pozitif barış, Negatif barış, Yüzleşme
xxx
Giriş: Söylemler
Türk-Kürt meselesi üzerine odaklanan makale dizime[1] devam ediyorum. Bugünkü makalede Türk ve Kürt taraflarında bu meseleye dair egemen söylemler arasındaki mevcut durumda çok geniş olan açıyı ve bunun duygusal arka planını ele alacağım. Bu açı kısmen kapatılmadan ve yeni bir ortak (üçüncü) söylem yaratılmadan meselenin, pozitif barışı geçtim, negatif barış ekseninde bile ilerlemesinin pek mümkün olamayacağını tartışacağım. Yeni ortak söylemin nasıl olabileceği konusunda da bir çerçeve önerisinde bulunacağım.
Söylemler, bireylerin ve toplumsal grupların belirli bir meseleyi nasıl algıladıklarını, anlamlandırdıklarını ve tepki verdiklerini şekillendiren duygulanımsal-bilişsel (affective-cognitive) yapılardır (Wetherell, 2012). Bu yapılar yalnızca kavramsal şemalar üretmez; aynı zamanda korku, öfke, gurur, aidiyet gibi yoğun duyguları harekete geçirerek kimliklerin inşasında ve sürdürülmesinde belirleyici rol oynar. Kimlikler ve toplumsal konumlar sabit özlerden ziyade, maddi üretim ilişkileri temelinde de olsa görece özerklikleri olan söylemsel pratikler aracılığıyla üretilmektedir (Laclau ve Mouffe, 1985). Hangi sosyal kimlik ve politik konumlarla özdeşim içine gireceğimiz, rasyonel gerekçelere ek olarak ve birçok durumda onlardan çok daha fazla gayet irrasyonel olabilen duygulanımsal yatırımlar üzerinden mümkün olmaktadır (Ahmed, 2004, Laclau, 2005). Dolayısıyla kitlelerin bir meseleyi “terör sorunu” ya da “ulusal hak sorunu” olarak kavramsallaştırmaları, yalnızca rasyonel çıkar hesaplarının değil, aynı zamanda bu duygulanımsal-bilişsel yapıların işleyişinin ürünüdür.
Toplumsal çatışmaların kalıcı biçimde çözülmesi, yalnızca siyasi aktörlerin müzakere masasında uzlaşmalarıyla değil, aynı zamanda toplumun geniş kesimlerinde hâkim söylemlerin rıza üretecek şekilde dönüşmesiyle mümkündür. Psikanalitik açıdan bu süreç, bireyler ve gruplar arasındaki karşılıklı etkileşimlerde bastırılmış duyguların ve savunmaların görünür kılınmasıdır. Kalıcı barış, tarafların birbirini yalnızca öteki olarak değil, karşılıklı öznellikler (inter-subjectivities) olarak tanımasıyla mümkün olabilir (Benjamin, 2004). Bu, yeni bir söylemin yalnızca bilişsel değil, aynı zamanda duygulanımsal dönüşümlerle inşa edilmesi gerektiğini gösterir.
Gruplar arası çatışmalarda kalıcı çözümler, düşman imgelerinin yumuşaması ve ortak bir üst-kimlik geliştirilmesiyle mümkün olabilmektedir. Bireylerin kendilerini yalnızca etnik ya da ulusal kimlikleriyle tanımlamak yerine, daha kapsayıcı çerçevelere dâhil olduklarında önyargıların ve tehdit algılarının azaldığı bilinmektedir (Tajfel ve Turner, 1986). Çatışmayı besleyen söylemlerin etkisi kırılmadan ve alternatif söylemler yaratılmadan barış kültürü gelişememektedir (Bar-Tal, 2000; Lederach, 1997). Türkiye’de de benzer biçimde, barışçıl bir gelecek için yalnızca tarafların değil, toplumun çoğunluğunun içine sinen, duygusal ve bilişsel olarak sahiplenilen yeni bir söylemin inşası kaçınılmazdır.
Söylemler, yalnızca düşünsel yapılardan ibaret olmadıkları, aynı zamanda bireylerin kimliklerine ve kolektif aidiyetlerine yoğun duygusal bağlarla derinlemesine gömülü oldukları için direngen ve değişime kapalı olma eğilimindedirler. Bireyler ve sosyal gruplar özellikle kendilerini tehdit altında hissettiklerinde savunucu kimlik söylemlerine daha sıkı tutunurlar. Sosyal kimlik algıları, önyargı ve sınır çizimleri üzerinden pekiştiği için, söylemlerin dönüşmesi ancak bu sınırların yeniden müzakere edildiği koşullarda mümkün olur.
Politik ve/veya ekonomik kriz süreçleri potansiyel olarak iki dinamiği birden tetikleyebilir: 1) hâkim/çatışmacı söylemlere/politik konumlara tepkisel/savunmacı bir şekilde daha da sıkı sarılma ve bu söylemleri daha da radikalleştirme (örneğin daha da faşizanlaşma); 2) radikal bir dönüşüm fırsatı (örneğin demokratikleşme) (Galtung, 1996). Türk-Kürt meselesinde de, daha çok uluslararası dinamiklerin ve Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke olarak bölgesel hegemonya vizyonuna dair arzular ve tehdit algılarının tetiklemesiyle yeni bir kriz durumu ortaya çıkmış ve taşlar yerinden oynamıştır (Paker, 2025a). AKP-MHP iktidar bloğu, ne idüğü belirsiz bir kardeşlik söylemine dayanan emperyal-feodal olarak nitelendirilebilecek bir vizyonla Türk-Kürt meselesinde en fazla bir negatif barışa (silahların susması) ulaşmayı ummaktadır (Paker, 2025b). Bütün bunları yaparken otokrasi dozunu da hepimizin gözüne sokarak arttırmaktadır. Dolayısıyla sosyal adalet ve eşitlik temelinde demokratikleşme anlamına gelen pozitif barışa ulaşmanın mevcut iktidar devam ettiği sürece imkânsız olduğunu daha önceki makalelerde de vurgulamıştım, bir kez daha belirtmiş olayım.
[Geçerken ara not: Temel olarak bu konuda Yeni Arayış’ta yayınlanan makalelerim üzerinden Rodin Ağaoğlu ile 23 Ağustos 2025’te, Meclis’te kurulan Komisyon çalışmalarına başladıktan az sonra, yaptığım söyleşiyi dinlemek isteyenler buraya bakabilir. Bu söyleşiden sonra Komisyon’un kurulmasının anamuhalefet partisi CHP üzerinde yargı eliyle sürdürülen baskı ve manipülasyonlara son vermediğine; evlatlarını kaybetmiş Kürt anaların duygularını ve tecrübelerini kendi anadillerinde ifade etmelerine bu Komisyon’da bile izin verilmediğine (İlke TV, 2025), süreci çok destekleyen MHP sözcülerinin Kürt meselesinin çözümünde kilit önem taşıyan anayasa maddelerine dokundurtmayacaklarını açıklamalarına (Rudaw, 2025) dokundurtmayacaklarını açıklamalarına tanık olduk. O kilit maddeler şunlar: Madde 66 (Türk vatandaşlığı): “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ve Madde 42 (Eğitim ve öğrenim): “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Çok özetle söylersek, mevcut iktidar, her adımıyla pozitif barış, yani demokratikleşme, sosyal adalet ve eşit yurttaşlık gibi hedefleri olmadığını ilan ediyor, daha ne yapsın niyetini belli etmek için?]
Bu imkansızlığı mevcut iktidarın giderek artan otokratik uygulamalarından görebileceğimiz gibi, Türk ve Kürt kesimlerindeki meseleye dair hâkim söylemleri kısmen de olsa dönüştürme (barışçıl bir temelde birbirine yaklaştırma) yolunda hiçbir ufku/şuuru/niyeti/eylemi olmamasından da görebiliriz. Mevcut sürecin en kırılgan, en zayıf noktası da böylesi bir vizyon eksikliğidir. Toplumun Türk ve Kürt kesimlerinde hâkim olan söylemler arasındaki açı o denli büyüktür ki, bu halleriyle kaldıkça uzlaşmaları mümkün değildir. O yüzden, mevcut sürece sahici bir barış ve demokrasi perspektifinden bakanların bu vizyon eksikliğini çok ciddiye almaları gerekmektedir. Bu makalenin temel derdi de budur. Şimdi bu söylemlere daha yakından bakalım.
T.C. vatandaşlarının etnik kimliklerini nasıl tanımladıklarına baktığımızda, %77 Türk, %19 Kürt, %2 Arap, %2 diğer etnik kimlikler olduğunu görüyoruz (KONDA, 2021). Kendini Türk olarak tanımlayan %77’in büyük çoğunluğunda (en azından yaklaşık dörtte üçünde diye tahmin edebiliriz -ki bu tüm toplumun %55-60’ına tekabül etmektedir) aşağıda ayrıntılı olarak sergilemeye çalışacağım milliyetçi-ulusalcı söylem hakimdir. Tabii ki bu söylemin etki alanında olan her yurttaş kendisine sorulduğunda bu söylemin her bir parçasını doyurucu bir şekilde dile getiremeyecektir. Önemli olan, siyasi gelişmeler olurken, algıların, anlamlandırmaların ve tepkilerin bilinçli, yarı-bilinçli veya birçok durumda bilinçdışı biçimde hangi söylem havuzlarından etkilendiği ve etkileneceğidir. Şu anda DEM ve küçük sosyalist partiler hariç, lider kadroları ne derse desin ne yaparsa yapsın, CHP dahil bütün siyasi partilerin tabanında hâkim olan söylem budur. Milliyetçi-ulusalcı söylemin etki alanında olan çoğunlukta yer alan herkesin aynı derecede bu söyleme bağlı olduğu söylenemez. Bu söyleme daha gevşek bir şekilde bağlı olanlar (belki yarısı), mevcut süreçte sahici-derinlikli yüzleşme mekanizmaları devreye sokulsa bu söylemin etki alanından çıkabilirler. Ama bu mekanizmaların olmadığı ve bu nedenle sürecin aksadığı-aksayacağı durumlarda da bu hâkim söylemin etki alanını genişleteceğini de öngörebiliriz. Şimdi bu söylemi tipik bir anonim temsilcisinin ağzından dillendirelim:
Türk milliyetçi-ulusalcı söylemin duygusal zemini, esas olarak korku ve kaygı üzerine inşa edilmiştir. Bu kesimde, ülkenin bölünmesi, devletin parçalanması ve ulusal bütünlüğün zedelenmesi ihtimali sürekli bir tehdit algısı yaratır
Türk Tarafındaki Hâkim “Milliyetçi-Ulusalcı” Söylem: “’Kürt Meselesi’ Denilen Şey Aslında Terör Meselesidir”
“[Bizim açımızdan ortada bir “Kürt sorunu” yoktur. Bu topraklarda yaşayan herkes Türk vatandaşıdır, eşit haklara sahiptir. Anayasamız açıkça “herkes kanun önünde eşittir” derken, ayrıca etnik temelli bir sorun icat etmenin anlamı yoktur. Sorun, terör örgütü PKK’nın yıllardır ülkemizi bölmek için yürüttüğü kanlı faaliyetlerden ibarettir.
Türkiye Cumhuriyeti, Misak-ı Milli sınırlarıyla kurulmuş bir devlettir. Bu sınırlar, şehit kanıyla çizilmiştir ve asla tartışılamaz. Dolayısıyla kimsenin “özerklik”, “federasyon” ya da “ayrı dilde resmi eğitim” talep etme hakkı yoktur. Böyle talepler doğrudan bölücülüktür, ülkenin bütünlüğüne kast etmektir.
PKK, sadece bir terör örgütü değil, aynı zamanda dış güçlerin maşasıdır. ABD’den Avrupa’ya, İsrail’den bölgedeki diğer devletlere kadar pek çok aktör Türkiye’yi zayıflatmak, parçalamak istemektedir. Bu senaryoda Kürt vatandaşlarımız kullanışlı bir araç haline getirilmektedir. Biz buna izin vermeyiz.
Türk milleti tarih boyunca farklı etnik kökenleri içinde yoğurarak birleştirmiştir. Kürt kökenli kardeşlerimiz de bu milletin ayrılmaz bir parçasıdır. Onların da dili, kültürü aile içinde yaşatılabilir ama devletin dili tektir: Türkçe. Çünkü ortak dilimiz olmazsa, ortak geleceğimiz de olamaz.
Çözüm bellidir: Terörle mücadele kararlılıkla sürdürülecek, PKK’nın kökü kazınacak. Güvenlik güçlerimiz bu konuda olağanüstü bir fedakârlık yapmaktadır. Terör sona erdiğinde, geriye eşit vatandaşlık çerçevesinde hiçbir sorun kalmayacaktır. Bizim için mesele bu kadar nettir: Türkiye bölünemez, bölünmeyecektir!]”
Türk Tarafındaki Hâkim Söylemin Duygusal Zemini
Türk milliyetçi-ulusalcı söylemin duygusal zemini, esas olarak korku ve kaygı üzerine inşa edilmiştir. Bu kesimde, ülkenin bölünmesi, devletin parçalanması ve ulusal bütünlüğün zedelenmesi ihtimali sürekli bir tehdit algısı yaratır (Yeğen, 1999). Aynı zamanda “Türklük” ve “Türkçe”nin sağladığı tarihsel imtiyazların kaybedilmesi ihtimali, kolektif düzeyde bir narsisistik yaralanma duygusu doğurur (Paker, 2025c). Bu korku ve kaygılar, öfke ve savunma refleksleriyle birleşerek Kürtlerin taleplerini yalnızca “terör” ya da “dış güçlerin oyunu” şeklinde görmeye eğilimli bir psikolojik zemin yaratır. Dolayısıyla, bu söylemde rasyonel gerekçelerden çok, derinleşmiş tarihsel travmaların ve kayıp imgesinin duygusal enerjisi baskındır.
Bugün hâlâ Kürt kimliği kamusal alanda tam anlamıyla tanınmıyor. Anadilde eğitim hakkımız yok, Kürtçe resmî statüye sahip değil. Belediye eş başkanlarımız sürekli görevden alınıyor, demokratik temsil hakkımız gasp ediliyor. Bütün bunlar, “eşit yurttaşlık” söyleminin kâğıt üzerinde kaldığını gösteriyor.
Kürt Tarafındaki Hâkim Söylem: “Kürt Sorunu Vardır ve Çözüm Eşit Statüde Barışla Mümkündür”
Toplumun %19’unun oluşturan Kürtlerin %50-60’lık bölümü Kürt Siyasi Hareketi’nin (KSH) yasal partilerini (şu anda DEM) desteklemektedir. DEM’i destekleyen Kürtlerin hepsinin ve başka partilere oy veren Kürtlerin bir kısmının (bütün Kürtlerin yaklaşık dörtte üçü diye tahmin edebiliriz -ki bu tüm toplumun yaklaşık %15’lik bir kesimine tekabül etmektedir) değişik derecelerde de olsa KSH’nin söyleminin etki alanında olduğu tahmin edilebilir. Bu söylemi tipik bir anonim temsilcisinin ağzından dillendirirsek:
“[Bizim açımızdan ortada çok açık bir gerçek var: Bu ülkede en azından yüz yıldır süregelen bir Kürt sorunu vardır. Bu, yalnızca kültürel bir mesele değil, bir varlık ve özgürlük mücadelesidir. Kürt halkı, Osmanlı’nın son döneminden itibaren özerkliklerini kaybetmiş, Cumhuriyet boyunca da sistematik inkâr, asimilasyon ve baskılara maruz bırakılmıştır. Anadili yasaklanmış, isyanları kanla bastırılmış, siyaset yapma hakları engellenmiştir.
Bugün hâlâ Kürt kimliği kamusal alanda tam anlamıyla tanınmıyor. Anadilde eğitim hakkımız yok, Kürtçe resmî statüye sahip değil. Belediye eş başkanlarımız sürekli görevden alınıyor, demokratik temsil hakkımız gasp ediliyor. Bütün bunlar, “eşit yurttaşlık” söyleminin kâğıt üzerinde kaldığını gösteriyor.
PKK, bizim için bu baskılara karşı doğmuş meşru bir direniş hareketidir. Silahlı mücadele, durduk yerde ortaya çıkmadı; devletin inkâr ve imha politikaları Kürtleri başka seçenek bırakmadan bu yola itti. Elbette ki barış isteriz, ama barışın yolu Kürt halkının varlığının ve haklarının tanınmasından geçer. Kürtler eşit statüde kabul edilmeden, Türkiye demokratikleşmeden bu sorun çözülmez.
Çözüm için yapılması gereken açıktır: Anadilde eğitim hakkının tanınması, Kürtçenin resmî dil olması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, demokratik özerkliğin güvence altına alınması. Devletin Kürt halkına dayattığı “tek millet, tek dil” anlayışı terk edilmelidir. Biz, Türklerle eşit ve özgür koşullarda birlikte yaşamak istiyoruz. Ama bu, devletin lütfu değil; halkımızın tarihsel ve doğal hakkıdır.
Uluslararası destek, bu mücadelenin dışarıdan manipüle edildiği anlamına gelmez. Tam tersine, Kürt meselesinin bölgesel ve küresel bir boyutu vardır. Dünyadaki tüm halklar özgürlük için mücadele ederken, Kürtlerin de bu mücadelede yalnız bırakılmaması doğaldır.
Bizim için mesele nettir: Kürt sorunu, bu topraklarda eşit statü ve hakların tanınmasıyla çözülür. Aksi halde bu halk, kimliğinden ve özgürlüğünden asla vazgeçmeyecektir.]”
Kürt Tarafındaki Hâkim Söylemin Duygusal Zemini
KSH sempatizanı Kürt söyleminin duygusal temeli, ağırlıklı olarak mağduriyet, öfke ve onur arayışı ile şekillenmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan inkâr, asimilasyon ve şiddet deneyimleri kolektif hafızada derin bir yara bırakmıştır (Bozarslan, 2009; Marcus, 2007). Bu hafıza, Kürtler için kimlik mücadelesini yalnızca siyasal değil, aynı zamanda varoluşsal bir meseleye dönüştürmüştür. Duygusal düzeyde, öfke ve hayal kırıklığı, kimliğin reddine karşı direncin enerjisini sağlar. Bununla birlikte, bu söylemin önemli bir boyutu da gurur ve tanınma arzusudur: Kürtler, yalnızca eşit yurttaşlık değil, tarihsel olarak bastırılmış onurlarının da iadesini istemektedirler. Bu nedenle, bu söylemin duygusal altyapısı hem direnişçi bir öfkeyi hem de özgürlük ve eşitlik için güçlü bir umut ve gurur talebini içerir.
İki Hâkim Söylemin Arasında Yeni bir Ortak (ve Dönüştürücü) Alan Yaratma İhtiyacı
Görülebileceği gibi, bu iki hâkim söylem arasındaki açı çok büyüktür ve ikisi toplam olarak tüm toplumun yaklaşık %70-75’lik çoğunluk kesimini etkisi altında tutmaktadır. Bu iki hâkim söylemin etkisi altında olmayanların çoğunluğunun da güçlü, derinlikli barışçıl bir alternatif söylemin etki alanında olduğu söylenemez. Barışçıl-demokratik bir çözüm için iki tarafın duygusal hassasiyetlerini gözeten-kapsayan, tarihsel ve sosyolojik hakikatlere dayanan, ben-öteki ikilemini aşıp yeni bir biz yaratmaya çağıran yeni bir ortak söylem geliştirmeye olan ihtiyaç büyüktür. Aşağıda bir taslak çerçevesi sunuyorum. Okurların bu taslağı benim ideal siyasi-sosyal görüşlerimden çok, Türkiye toplumunun mevcut dinamikleri-kıvamı çerçevesinde geliştirilmesi ve uygulanması mümkün olabilecek bir çerçeve olarak okumalarını öneririm. Yoksa hepimizin farklı idealleri, farklı maksimalist talepleri-arzuları olabilir, ancak böylesi net kazananı-kaybedeni olmayan, büyük bir uzlaşma gerektiren durumlarda herkesi çok memnun etmenin mümkün olmadığını kabul etmek, kısmi memnuniyetlerle yetinmeyi ve kısmi üzüntüleri sindirmeyi göze almak temel bir önkoşuldur. Çerçeve söylem taslağını sunarken, içinde gerekçelerini de belirteceğim.
Hepimiz kendimizi değişik biçimlerde tanımlayabiliriz, buna kimse karışamaz, kimse kimseye kimlik giydiremez. Tek ortak kimliğimiz Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı kimliğidir.
Alternatif Demokrat-Barışçıl Söylem: “Demokratikleşme ve Yüzleşme Yoluyla Barış Mümkün”
“Türk-Kürt meselesi” olarak adlandırabileceğimiz mesele uzun yıllardır Türkiye toplumunun çok büyük kayıplar yaşamasına neden olmuştur. On binlerce yurttaşımızın can kaybı, yüz binlercesinin fiziksel ve ruhsal sağlıklarının zedelenmesi, ülke ekonomisine verilen devasa zarar. Türkiye toplumu, demokratik ve barışçıl bir olgunlukla bu meseleyi çözebilir, yaralarını sarabilir, kendi geleceğini çok daha güvenle kurabilir ve bölgeye/dünyaya çatışma çözümü konusunda bir örnek bir model sunabilir. [Ortak kayıplarımızla ilgili hakikatlere vurgu. Tüm toplumu gönendirebilecek ortak bir başarı öyküsü yaratma umudu ve gururunu bir motivasyon kaynağı olarak kullanma].
Türk-Kürt meselesinin temel kaynağı Cumhuriyetimizin yeterince olgun bir demokrasi ile taçlandırılamamış ve yurttaşlarımızın bütün farklılıklarını kucaklayamamış olmasıdır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken, saltanatın ve hilafetin lav edilmesi, laiklik, kadın haklarında ilerleme gibi devasa kazanımlar elde edilmiş olmasına rağmen, hem genç Cumhuriyet’in Osmanlı’dan tevarüs eden bölünme/küçülme kaygıları hem de dönemin dünyada esen hâkim politik rüzgarları nedeniyle farklı sosyal/kültürel/dilsel kimlikleri tehdit olarak algılayan ve bu yüzden de inkâr eden-baskılayan politikalar uzun yıllar sürdürülmüştür. Bu farklı kimlikler arasında nüfus olarak en kalabalık olması ve belli bölgelerde yoğunlaşmış olarak yaşaması nedeniyle en fazla baskıya maruz kalmış ve en fazla direniş geliştirmiş olan Kürt yurttaşlarımız olmuştur. Bu gergin/çatışmalı sürecin son halkası ülkemizde 45 yıldır yaşanmaktadır ve artık bu şiddete son vermenin ve Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandırmanın zamanı çoktan gelmiştir. Bu meseleyle toplumumuzun sistematik ve derinlikli bir şekilde yüzleşmesi gereği açıktır. Bu yüzden Meclis’te milletvekillerinden ve alanında uzman kişilerden oluşan, yetkileri ve bütçesi olan, en azından 2-3 yıl çalışacak bir Hakikat ve Adalet Komisyonu oluşturulmalı, bu komisyon bu mesele bağlamında bütün Cumhuriyet tarihi boyunca (ama özellikle son 45 yıla odaklanarak) yaşanmış bütün insan hakları ihlallerini ve baskıcı politikaları ele almalı, komisyonun raporu Meclis’te onaylanıp resmi devlet belgesi haline getirilmeli, toplumsallaştırılmalı ve özlü bir şekilde ders kitaplarına yansıtılmalıdır. Tarihsel hakikatleri bilen bir toplum ayaklarını yere daha sağlam basacaktır. [Meselenin kaynağına dair tarihsel/bağlamsal özlü bilgi. Türk tarafının tarihsel gururunu incitmeden, Cumhuriyet’in temel kazanımlarını sahiplenerek ama aynı zamanda meselenin kökü olan temel yanlışını da bağlamsal bir şekilde açıklayarak Kürtlerin (ve tüm kimlikleri inkâr edilenlerin) yaşadıkları tarihsel adaletsizliğin/eşitsizliğin tanınması. Meselenin şiddetsiz bir şekilde çözülme gereğinin vurgulanması. Hakikat Komisyonu aracılığıyla hakikatlerle yüzleşme gereğine vurgu].
Ülkemizin sınırları bellidir, tartışılamaz. Bu sınırlar çerçevesinde, şiddet çağrısı, ırkçılık ve nefret söylemi içermeyen her düşünceyi özgürce tartışabiliriz, bu düşünceler ekseninde özgürce örgütlenip siyasi mücadele yürütebiliriz. Yurttaşlarımızın sahip olduğu sosyal-kültürel-dilsel farklılıklar hem yurttaşlarımızın onuru hem de Türkiye toplumunun vazgeçilmez zenginliğidir; kamu kaynakları talep oranında bu zenginliklerimizin geliştirilmesi için de kullanılmalıdır. Tüm yurttaşlarımız bu farklılıklarını yaşama-yaşatma-öğrenme-öğretme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu farklılıklar üzerinde hiçbir baskı ve tektipleştirme çabası kabul edilemez. Toplumun büyük çoğunluğunun konuştuğu anadil Türkçe olduğu için ulusal düzeyde resmi dilimiz Türkçedir. Örneğin %20-30 gibi bir talep yoğunluğu olursa Türkçenin yanında başka dillerin de ek olarak ulusal düzeyde resmi dil olması tartışılabilir. Ancak kısa vadede ondan çok daha önemlisi, il-ilçe bazında yine %20-30 düzeyinde talep yoğunluğu olduğunda yerel düzeyde Türkçeden başka resmi dillerin olabilmesi ve eğitim dahil tüm kamu hizmetlerinin bu dillerde de sağlanmasıdır. Özel sektörün yayın, eğitim, ticaret vb. faaliyetlerinde ise hiçbir dil kısıtlaması kabul edilemez. Bu çerçevede, yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Anayasa ve yasalar, herhangi bir etnik/dilsel grubu özel olarak vurgulamadan, sadece temel ilkeleri ve hangi talep yoğunlukları olduğunda kamunun hangi hizmetleri sunması gerektiğini belirtmekle yetinmelidir. [Türk tarafındaki bölünme-parçalanma kaygısına yatıştırıcı sesleniş. Şiddetsiz, demokratik çerçevenin çizilip sahiplenilmesi. Kültürel/kimliksel farklılıkların ve haklarının tanınması, ancak bunların sadece belli gruplar için değil, belli yoğunluk taleplerine ulaşmış bütün yurttaş toplulukları için geçerli olacağı, dolayısıyla meselenin sadece “Türk-Kürt kardeşliği” meselesi olmayıp bütün yurttaşları içeren “eşit yurttaşlık” meselesi olduğunun ve bunun “Türklükte eşitlenmekle bir ilgisinin olmadığının vurgulanması].
Hepimiz kendimizi değişik biçimlerde tanımlayabiliriz, buna kimse karışamaz, kimse kimseye kimlik giydiremez. Tek ortak kimliğimiz Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı (veya “Türkiyeli”) kimliğidir. Bu şemsiye altında çok çeşitli ulusal-etnik-dilsel kimlikler olabilir. Bu alt-kimlikler hukuki bir değer taşımaz, sadece kültürel bir değerdir. Bu nedenle ülkemizde siyasi alanda da sıkça kullanılan “soydaş” teriminden ya vazgeçilmesi ya da illa kullanılacaksa yurttaşlarımız arasında yer alan bütün kimlik gruplarının yurtdışındaki akraba topluluklarını kapsayacak şekilde kullanılması gerekecektir. Benzer biçimde okullarda okutulan tarih ders kitaplarında sadece etnik Türk tarihine değil, yurttaşlarımızın çoğulluğunu yansıtan bir tarih anlayışına yer verilmelidir. Yine benzer biçimde, Cumhuriyet tarihi boyunca yapay olarak tepeden değiştirilmiş olan coğrafi yer isimlerinin kaderine o yerelde yaşayan halk karar vermelidir. Türkiye, küçük ve zayıf bir ülke değildir. Çok zengin bir tarihi, inanılmaz bir coğrafi stratejik konumu ve müthiş karmaşık-zengin-dinamik bir insan malzemesi vardır. Bu insan malzemesini, hiçbir boyutunu bastırmadan bütün zenginliğiyle kucaklayabildiğimizde hem ülke hem de toplum olarak hepimiz daha iyi bir konumda olacağız; siyaseten, güvenlik açısından, ahlaken, ekonomik olarak, bölgesel-küresel etkinlik olarak. [Yeni bir “biz” tanımı. Çokluk içinde biriz, birleşiğiz; birleşik olmak için aynı olmak zorunda değiliz; çokluk içinde birlik olmak zayıflık değil tam aksine güçlülük, gönenç, refah getirir. Çokluğu kabul etmek, kucaklamak, kayıp değil, kazanç sağlar. Özellikle imtiyaz kaybı kaygısı yaşayan Türk kesimine yönelik yeni bir kazanç-kayıp değerlendirmesi yapma çağrısı].
Çözüm vizyonumuz açıktır: demokratik bir zeminde eşit yurttaşlık. Bu, hem Kürtlerin hem Türklerin hem de diğer kimliklerin haklarını güvence altına alacak; anadilde eğitim, kültürel haklar, yerel demokrasi ve hukuk devleti prensipleriyle herkesin yararına olacak bir düzen kuracaktır. Bu yolda şiddet dışlanmalı, barışçıl siyaset güçlendirilmelidir.
Kısacası, barışın yolu ne tek taraflı inkârda ve güvenlikçi politikalarda ne de silahlı mücadelede. Barışın yolu, cesaretli bir yüzleşmede, ısrarlı bir demokratikleşmede ve toplumun çoğunluğunu ikna edecek bir ortak söylemde yatıyor. Eğer bu ülke, geçmişiyle yüzleşirse, geleceğini de özgürlük ve barış içinde kurabilir.
Halkın çoğunluğunu hâlâ milliyetçi-ulusalcı refleksler belirliyor; ama bu refleksler istenirse bir miktar gayretle ve zamanla değiştirilebilir. Eğer bu partiler cesur bir yüzleşme ve demokratikleşme programını sahiplenip tabanlarını buna ikna etmek için ısrarla çalışabilselerdi, toplumun büyük kesimleri de ikna olabilirdi.
Sonuç
Yukarıda özetlediğim alternatif demokrat-barışçıl söylem taslağını önemli ölçüde benimseyebilecek toplum kesimi bugün itibarıyla tahminimce %10-20 aralığındadır, daha fazla değil. DEM, sosyalist partiler ve az bir miktar CHP seçmeni bu söyleme daha yakın durabilir. Vurgulamak gerekir ki pozitif barışa (demokratikleşme, sosyal adalet, eşitlik) ulaşmak için bu veya benzer bir söyleme desteğin en azından %60 seviyelerine çıkması, yapılması gereken reformlara toplumsal rıza üretmek açısından hayatidir. Mesele, benim şu anki süreç için tahmin ettiğim gibi sadece negatif barışla (silahların bırakılması) sınırlı olsa bile, bu sürecin kazasız belasız yürüyebilmesi için de hâkim söylemlerde bir miktar dönüşümlerin olması, alternatif barışçıl söylemlerin güçlenmesi gerektiği açıktır. Aksi takdirde milliyetçi-ulusalcı söylemin etki alanındaki Türklere neden (negatif) barış için bazı af-infaz düzenlemeleri yapılması gerektiğini anlatabilmek mümkün olamayacaktır; KSH’nin söyleminin etki alanındaki Kürtlere de bunun sahici bir barışla nasıl bir ilgisi olduğunu anlatabilmek mümkün olmayacaktır. Söylemler değişmediği sürece de zemin giderek kırılganlaşacaktır.
Bu noktada, siyasi partilere özel bir görev düşüyor. AKP, MHP, CHP gibi kitle partileri, kendi tabanlarını eğitmeden, dönüştürmeden bu mesele negatif barış düzeyinde bile çözülemez. Halkın çoğunluğunu hâlâ milliyetçi-ulusalcı refleksler belirliyor; ama bu refleksler istenirse bir miktar gayretle ve zamanla değiştirilebilir. Eğer bu partiler cesur bir yüzleşme ve demokratikleşme programını sahiplenip tabanlarını buna ikna etmek için ısrarla çalışabilselerdi, toplumun büyük kesimleri de ikna olabilirdi. AKP-MHP iktidar bloğunun böyle bir niyeti ve ufku olmadığı gayet açık, tam tersi yolda ilerliyorlar. Dolayısıyla yaratımında büyük katkıları olan ve dönüştürmek için de parmaklarını kıpırdatmadıkları hâkim milliyetçi-ulusalcı söylemin altında ezilme veya ezilmemek için yolda kıvırtma ihtimalleri hiç de az değil.
Bir sonraki makalede, bu süreçte negatif ve pozitif barış kategorilerinde yer bulabilecek somut taleplere dair Türk ve Kürt taraflarındaki destek farklarını tartışmaya çalışacağım.
Kaynakça
- Ahmed, S. (2004). The cultural politics of emotion. Edinburgh: Edinburgh University Press.
- Bar-Tal, D. (2000). From intractable conflict through conflict resolution to reconciliation: Psychological analysis. Political Psychology, 21(2), 351–365.
- Benjamin, J. (2004). Beyond doer and done to: An intersubjective view of thirdness. Psychoanalytic Quarterly, 73(1), 5–46.
- Bozarslan, H. (2009). Kürt sorunu: Tarih, siyaset, şiddet. İstanbul: İletişim Yayınları.
- Galtung, J. (1996). Peace by peaceful means: Peace and conflict, development and civilization. London: Sage.
- İlke TV. (2025, 21 Ağustos). Çözüm komisyonunda Kürtçeye yasak: İşte tutanaklara yansıyanlar. İlke TV. https://ilketv.com.tr/cozum-komisyonunda-kurtceye-yasak-iste-tutanaklara-yansiyanlar
- KONDA Araştırma ve Danışmanlık (2021). Türkiye 100 Kişi Olsaydı. KONDA Araştırma ve Danışmanlık. https://konda.com.tr/duyuru/22/turkiye-100-kisi-olsaydi
- Laclau, E. (2005). On populist reason. London: Verso.
- Laclau, E., & Mouffe, C. (1985). Hegemony and socialist strategy: Towards a radical democratic politics. London: Verso.
- Lederach, J. P. (1997). Building peace: Sustainable reconciliation in divided societies. Washington, DC: United States Institute of Peace Press.
- Marcus, A. (2007). Blood and belief: The PKK and the Kurdish fight for independence. New York: New York University Press.
- Paker, M. (2025a, Mayıs 6). Alaturka ve AlaKürdi barış işleri. Yeni Arayış.
- Paker, M. (2025b, Temmuz 28). “Süreçte” üç farklı kimlik vizyonu. Yeni Arayış.
- Paker, M. (2025c, Haziran 19). İmtiyaz psikolojisi bağlamında Türk-Kürt meselesi (2). Yeni Arayış.
- Rudaw Haber Merkezi. (2025, 16 Ağustos). Feti Yıldız, MHP’nin “kırmızı çizgilerini” açıkladı: Anayasa’nın ilk 4, 42. ve 66’ncı maddeleri tartışma konusu olamaz. Rudaw. https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/1608202514
- Tajfel, H., & Turner, J. C. (1986). The social identity theory of intergroup behavior. In S. Worchel & W. G. Austin (Eds.), Psychology of intergroup relations (pp. 7–24). Chicago: Nelson-Hall.
- Wetherell, M. (2012). Affect and emotion: A new social science understanding. London: Sage.
- Yeğen, M. (1999). The Kurdish question in Turkish state discourse. Journal of Contemporary History, 34(4), 555–568.
[1] Dizide daha önce yayınlanan makaleler:
Paker, M. (2025, Mayıs 6). Alaturka ve AlaKürdi barış işleri. Yeni Arayış.
Paker, M. (2025, Haziran 1). İmtiyaz psikolojisi bağlamında Türk-Kürt meselesi (1). Yeni Arayış.
Paker, M. (2025, Haziran 19). İmtiyaz psikolojisi bağlamında Türk-Kürt meselesi (2). Yeni Arayış.
Paker, M. (2025, Temmuz 28). “Süreçte” üç farklı kimlik vizyonu. Yeni Arayış.
Paker, M. (2025, Ağustos 5). Matematiğin kümeler teorisinden psikolojinin kimlik teorisine: Türkler, Kürtler, Türkiyeliler. Yeni Arayış.

Yorum Yazın