MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • GÜNDEM
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat

“Süreçte” üç farklı kimlik vizyonu

Ana SayfaSi̇yaset“Süreçte” üç farklı kimlik vizyonu
“Süreçte” üç farklı kimlik vizyonu

Her şeyden önce, Kürt meselesinin ulaştığı tarihsel ve siyasal boyut, bu tekçi ulus-devletçi modelin işlevselliğini neredeyse tamamen yitirmesine yol açmıştır.

28 Temmuz, 2025, Pazartesi 02:02
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
Murat Paker
Murat Paker

AKP-MHP iktidar bloğunda iç gerginliklerle birlikte pişirilmeye çalışılan pragmatik ve otoriter emperyal-feodal model, kısa vadeli ittifaklarla kriz yönetimini hedeflemekte ve iktidarını sürdürebilmek için sahici bir demokratikleşmeden kaçınmaktadır. Bu yaklaşımda yurttaşlık, bireysel haklar temelinde değil; kolektif kimliklerin pazarlığına dayanan bir sadakat rejimi olarak kurgulanmakta, siyasal alan ise bu kimlikler arasında iktidar-aracılı müzakerelerin yürütüldüğü bir sahaya indirgenmektedir.

 

Özet

Bu makale, Türkiye’de son dönemde yeniden şekillenen Kürt meselesi ekseninde ortaya çıkan Türkiye toplumuna dair üç farklı kimlik vizyonunu –otoriter-modernist, emperyal-feodal ve özgürlükçü sol– karşılaştırmalı olarak analiz etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türk, Kürt ve Arap kardeşliği” söylemi ile MHP lideri Bahçeli’nin “Kürt ve Alevi cumhurbaşkanı yardımcıları” önerisi, merkezi otoriteyi korurken farklı kimliklere kontrollü temsiliyet öneren yeni bir “emperyal-feodal” vizyonun ipuçlarını vermektedir. Buna karşın, ulusalcı-milliyetçi çevrelerin “üst kimliğimiz Türklüktür” söylemi, modernist-otoriter ulus-devletçi vizyonun devamlılığını temsil etmektedir. Üçüncü bir hat olarak, özgürlükçü solun savunduğu “eşit yurttaşlık” ve “demokratik ulus” yaklaşımı ise, kimlikleri mutlaklaştırmadan eşit hak ve eşdeğerlilik temelli bir toplumsal sözleşme önermektedir. Makale, bu vizyonların tarihsel ve siyasal kökenlerini analiz etmekte; özellikle iktidar blokunun geliştirdiği emperyal-feodal modelin içerdiği tehlikeleri eleştirel biçimde tartışmakta ve radikal demokratik yaklaşımların küresel örnekleri üzerinden özgürlükçü alternatifleri ortaya koymaktadır. Yazar, daha önceki üç makalesiyle kurduğu süreklilik üzerinden, Kürt meselesinin çözümünün ancak çoğulcu, eşitlikçi ve ademimerkeziyetçi bir siyasal tahayyülle mümkün olabileceğini savunmaktadır.

Anahtar kelimeler: eşit yurttaşlık, emperyal-feodal, otoriter modernizm, kimlik siyaseti, radikal demokrasi, Kürt meselesi

***

Giriş: Üç Ayrı Vizyon ve Siyasal Gerilim

Son aylarda Türkiye siyasetinde Kürt meselesi ekseninde çarpıcı bir yeniden konumlanma yaşandığı gözlenmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Türk, Kürt ve Arap kardeşliği" vurgusu, bu yeni siyasal arayışın sembolik bir çıkışı olurken; iktidar ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli'nin "cumhurbaşkanı yardımcılarından biri Kürt, biri Alevi olsun" çağrısı kimlik temsiline dayalı yeni bir ittifak mimarisi arayışına işaret etmektedir.

Buna karşılık CHP içindeki ulusalcı kanadı temsilen, zaman zaman yaptığı ırkçı çıkışlarla bilinen bir belediye başkanının "üst kimliğimiz Türklüktür" çıkışı, özellikle söz konusu açılımlara tepkisel bir konumlanmanın göstergesidir. CHP yönetiminin olmasa bile tabanının bir kısmını, Zafer Partisi, İyi Parti gibi siyasi partilerin bütününü, diğer sağ partilerin tabanlarının bir kısmını içeren, otoriter-modernist ve tekçi ulus-devletçi, genişçe bir tepkisel milliyetçi konumlanıştır bu.

Öte yandan Kürt Siyasi Hareketi (KSH) uzun zamandır “eşit yurttaşlık” ve “demokratik ulus” taleplerini dillendirmektedir.

Bütün bu gelişmeler, Türkiye'de en az üç farklı siyasal vizyonun (ya da vizyonsuzluğun) çatışma içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu makalede, her üç vizyona değinmekle birlikte, bu vizyonlardan AKP-MHP iktidar bloku tarafından ipuçları verilen ve benim emperyal-feodal olarak kavramsallaştırmayı tercih ettiğim yeni modelin niteliğini sorgulamak ve özgürlükçü sol bir perspektifle eşit yurttaşlık vizyonunu açımlamak istiyorum.

Bu makale, mevcut süreçle ilgili daha önce yayınlanan üç makalemin bir devamı niteliğinde okunabilir.

İlk makalede (Paker, 6 Mayıs 2025), mevcut sürecin neden başlamış olabileceğini ve nasıl evrilebileceğini, tarihsel, siyasal ve psiko-politik boyutlarıyla analiz etmeye çalışmıştım. “AlaTurka” ve “AlaKürdi” kavramları çerçevesinde, bir yanda devletin otoriter siyasal yapısının barış süreçlerine dair çelişkili yaklaşımını, diğer yanda Kürt tarafının bu çerçevede sergilediği stratejik esnekliği değerlendirmiştim. Bu süreçte hem iktidar çevrelerinin iddia ettiği gibi PKK’nin “koşulsuz” ve “her parçada” silah bırakacağı hem de Kürt tarafının iddia ettiği gibi PKK’nin kendini feshetmesinden sonra demokratikleşme adımlarının geleceği beklentilerinin neden gerçekçi olmadığını tartışmıştım. Sürecin başlamasında etkili olduğunu düşündüğüm üç temel faktörü incelemiştim: (1) Türkiye’nin alt-emperyalist bir aktör olarak bölgesel hegemonya kapasitesini artırma hedefi; (2) PKK/Öcalan çizgisinin uluslararası sistemle uyumlu bir şekilde siyasal alana geçme ihtiyacı; (3) ABD, AB (ve İsrail) gibi aktörlerin Orta Doğu’daki çıkarları doğrultusunda Türk-Kürt uzlaşısını desteklemeleri. Barışın “negatif” ve “pozitif” biçimlerini tartışıp, mevcut sürecin “kısmi bir negatif barışa” (silahların bırakılması, kısmi af uygulamaları vb.) ulaşma ihtimalinin olduğunu, ancak mevcut otokratik iktidar devam ettiği sürece “pozitif barış” (Kürt sorununun demokratik çözümü) beklentisinin neden gerçekçi olmadığını belirtmiştim. Son bölümde ise, sürecin kısmi negatif bir barışa bile ulaşabilmesinin önündeki yapısal, siyasal ve toplumsal engelleri ele almış ve demokratik muhalefete yönelik, barış ve demokratikleşmenin eşzamanlı inşa gerekliliği çerçevesinde bazı önerilerde bulunmuştum.

İkinci makalede imtiyaz psikolojisi bağlamında Türk kimliğinin tarihsel üstünlüğü ve bunun Kürtlerin hak taleplerine yönelik direnci nasıl ürettiğini tartışmıştım (Paker, 1 Haziran 2025). Üçüncü makalede (Paker, 19 Haziran 2025) ise bu direncin psikodinamik boyutlarını, narsisistik yaralanma, sistem meşrulaştırma, kimlik tehdidi/kırılganlığı, normatif bilinçdışı ve yas süreçleri üzerinden analiz etmiş; böylece, Türk-Kürt meselesine dair toplumsal barış ve demokratikleşme sürecinin önündeki psikolojik engelleri daha görünür kılmayı hedeflemiştim.

Şimdi bu makalelerden devamla, Türkiye toplumunun kimliksel konumlanışı konusunda mücadele halinde olan üç vizyonu inceleyelim.

Kürt meselesinin ulaştığı tarihsel ve siyasal boyut, bu tekçi ulus-devletçi modelin işlevselliğini neredeyse tamamen yitirmesine yol açmıştır. 40 yılı aşkın silahlı çatışma süreci, on yıllardır süren anayasal eşitlik ve tanınma talepleri ve nihayet KSH’nin Türkiye dışındaki aktörlerle kurduğu kurumsal, diplomatik ve askeri ilişkiler (özellikle Suriye’nin kuzeydoğusunda) bu meseleyi çok katmanlı ve ulus-aşırı bir nitelik kazanacak düzeyde dönüştürmüştür.

Otoriter-Modernist, Tekçi Ulus-Devletçi Vizyon: Arkaikleşen Bir Hegemonya Biçimi

Türkiye’de hâlâ güçlü biçimde varlığını sürdüren ulusalcı-milliyetçi vizyon, esas olarak erken Cumhuriyet döneminin otoriter-modernist anlayışının devamı niteliğindedir. Bu çizgi, ulusu etnik ve kültürel olarak homojenleştirmeyi hedefleyen tekçi bir ulus-devlet modeline dayanır. Tek resmi dil (hatta çok uzun bir dönem “tek anadil"), tek kimlik ve tek kültür anlayışı, bu modelin temel taşlarını oluşturur. Kürt kimliği başta olmak üzere etno-kültürel çoğulluğa dayalı her türlü farklılık, bu vizyon açısından bir "tehdit" olarak kodlanmış; buna karşılık Türklük, ulusun hem "üst kimliği" hem de "öznesi" olarak normatifleştirilmiştir (Bora, 2004, 2011; Ünlü, 2018).

Bu model, tarihsel olarak tek parti dönemiyle kurumsallaşmış; çok partili rejime geçiş, NATO üyeliği, AB adaylığı gibi kırılmalarla zaman zaman yenilenmiş olsa da özellikle askeri darbeler veya iç-dış tehdit algılarının yükseldiği dönemler gibi kriz anlarında yeniden güçlü biçimde mobilize edilen bir siyasal refleks olarak güncelliğini korumuştur. Günümüzde ise bu vizyonun, toplumsal dönüşümler ve uluslararası dinamikler karşısında giderek daha fazla anakronik (zaman-dışı, eskimiş) kaldığı görülmektedir. Ancak Sevr paranoyası olarak da tanımlanan bölünme-beka kaygısı Türkiye’nin egemen politik kültüründe merkezi yer tutan psikolojik bir hakikattir (Paker, 2004).

Her şeyden önce, Kürt meselesinin ulaştığı tarihsel ve siyasal boyut, bu tekçi ulus-devletçi modelin işlevselliğini neredeyse tamamen yitirmesine yol açmıştır. 40 yılı aşkın silahlı çatışma süreci, on yıllardır süren anayasal eşitlik ve tanınma talepleri ve nihayet KSH’nin Türkiye dışındaki aktörlerle kurduğu kurumsal, diplomatik ve askeri ilişkiler (özellikle Suriye’nin kuzeydoğusunda) bu meseleyi çok katmanlı ve ulus-aşırı bir nitelik kazanacak düzeyde dönüştürmüştür. Bu gelişmelere, Türkiye'nin artık oldukça iyi ilişkiler içinde olduğu, her tür yayın ve eğitimin Kürtçe yapıldığı Irak Kürdistan Federe Devleti'nin kurulmuş olmasını da eklemek gerekir. Bu otoriter-modernist vizyonun bütün Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürmeye çalıştığı inkârcı-asimilasyoncu politika bir daha dirilemeyecek şekilde çökmüştür. Bir süredir Türkiye'de en faşist eğilimler bile “Kürtler ve Kürtçe yoktur" demeye cesaret edememektedir. Bu durum, tek başına Türkiye'nin egemen politik kültürü açısından muazzam bir değişikliktir. Cumhuriyetin ilk 70-80 yılında ısrarla sürdürülen bu resmi yalan tarihin çöp sepetine gitmiştir. Ancak yine de bu vizyona göre "Kürtler ve Kürtçe varsa vardır, kimse onların evde sokakta kendi aralarında Kürtçe konuşmalarına karışmayabilir, bu da yeterli olmalıdır, daha fazla hak talep edilmemelidir.” Hele anayasaya bile yazılmış olan ve kısaca “her T.C. yurttaşı Türktür” anlamına gelen formülasyonun sorgulanması bu vizyona göre vatan hainliği ile eşdeğerdir. Bu vizyona göre, kendilerini Türk olarak tanımlamayan T.C. yurttaşları, onlar kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, yurttaşlık açısından hala ve zorla Türk sayılmalıdır. Bunun nasıl bir riyakarlık olduğunu önceki bir makalede ayrıntılı olarak ele almıştım (Paker, 1 Haziran 2025).

İkincisi, tekçi yurttaşlık anlayışı, çağdaş demokratik normlarla ve çokkültürlü anayasal düzenlerle açıkça çelişmektedir. Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları ve Avrupa Birliği’nin aday ülkelere yönelik standartları, etnik, dilsel ve kültürel çeşitliliğin tanınmasını demokratikleşmenin bir ölçütü olarak ele almaktadır. Türkiye'nin bu standartlarla uyumsuzluğu, sadece iç siyasette değil, dış ilişkilerde de sıkıntı yaratmaktadır.

Üçüncüsü, bu vizyonun taşıyıcısı olan milliyetçi ulusalcı aktörlerin söylemsel evreni, sadece Kürtlere değil, aynı zamanda Alevilere, göçmenlere, LGBTİ+ bireylere ve diğer anaakım-dışı gruplara yönelik dışlayıcı ve homojenleştirici eğilimlerle de örtüşmektedir. Bu yönüyle otoriter-modernist ulusalcılık, yalnızca bir devlet politikası değil, aynı zamanda toplumsal çoğulluğu bastıran kültürel bir hegemonya biçimi olarak tezahür etmektedir (Çaha, 2021).

Son olarak, bu vizyonun pratik karşılığı olan güvenlikçi politikalar, çözüm üretmekten çok krizleri derinleştirmiş; demokratik talepleri bastırmak için başvurulan yargı mekanizmaları, medya manipülasyonu ve siyasi yasaklar, hukuk devleti ilkesini alabildiğine aşındırmıştır (Keyman ve İçduygu, 2003). Bu modelin yeniden üretilmesi, yalnızca Kürt meselesinin değil, Türkiye'nin bütün siyasal yapısının demokratikleşmesini imkânsızlaştırmaktadır.

Bu nedenlerle, otoriter-modernist, tekçi ulus-devletçi vizyon hem siyasal çözüm üretme kapasitesi hem de meşruiyet temelleri açısından artık işlevsiz ve arkaik hale gelmiştir. Türkiye'nin çokkimlikli, çokdilli, çokkültürlü toplumsal yapısı ve uluslararası bağlam, daha eşitlikçi, katılımcı ve ademimerkeziyetçi siyasal modellerin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Mevcut durumda bu eskimiş otoriter-modernist modelin yerine iki yeni modelin önerildiğini görüyoruz.

Mevcut iktidar bloğunun emperyal-feodal vizyonu, Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun karmaşıklığını, gelinen noktada geniş kitlelerin güçlü demokrasi taleplerini küçümseyen bir perspektife dayanmakta ve mevcut tahakküm sistemlerini geriletmek yerine, kendi iktidarının ve dayandığı egemen sınıfların çıkarlarına uygun yeni bir hegemonya koalisyonu kurmaya çalışmaktadır.

İktidar Blokunun Emperyal-Feodal Vizyonu: Otokrasi, Sadakat, Pazarlık

Bu makalede önerdiğim emperyal-feodal kavramı hem tarihsel bir analojiye hem de çağdaş bir siyasal çözümleme biçimine dayanmaktadır. Kavram, Türkiye’de mevcut iktidar blokunun içerideki toplumsal yapıyı ve dış politikadaki yönelimleri nasıl eşzamanlı olarak yeniden düzenlemeye çalıştığını analiz etmemize olanak tanıyor. Mevcut iktidar bloğu, bir yandan Türkiye'nin bölgesel bir alt-emperyal güç olarak konumlanma arzusunu, diğer yandan ise içeride parçalı, kimlik temsiline dayalı ama merkeziyetçi bir hegemonya inşa etme stratejisini aynı anda yürütmektedir.

Emperyal yön, Türkiye’nin Suriye ve Irak başta olmak üzere (ama asla onlarla sınırlı olmadan, Balkan, OrtaDoğu, Afrika, Kafkas ve OrtaAsya coğrafyalarına uzanarak), bölge ülkelerinde yürüttüğü askerî harekâtlar, silah endüstrisindeki atılımlar, üsleşme politikaları, sınır ötesi yönetim biçimleri ve milislerle kurduğu ilişkilerle somutlaşmaktadır. Bu strateji, Batı emperyalizmine karşı bir direnç değil, aksine onun, yer yer gerilimli ve pazarlıkçı olsa da bölgesel vekilliği biçiminde işlemektedir (Neset ve ark., 2021). Bu bağlamda Türkiye, özellikle ABD ve NATO’nun güvenlik şemsiyesi altında, çevresindeki zayıf ya da parçalanmış siyasal yapıların içine sızarak kendine bağımlı özneler üretmeyi hedeflemekte; bu öznelerle hem ekonomik hem güvenliksel hem de kimlik temelli pazarlık ilişkileri kurmaktadır. Bu yönüyle Türkiye’nin siyasal projeksiyonu, Wallerstein’ın (1979) dünya-sistemleri teorisinde altını çizdiği yarı-çevre ülkelerin çevreye yönelik mikro-emperyalist (veya alt-emperyalist) eğilimleriyle örtüşmektedir.

Geçerken kısaca belirtmek gerekir ki iktidar bloğunun bu emperyal yönelimi, muhtemelen AKP’nin İslamcı bagajı nedeni ile koalisyon-ittifak ufkunu sadece bölgedeki Sünni Müslüman (ve kerhen “iç Aleviler”) gruplarla sınırlandırmaktadır. Bu yönüyle Osmanlı’nın bile gerisine düştüğü söylenebilir.

Feodal yön ise, bu bölgesel alt-emperyal yönelimin içeride ürettiği ve yeniden kurguladığı siyasal koalisyon formasyonuna işaret eder. Erdoğan ve Bahçeli'nin son dönemdeki söylemleri, yurttaşlık temelinde eşit haklar yerine; Türk, Kürt, Arap, Alevi gibi kimlik gruplarına (havzalarına) bölüştürülmüş, kontrollü bir temsiliyet rejimini ima etmektedir. Bu tür bir temsiliyet anlayışı, birey-yurttaş temelli siyasal katılımı dışlayan; bunun yerine kolektif kimliklere dayalı ve merkezi iktidarla pazarlığa açık sadakat ilişkilerini esas alan bir siyasal mimari üretmektedir. Bu durum, klasik feodal egemenlik biçimlerinin güncellenmiş bir versiyonudur: Merkezî iktidar, alt düzey yerel ya da kimlik temelli öznelerle hegemonik ittifaklar kurarak egemenliğini sürdürmektedir (Anderson, 1974).

Söz konusu ittifak formasyonu, yalnızca içeride değil, sınır ötesi Kürt aktörlerle de işletilmektedir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile geliştirilen enerji ve güvenlik iş birlikleri, bu ittifak mantığının bir parçası olarak okunmalıdır. Benzer biçimde, Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt aktörlerle doğrudan ya da dolaylı temaslar da askeri yolla tehdit etmenin yanı sıra, zaman zaman denetimli özerklik ya da kontrollü temsil biçiminde pazarlık konusu hâline gelebilmektedir. Böylece merkez (Ankara), çevredeki (Suriye ve Irak) etnik ve mezhebi öznelerle hiyerarşik ve çıkar temelli ilişkiler kurarak hem içerideki muhalefeti denetim altına almakta hem de bölgesel hegemonya hamlelerini meşrulaştırmaktadır.

Bu siyasal strateji, yurttaşlığı evrensel bir hak olmaktan çıkarıp, sadakat karşılığı verilen bir ayrıcalık haline dönüştürmektedir. Böyle bir mimaride eşitlik değil, itaat karşılığı ödül ilkesi geçerlidir. Bu durum, klasik feodal sistemlerdeki bağlılık ve tımar ilişkilerini çağrıştırır. Osmanlı döneminde Kürdistan coğrafyası dahil, birçok coğrafyada vergi verme ve gerektiğinde asker sağlama gibi sadakat mekanizmaları karşılığında yerel otoritelere (örneğin Kürt beylerine-mirlerine) oldukça geniş yerel özerklikler tanınmıştır (Atmaca, 2021). Mevcut iktidarın ipuçlarını verdiği yeni emperyal-feodal koalisyon mimarisinde de Kürt, Alevi, Arap vb. kimlik havzaları tanımlanacak (bu havzaların illa coğrafi olması gerekmez), her havzanın başına, Türk-Sünni kalması garanti altında tutulan merkeze sadık kalacağı düşünülen, tercihan otokrat niteliklere sahip birer temsilci-lider atanacaktır. Bu kimlik havzaları da bu havzaları çekip çeviren temsilci-liderlerle yapılacak hiyerarşik pazarlıklarla yönetilecektir. Kısaca, merkezdeki otokratik rejim, yanına daha küçük birkaç otokrat daha katarak yatay düzlemde genişleyecek, ama bu genişlemenin dikey düzlemde bir demokratikleşmeye tekabül etmesine izin verilmeyecektir. Dolayısıyla bu yeni rejim formasyonunun, modernleşme retoriğine karşın postmodern bir feodalite üretme ihtimali çok yüksektir: merkeziyetçi ama çokkimlikli, temsili ama eşitsiz, genişlemeci ama demokratik olmayan bir yapı. Bu bağlamdaemperyal-feodal model, yurttaşların değil; sadık grupların ve temsilcilerinin siyasal özneleşmesini teşvik ederve bunun doğal sonucu, modelin demokratik yurttaşlıktan çok, kontrol altına alınmış bağlılıklar rejimi üretmesidir.

Mevcut iktidar bloğunun emperyal-feodal vizyonu, Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun karmaşıklığını, gelinen noktada geniş kitlelerin güçlü demokrasi taleplerini küçümseyen bir perspektife dayanmakta ve mevcut tahakküm sistemlerini geriletmek yerine, kendi iktidarının ve dayandığı egemen sınıfların çıkarlarına uygun yeni bir hegemonya koalisyonu kurmaya çalışmaktadır. Oynadığı zemin çok kırılgan olmasına rağmen, geleneksel rakibi olan otoriter-modernist vizyonun oldukça köhnemiş olması en büyük şansı olarak görünmektedir. Ancak, emperyal-feodal vizyonun tek rakibi otoriter-modernist vizyon değildir.

Savunulan eşit yurttaşlık anlayışı, yalnızca hukuki statülerde değil, kamusal yaşamda ve kurumsal yapılarda da gerçek eşitlik üretmeyi hedefler. Yurttaşlık, etnik ya da mezhebi kimliklere göre belirlenmiş değil; tam da bu kimliklerin sabitlenmediği, geçişkenliğe ve ortaklaşmaya açık olduğu bir alan olarak yeniden tanımlanır.

Eşit Yurttaşlık ve Demokratik Ulus: Eşdeğerlilik Temelinde Alternatif Vizyon

Özgürlükçü sol-sosyalist düşünce, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem klasik-geleneksel sosyalizmin sınıf indirgemeci yaklaşımlarına hem de liberal kimlik siyasetinin sınıfı dışlayan bireyci eğilimlerine eleştirel bir mesafe alarak, üçüncü bir yol inşa etmeye yönelmiştir. Bu yönelim, bir yandan kimlik temelli dışlanmaları/ezilmeleri tanımayı ve onlarla mücadele etmeyi esas alırken; öte yandan kimlikleri mutlaklaştırmadan, geçişkenliğe ve melezliğe açık bir siyasal tahayyül üretmeye çalışır (Fraser, 2000; Hall, 1996; Laclau ve Mouffe, 2001).

Bu yaklaşımın temel dayanağı, kimliğin ontolojik bir öz değil, tarihsel ve toplumsal ilişkiler içinde biçimlenen, sürekli dönüşen bir süreç olduğu anlayışıdır. Kimlikler "sabit kökenlere değil, farklılık ve özneleşme süreçlerine" dayanır (Hall, 1996). Sabitlenmiş bir Türk, Kürt, Alevi ya da kadın kimliği değil; bu kimlikler arasındaki geçişkenlikler, evrimleşmeler, melezleşmeler, kesişimsellikler ve müzakere alanları belirleyicidir. Siyasal tanınma bu bağlamda önemlidir; ancak bu tanınma, kimlikleri dondurmaya değil, onların demokratik dönüşümünü mümkün kılan çoğulcu bir zemin üretmeye yöneliktir (Mouffe, 2005).

Bu yaklaşımın diğer temeli, sosyal kimlikler arasında eşdeğerlilik gözetmesi, kimlikler arası hiçbir hiyerarşik ilişkiyi kabul etmemesidir. Bu düsturu Türkiye için örneklersek, bütün T.C. yurttaşları ulusal, etnik, dini, mezhebi, cinsel vb. sosyal kimlik yönelimleri açısından eşdeğer olarak görülmeli ve eşdeğer haklardan yararlanmalıdırlar. Haklar ve imkanlar açısından, erkeklerle kadınlar arasında; Türklerle Kürtler ve diğer ulusal/etnik gruplar arasında; Türkçe ile Kürtçe ve ülkede konuşulan diğer anadiller arasında; Müslümanlar ile diğer dinlere inananlar ve dini bir aidiyeti olmayanlar arasında; Sünniler ile Aleviler ve diğer mezhepler arasında; heteroseksüeller ile LGBTİ+ bireyler arasında bir fark olmaması, var olan eşitsizliklerin giderilmesi için ısrarlı çaba gösterilmesi gerekir. Bu anlamda, bir yurttaşlar topluluğu, eğer ulus olarak tanımlanacaksa, bu tanımın hiçbir şekilde bu sosyal kimliklerden birini veya bazılarını öne çıkararak, kayırarak yapılmaması, o yurttaşlar topluluğunun bütün çoğulluğunu içerecek biçimde yapılması gerekecektir. Örneğin “Türk Ulusu” terimi, Türkiye’de yaşayan ve kendisini Türk olarak tanımlamayan yurttaşları kapsamadığı gibi, T.C. yurttaşı olmayan milyonlarca başka Türkü de kapsayabilir. “Türk-Kürt-Arap kardeşliği” üzerinden yapılacak yeni bir ulus tanımı da aynı sorunla karşılaşacaktır. O yüzden etnik ve dini göndermeleri olan ulus tanımlarını kültürel-folklorik alana bırakarak, siyasi alanda ulus tanımını bütün yurttaşları içerek şekilde demokratikleştirmek gerekecektir. Örneğin aynı siyasi coğrafyada yaşayan, ortak dertleri ve gelecek hedefleri olan bir “Türkiye ulusu” (veya daha iyisi “Türkiye halkı”) neden olmasın? (Yeri gelmişken meşhur “Türkiyelilik” tartışması için bakınız: (Paker, 1 Haziran 2025 ve Paker, 19 Haziran 2025).

Bu yaklaşımda, bir devlet tek veya birkaç etnik-dini kimlik temelinde örgütlenemez, hizmet sunamaz. Devlet, bütün kimliklere eşit mesafede duran (bu anlamıyla net bir şekilde seküler olan) ve belli bir yoğunluğa ulaşan her kimliğin hak taleplerini, başka kimliklerin haklarını ihlal etmediği sürece tanımak ve karşılamakla yükümlü olan bir konumdadır. Örneğin Aleviler “bizim ibadet yerimiz cemevidir” diyorlarsa, devlet bunu sorgulayamaz, diğer ibadet evleri için ne yapıyorsa, cemevleri için de onu yapmak zorundadır. Örneğin belli yerleşim birimlerinde Kürtler (veya başka bir anadil grubu) belli bir yoğunlukta “anadilimizde eğitim istiyoruz” diyorlarsa, devlet bunu sorgulayamaz, o hakkı-imkânı yurttaşlarına sunmakla yükümlüdür. [Tabii ki anadilde eğitim gibi birçok boyutu olan bir konuyu bir cümleyle geçmek haksızlık oluyor. Bunun nasıl yapılabileceği, ne tür seçenekler olabileceği derinlemesine tartışılmalı. Bu da başka makalelerin konusu olsun].

Bu yaklaşım, kimliklerin eşitliği ilkesini yalnızca biçimsel temsilde değil, aynı zamanda yapısal eşitsizliklerin giderilmesinde de ısrarla savunur (Fraser, 2000). Radikal demokratik siyaset, farklı sosyal grupların eşdeğerliliğini tanırken, bu grupların tarihsel olarak taşıdıkları dezavantajları telafi edici mekanizmaların da zorunlu olduğunu öne sürer (Young, 1990). Bu bağlamda, “Türkiye halkı” gibi kapsayıcı kavramlar, hem etnik referanslardan arındırılmış bir ortak yurttaşlık zemini sağlar hem de ortak sorunlar etrafında demokratik bir dayanışma tahayyülünü mümkün kılar.

Bu yaklaşım aynı zamanda kimlik farklılıklarının tanınmasını sınıf mücadelesinden koparmadan, onunla bütünleştirerek ele alır. Özgürlükçü solun bu yönelimi, geleneksel sosyalizmin çoğu zaman kültürel farklılıkları ihmal eden veya küçümseyen, sınıfa kaçış olarak nitelenen tavrıyla, liberalizmin sınıfsal sömürüyü görünmez kılan sınıftan kaçış siyasetinin dışında bir yol önerir (Fraser ve Honneth, 2003). Bu üçüncü yol, kimliklerin demokratik ve eşitlikçi ortak yaşam perspektifini, sınıf mücadelesiyle eşzamanlı ve birbirini destekleyici süreçler olarak kavramsallaştırır.

Bu bağlamda savunulan eşit yurttaşlık anlayışı, yalnızca hukuki statülerde değil, kamusal yaşamda ve kurumsal yapılarda da gerçek eşitlik üretmeyi hedefler. Yurttaşlık, etnik ya da mezhebi kimliklere göre belirlenmiş değil; tam da bu kimliklerin sabitlenmediği, geçişkenliğe ve ortaklaşmaya açık olduğu bir alan olarak yeniden tanımlanır. Demokratik ulus ise bu çoğulluğu, farklılıkların gerilimli ama barışçıl bir biçimde bir arada var olabildiği bir ortak kamusal zemin olarak kurgular (Hardt ve Negri, 2004).

Dünyadan örnekler

Bu anlayışın çeşitli örnekleri, radikal yerel yönetim pratiklerinde somutlaşmaktadır. Barselona’da ortaya çıkan Barcelona en Comú hareketi, neoliberal kent politikalarına karşı kadınların öncülüğünde yatay örgütlenmiş, katılımcı ve kapsayıcı bir belediyecilik modeli geliştirmiştir. Porto Alegre’de uygulanan katılımcı bütçeleme deneyimi, yurttaşların belediye kaynaklarının dağıtımı üzerinde doğrudan söz sahibi olduğu, kurumsal demokratikleşmeye açık bir örnektir. Chiapas’taki Zapatista özyönetimi, devlet dışında ve devlete rağmen, rotasyonel temsiliyet, kadınların katılımı ve yerel özerklik ilkeleriyle özgün bir radikal demokrasi modeli sunmuştur. Rojava’daki demokratik konfederalizm uygulaması ise, etnik, dinsel ve cinsiyet kimliklerinin eşit temsiline dayalı, âdemimerkeziyetçi ve özyönetim odaklı bir sistem inşa etmeye çalışmaktadır. Venezuela’daki komünler de yerel halkın doğrudan yönetime katıldığı, kooperatif temelli ve devrimci halk iktidarı vizyonunun parçası olan alternatif özyönetim örnekleridir. Bu farklı coğrafyalarda gelişen uygulamalar, her biri kendine özgü bağlamsal koşullarda ortaya çıksa da temsili demokrasinin ötesine geçerek katılımcı, çoğulcu ve hiyerarşi karşıtı bir siyasal özneleşmeyi hedeflemeleri bakımından radikal demokrasinin ortak ilkelerini ortaya koymaktadır (Ağartan ve Tamayo Gomez, 2025; Baiocchi ve Ganuza, 2017; Ciccariello-Maher, 2016). Bu örneklerden başka, dünyanın hemen her tarafındaki, çağdaş sol-sosyalist-ekolojist siyasi partilerin büyük çoğunluğu (belki hala geleneksel sosyalizm peşinde olan bazıları hariç), kimlik meseleleri açısından burada kısa bir özetini verdiğim özgürlükçü ve eşitlikçi çerçeveyi savunmaktadır.

Bu siyasal tahayyül yalnızca kimliklerin tanınmasını değil, aynı zamanda onların dönüşümünü de içeren bir dinamizme dayanır. Kimlik meselelerinin demokratik biçimde çözülmesi, sınıfsal eşitsizliklere karşı mücadeleyi kolaylaştıran bir işlev görür. Kimliklerin çatışma alanı olmaktan çıkıp ortak eylem alanına dönüşmesi, sınıf temelli adalet mücadelelerine daha fazla enerji, zaman ve toplumsal meşruiyet kazandırır (Fraser, 2000; Mouffe, 2005).

Bu çerçevede KSH’nin “demokratik ulus” ve “eşit yurttaşlık” vizyonu da özgürlükçü sol düşünceyle güçlü kavramsal ve pratik bağlara sahiptir. Özellikle Öcalan’ın 2000’li yıllardan itibaren klasik Marksist ulus-devlet tahayyülünden uzaklaşarak, Murray Bookchin’in (1995) özgürlükçü belediyecilik ve demokratik konfederalizm fikirlerine yönelmesi bu değişimin kırılma noktasıdır. Bookchin’in ekolojik, yerelci ve doğrudan katılımcı demokrasi anlayışı, Öcalan’ın fikri çerçevesini derinden etkilemiştir (Knapp ve ark., 2016). Bu yönelim, yalnızca etnik hakları değil; farklı kimliklerin yatay biçimde temsiline ve dönüşümüne açık, çoğulcu, ekolojik ve cinsiyet eşitlikçi bir toplumsal modeli hedeflemiştir. Böylece KSH, klasik ulus-devlet kurma paradigmasının dışına çıkarak çağdaş özgürlükçü sol düşünceyle kesişen ve onu bölgesel bağlamda yeniden üreten bir deneyim sunmuştur.

Sonuç olarak, eşit yurttaşlık ve demokratik ulus vizyonu, yalnızca farklılıkların tanındığı bir model değil; aynı zamanda bu farklılıkların sabitlenmediği, sürekli müzakereye açık olduğu, toplumsal adaletin hem kimlik hem sınıf düzeyinde yeniden üretildiği bir siyasal tahayyüldür. Bu tahayyül, Türkiye gibi kimlik çatışmalarıyla sınıfsal eşitsizliklerin iç içe geçtiği toplumlar için hem daha demokratik hem de daha dönüştürücü bir yol haritası sunmaktadır.

CHP, dinamik ve demokrat bir ana muhalefet partisi olarak, DEM dahil bir araya gelebilecek bütün siyasi partileri asgari bir demokrasiye geçiş programı çerçevesinde bir araya getirip, bu programın önemli başlıklarından biri olarak da Kürt meselesinin çözüm önerilerini diğer demokrat ortaklar ile birlikte, kısa anlaşılır maddeler halinde sıralayabilecek midir? Bu sayede bu konuda da çıtayı yükselten, gündemi belirleyen ve DEM’i iktidara mahkûm etmeyen bir konuma geçebilecek midir?

Sonuç Yerine: Bir Gelecek Mücadelesi

Bu üç vizyon, yalnızca farklı siyasal öneriler sunmaz; aynı zamanda Türkiye’nin geleceğine dair çok farklı yönelimleri ve hegemonya mücadelesini temsil eder.

AKP-MHP iktidar bloğunda iç gerginliklerle birlikte pişirilmeye çalışılan pragmatik ve otoriter emperyal-feodal model, kısa vadeli ittifaklarla kriz yönetimini hedeflemekte ve iktidarını sürdürebilmek için sahici bir demokratikleşmeden kaçınmaktadır. Bu yaklaşımda yurttaşlık, bireysel haklar temelinde değil; kolektif kimliklerin pazarlığına dayanan bir sadakat rejimi olarak kurgulanmakta, siyasal alan ise bu kimlikler arasında iktidar-aracılı müzakerelerin yürütüldüğü bir sahaya indirgenmektedir.

Ulusalcı model geçmişin homojenleştirici ideallerine nostaljik bir dönüş arayışındadır ve Kürt meselesinin ulaştığı çok-katmanlı ve karmaşık kapsam düşünüldüğünde bu model artık ancak faşizan bir yönetim altında geçici bir süre uygulanabilir ve muhtemelen Türkiye'nin bölünme riskini açık ara en çok arttıran modeldir. Bu model, Batı tipi modern ulus-devlet projelerine benzer bir form taşısa da günümüzün çoğulcu demokrasi standartlarına uyum sağlamakta zorlanmaktadır. Farklılıkların tanınmasını değil, bastırılmasını hedefleyen bu vizyon hem Türkiye toplumunun mevcut çoğulculuğuyla hem de Kürt meselesinin ulaştığı siyasal karmaşıklıkla bağdaşmamaktadır ve temsil krizini aşamamaktadır. Ancak yine de, mevcut süreç bir iktidar değişimini de içeren demokratikleşmeye doğru evriltilemezse bu vizyonun taşıyıcıları siyasi alanı belirlemek için pusuda beklemektedirler -ki bu da Türkiye’nin daha da faşizanlaşması anlamına gelecektir.

Özgürlükçü solun savunduğu “eşit yurttaşlık ve demokratik ulus” vizyonu ise bu iki kutbu aşan, kimlik farklılıklarını tanıyan ama sabitleştirmeyen, sınıfsal adaletle kültürel tanınmayı aynı anda gözeten bir paradigma sunmaktadır. Bu yaklaşımda yurttaşlık, yalnızca hukuki bir statü değil; çoğulcu ve katılımcı bir siyasal özneleşme süreci olarak kurgulanır. Kimlikler sabit değil; geçici, melez ve dönüşebilir olarak ele alınır. KSH ve Türkiye Sosyalist Hareketi'nin büyük çoğunluğu tarafından ortaklaşa sahiplenebilecek bu özgürlükçü sol vizyon, Türkiye ve tüm ülkeler için çokkültürlü, çokdilli, çoğulcu ve eşitlikçi bir toplumun demokratik geleceğini tasarlamaya davet etmektedir.

Bu üç vizyon arasında, ayrımsız bütün bölge ve dünya halklarına ve devletlerine önerilebilecek olan, çatışma yerine barış üretebilecek olan tek vizyon eşit yurttaşlık vizyonudur. Türk-Kürt meselesi de Arap-Kürt meselesi de Sünni-Alevi-Şii meselesi de İsrail-Filistin meselesi de kimlik temelli benzer bütün meseleler de eşit yurttaşlık vizyonu ile çözülebilir. Diğer iki vizyon ise sadece güçlülerin işine yarayan ve sürekli adaletsizlik ve eziyet üreten vizyonlardır.

Türkiye, bu üç vizyondan hangisinin ne kadar baskın çıkacağına bağlı olarak ya eski krizlerin daha da derin tekrarıyla (örneğin daha da faşizanlaşmayla) yüzleşecek ya da yeni bir demokratik toplumsallık inşa etme imkânını yakalayacaktır. Türkiye'deki mevcut siyasi dizilim düşünüldüğünde, bu denklemdeki en kritik oyuncu olarak CHP görülmektedir. Diğer bütün siyasi aktörlerin bu üç vizyon yelpazesinde nerede durdukları büyük ölçüde belliyken, CHP'nin ne ölçüde ulusalcı veya özgürlükçü sol vizyonlara yakın konumlanacağı şu anda belirsizdir. CHP, haklı olarak iktidar bloğunun emperyal-feodal vizyonuna karşı tavır almakta, ama henüz diğer iki vizyondan hangisine daha yakın konumlanacağına dair net bir işaret vermemektedir. Ama karar zamanı da çoktan gelmiştir.

CHP, bütün T.C. yurttaşlarını Türk olarak tanımlamaktan vaz geçebilecek midir? Anadilde eğitim vb. kritik konularda iktidar bloğunu ofsayta düşürebilecek denli ileri, özgürlükçü demokrat bir konum geliştirebilecek midir? Bu konularda yıllardır ihmal ettiği, kendi tabanını dönüştürme gibi çok kritik bir işi becerebilecek midir? CHP, “şehit-gazi” söylemlerini takoz olarak kullanmak yerine, bu çatışmalı süreç nedeniyle zarar gören bütün yurttaşları kapsayan bir duruş geliştirebilecek midir? Kürt meselesinin çıkışında ve devamında kendi sorumluluğu ile yüzleşebilecek ve bu sorumluluğun gereğini yapabilecek midir?

CHP, dinamik ve demokrat bir ana muhalefet partisi olarak, DEM dahil bir araya gelebilecek bütün siyasi partileri asgari bir demokrasiye geçiş programı çerçevesinde bir araya getirip, bu programın önemli başlıklarından biri olarak da Kürt meselesinin çözüm önerilerini diğer demokrat ortaklar ile birlikte, kısa anlaşılır maddeler halinde sıralayabilecek midir? Bu sayede bu konuda da çıtayı yükselten, gündemi belirleyen ve DEM’i iktidara mahkûm etmeyen bir konuma geçebilecek midir?

Yoksa CHP, ulusalcı vizyona daha yakın bir yerde konumlanıp özgürlükçü sol vizyon konusunda KSH ve diğer sol partileri yalnız mı bırakacaktır? Türkiye demokrasisi için en karanlık ihtimal bu olacaktır. Negatif barış (silahların susması) olsa bile, pozitif barışın (Kürt meselesinin demokratik çözümü) söz konusu olmadığı, mevcut otokratik iktidarın emperyal-feodal yeni versiyonuyla devam etmesi ihtimali.

KSH, negatif barış konusunda mecburen iktidarla müzakere etmektedir. KSH açısından bu süreçteki amaç sadece negatif barışsa buna ulaşma imkânı olabilir ve bu başlı başına olumlu bir gelişme olur. Ancak KSH temsilcilerinin zaman zaman dile getirdikleri gibi, bir pozitif barış beklentisi varsa, iktidarın demokratikleşme temelli pozitif barış vizyonu olmadığı çok açıktır, onun yerine bu makalede tartıştığım emperyal-feodal vizyonu söz konusudur. Bu uyumsuzluğun KSH’nin çok çetin ikilemi olması beklenmelidir.

Bütün bu nedenlerle, bu süreçteki en kritik ilişki, CHP – DEM ilişkisi olacağa benzemektedir.

---

Kaynakça

Ağartan, K. ve Tamayo Gomez, C. (2025). Reimagining Radical Democracy in the Global South: Emerging Paradigms from Colombia and Türkiye. Cambridge: Cambridge University Press.

Anderson, P. (1974). Lineages of the absolutist state. London: New Left Books.

Atmaca, M. (2021). Negotiating Political Power in the Early Modern Middle East: Kurdish Emirates between the Ottoman Empire and Iranian Dynasties (Sixteenth to Nineteenth Centuries). H. Bozarslan, C. Gunes, & V. Yadirgi (Der.), The Cambridge History of the Kurds (s. 241–260) içinde. Cambridge: Cambridge University Press.​

Baiocchi, G., & Ganuza, E. (2017). Popular Democracy: The Paradox of Participation. Redwood City, CA: Stanford University Press.

Bookchin, M. (1995). From Urbanization to Cities: Toward a New Politics of Citizenship. Michigan: Cassell.

Bora, T. (2004). Milliyetçiliğin Kara Baharı. İstanbul: Birikim Yayınları.

Bora, T. (2011). Türkiye’de Milliyetçilik: Modernleşme, Kemalizm ve Sol. İstanbul: İletişim Yayınları.

Ciccariello-Maher, G. (2016). Building the Commune: Radical Democracy in Venezuela. London: Verso Books.

Çaha, Ö. (2021). Strong State and Plural Society in Turkey. London/New York: Lexington Books.

Fraser, N. (2000). Rethinking recognition. New Left Review, 3, 107–120.

Fraser, N. ve Honneth, A. (2003). Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange. London: Verso.

Hall, S. (1996). Introduction: Who needs identity? S. Hall & P. du Gay (Der.), Questions of Cultural Identity (s. 1–17) içinde. New York: Sage.

Hardt, M., & Negri, A. (2004). Multitude: War and Democracy in the Age of Empire. New York: Penguin.

Keyman, E. F., ve İçduygu, A. (2003). Globalization, civil society and citizenship in Turkey: Actors, boundaries and discourses. Citizenship Studies, 7(2), 219–234.

Knapp, M., Flach, A., ve Ayboga, E. (2016). Revolution in Rojava: Democratic Autonomy and Women's Liberation in Syrian Kurdistan. London: Pluto Press.

Laclau, E. ve Mouffe, C. (2001). Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics (2nd ed.). London: Verso.

Mouffe, C. (2005). On the Political. New York: Routledge.

Neset, S., Aydin, M., Balta, E., Ataç, K.K., Bilgin, H.D., Strand, A. (2021). Turkey as a regional security actor in the Black Sea, the Mediterranean, and the Levant Region. Bergen: Chr. Michelsen Institute (CMI Report R 2021:2).

Paker, M. (2004). Egemen politik kültürün dayanılmaz ağırlığı. Birikim, 184–185, s. 61–71. [Bu makale daha sonra şu kitapta yer almıştır: Paker, M. (2007). Psiko‑politik yüzleşmeler. İstanbul: Birikim Yayınları].

Paker, M. (6 Mayıs 2025). Alaturka ve Alakürdi barış işleri. Yeni Arayış.

Paker, M. (1 Haziran 2025). İmtiyaz psikolojisi bağlamında Türk-Kürt meselesi – 1. Yeni Arayış.

Paker, M. (19 Haziran 2025). İmtiyaz psikolojisi bağlamında Türk-Kürt meselesi – 2. Yeni Arayış.

Ünlü, B. (2018). Türklük sözleşmesi: Oluşumu, işleyişi ve krizi. Ankara: Dipnot Yayınları.

Wallerstein, I. (1979). The Capitalist World-Economy. Cambridge:Cambridge University Press.

Young, I. N. (1990). Justice and the Politics of Difference. New Jersey: Princeton University Press.

www.muratpaker.com

www.psikopolitik.com

 

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?
Barış SüreciKürt SorunuPKKKürt Siyasi HareketiCHPTürkiye Sosyalist HareketiDEM Parti

Yorum Yazın

Murat Paker
Murat Paker

Bizi Takip Edin
Facebook
X (Twitter)
Instagram
Linkedin
Mastodon
Bluesky
Köşe Yazarları
Erol Katırcıoğlu
Erol Katırcıoğlu Komisyon oturumları canlı yayınlansın
Hakan Tahmaz
Hakan Tahmaz Komisyon kuruluyor sorular çoğalıyor
Murat Aksoy
Murat Aksoy İktidarın Kürtlerle sınavı
Özgür Öğütcen
Özgür Öğütcen Gündelik Hayattaki Şiddet Üzerine
Çağhan Uyar
Çağhan Uyar Kılıç, kalkan ve ümmet: Türkiye'yi geçmiş nostaljisiyle yönetmek
M. Coşkun Cangöz
M. Coşkun Cangöz Yaz sıcakları Hazine’yi de vurdu: Borçlanma yakıyor!
Murat Paker
Murat Paker “Süreçte” üç farklı kimlik vizyonu
Eser Karakaş
Eser Karakaş İdari soruşturmalar komedyası ve Devlet-i âlimiz
Yüksel Işık
Yüksel Işık Kimlik değil, liyakat
Murat Kartalkaya
Murat Kartalkaya Türkiye ekonomisi neden durmuyor?
Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu Çağdaş birarada yaşama üzerine
Turgay Bozoğlu
Turgay Bozoğlu Vergi Reformu: Türkiye’nin rampadaki gerçekliği
Mustafa Ergen
Mustafa Ergen İkinci Soğuk Savaş mı, Rönesans mı? Korku mu, bilinç mi egemen olacak?
Bahattin Yücel
Bahattin Yücel BOP ve Türkiye Milleti: Yeni Türkiye
Tunay Şendal
Tunay Şendal Türkiye-İsrail ilişkilerinde ulusaşırı kimlik tehditi
Deniz Nas
Deniz Nas İş hayatında gelir eşitsizliğine iki farklı yaklaşım: Adalet, hakkaniyet teorisi ve Liberteryen haklar teorisi
Korhan Gümüş
Korhan Gümüş Karşımızdaki şehir manzarası bize neyi gösteriyor?
Çağatay Arslan
Çağatay Arslan Anadolu Hisarı: Betona inat, tarihe saygı
SON GELİŞMELER
İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
instagram gel gel
Yeni Arayış
KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı