Kürtlerin demokratik hak taleplerine karşı Türk kimliğinin gösterdiği direncin yalnızca siyasi veya hukuki değil; derin psikanalitik ve sosyal psikolojik kökenlere sahip olduğunu tartıştım. Narsisistik yaralanma, egemen kimliğin imtiyazlarını kaybetme kaygısı, sistem meşrulaştırma güdüsü, kimlik tehdidi-kırılganlığı, normatif bilinçdışı ve kayıp/yas gibi kavramlar, Türk kimliğinin Kürtlerle eşitlenme talebi karşısında geliştirdiği savunma mekanizmalarını anlamamızda önemli bir yer tutmaktadır.
Özet
Bu makale, Kürtlerin temel demokratik taleplerine karşı Türk kimliğinde ortaya çıkan direnci, psikanalitik ve sosyal psikolojik kuramlar doğrultusunda analiz etmektedir. Türk kimliğinin tarihsel olarak kurucu, merkezî ve normatif pozisyonda konumlanması, ona görünmez bir toplumsal imtiyaz kazandırmış; Kürt kimliğinin eşit yurttaşlık talepleri bu imtiyazın kaybedilme tehdidi olarak deneyimlenmiştir.
Yedi tematik başlık altında yapılan çözümlemede, öncelikle Kürt taleplerinin egemen kimlikte oluşturduğu narsisistik yaralanma ve imtiyaz kaybı kaygısı ele alınmakta, bunu mevcut hiyerarşik düzenin korunmasına yönelik sistem meşrulaştırma ve sosyal hâkimiyet güdüsü izlemektedir. Kimlik tehdidi ve beyaz imtiyazı analojisi, imtiyazlı kimliklerin eleştiriyi kişisel saldırı olarak algılamasıyla gelişen savunmaları açıklamakta; normatif bilinçdışı ve kolektif savunmalar, Türklüğün toplumsal norm olarak içselleştirilmesinin eleştirilmesini engelleyen mekanizmaları tartışmaktadır. Irksal bilinçdışı kuramları Türkiye bağlamında yorumlanmaktadır. Kimlik (Türklük) kırılganlığı, bu tepkilerin bireysel değil, kültürel olarak şekillenmiş bir savunma olduğunu ortaya koymaktadır. Son bölümde ise egemen kimliğin imtiyaz kaybını sindirebilmesi için bir yas süreci ve etik düzlemde bir onarıcı yüzleşme gerektiği savunulmaktadır.
Bu çalışma, Türk-Kürt meselesini yalnızca siyasal bir sorun olarak değil, aynı zamanda psiko-sosyal bir mesele olarak ele almakta ve demokratik çözümün önündeki duygusal engellere dikkat çekmektedir.
Giriş
Türkiye’deki Türk-Kürt meselesi, yalnızca siyasi ve hukuki düzlemde değil; aynı zamanda psikolojik ve kültürel düzeyde de incelenmesi gereken çok katmanlı bir sorundur. İki bölümlü bu makalede, imtiyaz psikolojisi kavramı çerçevesinde, Türk kimliğinin Kürtlerin temel demokratik haklarına yönelik direncini anlamaya çalışıyorum. Özellikle Türklüğün tarihsel olarak devletin normatif ve üst/üstün kimliği olarak inşa edilmesi, anadili Türkçe olan bireylerin toplumsal ve kültürel imtiyazlara sahip olmasına yol açmıştır. Kürtlerin anadil, kültürel ve siyasal temsiliyet talepleri bu imtiyazı tehdit ettiğinde, egemen kimlik açısından derin bir psikolojik kaygı ve çeşitli savunma mekanizmaları ortaya çıkmaktadır.
Bu makaledeki temel amacım, Kürtlerin demokratikleşme ve eşit yurttaşlık taleplerinin neden Türk kimliği için bir tehdit olarak algılandığını, psikanalitik ve sosyal psikolojik perspektiflerden açıklamaya çalışmaktır. Makale iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde imtiyaz psikolojisi bağlamında Türk kimliğinin tarihsel üstünlüğü ve bunun Kürtlerin hak taleplerine yönelik direnci nasıl ürettiğini tartışmıştım (Paker, 2025, 1 Haziran). Bu ikinci bölümde ise bu direncin psikodinamik boyutları, narsisistik yaralanma, sistem meşrulaştırma, kimlik tehdidi/kırılganlığı, normatif bilinçdışı ve yas süreçleri üzerinden analiz edilecektir. Böylece, Türk-Kürt meselesine dair toplumsal barış ve demokratikleşme sürecinin önündeki psikolojik engelleri daha görünür kılınmayı hedefliyorum.
İmtiyaz (privilege), bireylerin ırk, milliyet, etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, anadil, sınıf gibi sosyal grup aidiyetleri temelinde sahip oldukları hak edilmemiş avantajlar olarak tanımlanabilir. İmtiyaz yapılarının nasıl işlediği, önyargı, ayrımcılık, milliyetçilik ve ırkçılığın bireyler ve sistemler düzeyinde nasıl sürdürüldüğünü anlamak açısından merkezî bir yere sahiptir. Bu makalede, imtiyazın bilinçdışı işleyişlerini, savunma işlevlerini ve toplumsal hiyerarşileri meşrulaştırmadaki rolünü ele alacağım.
Bu makaledeki vaka örneğimiz Türk-Kürt meselesi olsa da tartışacağım psiko-sosyal mekanizmaların bütün imtiyaz sistemlerinde şu ya da bu ölçüde geçerli olduğunu belirtmek isterim. O yüzden, her hiyerarşik ilişkinin kendine özgü yanları da olacağını unutmadan, bu makalede ele alınan egemen/baskın/avantajlı/imtiyazlı Türk – dezavantajlı/itaat etmesi beklenen Kürt ikiliği yerine, Beyaz “ırk” – Siyah “ırk,” küresel Kuzey-Güney, erkek – kadın, heteroseksüel – LGBTİ+, İsrailli Yahudi – Filistinli Arap, zengin-yoksul vb. ikilikleri koyup o ilişkileri de bu mekanizmalar üzerinden değerlendirebiliriz.
Narsisistik Yaralanma ve İmtiyaz Kaybı Kaygısı
Türkiye’de Türk kimliğinin tarihsel olarak devletin kurucu ve üstün kimliği olarak inşa edilmesi, bireylerin benlik algılarında bir tür narsisistik üstünlük duygusuna zemin hazırlamıştır (Hollander, 1997; Layton, 2006). Bu durum, Türklüğün toplumsal alanda normatif hale gelmesini sağlarken, anadili Türkçe olanların ve Türk kimliğini benimseyenlerin imtiyazlı bir konuma yerleşmesine de zemin hazırlamıştır. Kürtlerin temel demokratik hak talepleri—örneğin anadilinde eğitim veya kültürel haklar—bu ayrıcalığı tehdit eder nitelikte algılandığında, Türk kimliğinin kurucu unsurlarında narsisistik bir yaralanma hissi ortaya çıkabilmektedir. Bu yaralanma, egemen kimlik için bir tehdit/stres/travma kaynağı haline gelmekte ve bu tehdide yönelik savunma mekanizmaları devreye girmektedir (Layton, 2006).
Bu savunma mekanizmalarının başında inkâr ve yansıtma gelir. Bilindiği gibi, Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı Cumhuriyet tarihinin oldukça uzun bir döneminde açıkça inkâr edilmiş ve “Türklükte eritmek” anlamına gelen şekilde asimile edilmeye çalışılmıştır. Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı, uzun ve kanlı bir çatışma dönemi sonunda artık inkâr edilemez bir duruma ulaşmıştır ama bu varlıktan kaynaklanan haklar konusunda yaygın inkâr halen sürmektedir. Türk kimliği açısından bakıldığında, Kürtlerin eşitlik talebi yalnızca bir demokratikleşme çağrısı değil, aynı zamanda Türk kimliğinin kurucu mitlerinin (örneğin homojen ulus-devlet ideali) sarsılması anlamına gelir. Bu noktada, Kürtlerin hak talepleri bir “suçlama” veya “nankörlük” olarak kodlanarak yansıtılır; bu da toplumsal düzeyde ötekileştirme ve düşmanlaştırmayı pekiştirir. Psikanaliz literatüründe bu tür savunmalar, narsisistik kimlik bütünlüğünü koruma çabası olarak değerlendirilir (Hollander, 1997; Benjamin, 2004).
Kürtlerin temel demokratik haklarının tanınmasına yönelik direnç, yalnızca bireysel önyargılardan değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde işleyen bir sistem meşrulaştırma motivasyonundan kaynaklanır. Bu durum, Türk kimliğinin egemenliğini koruma uğruna demokratikleşme sürecini geciktirir ve eşitlik taleplerini potansiyel bir tehdit olarak kodlamaya devam eder.
Sistem Meşrulaştırma ve Hiyerarşiyi Sürdürme Güdüsü
Türkiye’de Türk kimliğinin tarihsel üstünlüğü, yalnızca bireysel önyargılara değil; toplumsal düzeyde işleyen sistemsel bir meşrulaştırma mekanizmasına dayanır. Sosyal psikoloji literatüründe bu süreç sistem meşrulaştırma teorisi (Jost & Banaji, 1994) kavramıyla açıklanır. Bu teoriye göre, baskın grup üyeleri—bu bağlamda Türkler—var olan düzenin adil ve doğal olduğuna inanarak, mevcut hiyerarşiyi içselleştirir ve yeniden üretirler. Böylece Kürtlerin eşitlik talepleri, yalnızca mevcut düzene değil, bireylerin benlik ve aidiyet duygularına da tehdit olarak algılanır.
Türk kimliği açısından Kürtlerin temel demokratik haklarının tanınması, sistemin meşruiyetine dair kolektif bir kaygı yaratır. Bu temel demokratik haklar tanınabiliyorduysa, yüzyıldır neden debelenilmiştir? Mevcut sistem büyük bir hata/yalan üzerine mi kurulmuştur? Bu tür rahatsız edici sorular kaygı yaratır. Kaygıyla baş etmek ve egemen kimliği/statükoyu sürdürmek için de çeşitli psikolojik savunmalar devreye girer. Örneğin “kazanılmış haklar” veya “üniter devletin bölünmezliği” gibi söylemler, mevcut imtiyazları korumak için rasyonelleştirici kalkanlar işlevi görür (Jost & Banaji, 1994). Psikanalitik perspektiften bakıldığında, bu rasyonelleştirme çabaları, egemen kimliğin narsisistik bütünlüğünü sürdürme amacı güder (Layton, 2019). Böylece toplumsal hiyerarşi hem psikolojik hem de politik düzeyde yeniden üretilir.
Buna ek olarak, sosyal hâkimiyet teorisi (Sidanius & Pratto, 1999), egemen grupların hiyerarşiyi koruma motivasyonlarını açıklayan bir diğer önemli kuramsal çerçevedir. Bu teoriye göre, baskın gruplar (bizim konumuzda Türkler) hem bireysel hem de kurumsal düzeyde eşitsizliği pekiştiren ideolojilere daha yatkındır. Örneğin, “Türk-Kürt kardeşliği” gibi iyi niyetli görünen söylemler bile çoğu zaman hiyerarşiyi koruyucu bir işlev görerek, Kürtlerin özerk kimlik ve hak taleplerini nötralize edebilir. Bu durum, Türk kimliğinin sistemsel üstünlüğünün sıradan ve görünmez hale gelmesini sağlar.
Sonuç olarak, Kürtlerin temel demokratik haklarının tanınmasına yönelik direnç, yalnızca bireysel önyargılardan değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde işleyen bir sistem meşrulaştırma motivasyonundan kaynaklanır. Bu durum, Türk kimliğinin egemenliğini koruma uğruna demokratikleşme sürecini geciktirir ve eşitlik taleplerini potansiyel bir tehdit olarak kodlamaya devam eder.
Kimlik Tehdidi ve Beyaz İmtiyazı Analojisi
Türk kimliğinin tarihsel üstünlüğü, Türkiye’nin ulus-devlet inşasında normatif bir kimlik olarak yerleşmiştir. Kürtlerin eşit yurttaşlık ve anadil talepleri, bu normatif üstünlüğü sarsarak “kimlik tehdidi” (Steele, 1997) yaratır. Kimlik tehdidi, sosyal psikoloji literatüründe, bireylerin ya da grupların kendilerini tanımladıkları özelliklerin sorgulanması sonucu yaşanan savunma mekanizmalarını ifade eder. Türk kimliği açısından bu tehdit, yalnızca politik bir mesele değil, aynı zamanda psikolojik bir “kendini koruma” refleksidir. Bu refleks, Kürtlerin demokratik taleplerine karşı savunmacı bir tepki geliştirilmesine ve çoğu zaman da bu taleplerin bölücülükle eş tutulmasına yol açar.
Bu noktada Batı literatüründe geniş yer bulan beyaz imtiyazı (McIntosh, 1988) kavramından yararlanarak, Türk kimliğinin Kürtlere göre sahip olduğu toplumsal, kültürel ve ekonomik avantajlar görünür kılınabilir. McIntosh’un invisible knapsack (görünmez sırt çantası) benzetmesi, beyaz imtiyazının gündelik yaşamda nasıl içselleştirildiğini ve fark edilmediğini anlatır. Türkiye bağlamında, Kürtlerin anadilinde eğitim, siyasi temsil ve kültürel haklar gibi temel demokratik talepleri karşısında, Türk kimliğinin devlet katında, eğitimde, medyada ve gündelik yaşamda görünmez kılınan imtiyazları tehdit altında olarak deneyimlenir. Örneğin bazı alanlarda iki-dilli olmak, iki-dilli hizmet almak-vermek, tek-dilin (Türkçenin) sahip olduğu imtiyazların yitirilmesi, ciddi bir tehdit olarak deneyimlenir. Bu analoji, Türk kimliğinin Kürt taleplerini neden “nankörlük” veya “ülkeyi bölme” çabası gibi algıladığını anlamada önemli bir kavramsal köprü sunar.
Psikanalitik perspektiften bakıldığında, bu tehdit deneyimi çoğu zaman yansıtma, inkâr ve disosiyasyon (kopuşma) gibi savunma mekanizmalarını harekete geçirir (Layton, 2006; Benjamin, 2004). Kürtlerin demokratik talepleri, Türk kimliğinin narsisistik bütünlüğünü tehdit ettiği için, bu talepler düşmanca veya nankörlük biçiminde yeniden kodlanarak kimlik üstünlüğü korunmaya çalışılır. Kürtlerin uğradıkları tarihsel adaletsizlikleri ve hak-eşitlik taleplerini duyan çoğu Türk için yansıtma savunma mekanizması bilinçdışı olarak şöyle çalışır: “biz kötü değiliz/olamayız, biz size hiç kötü bir şey yapmadık/yapmış olamayız; tam tersine siz bize kötülük yapmaya çalışıyorsunuz, siz kötüsünüz.” Kürtlerin uğradıkları tarihsel adaletsizlikler olgusal hakikatlere dayansa bile, bu olguların kabul edilmesi Türkler açısından sancılı bir yüzleşme gerektireceğinden bundan olabildiğince kaçınılmaya çalışılır. Yaygınca kullanılan diğer bir savunma mekanizması da disosiyasyondur (kopuşma). Ortalama bir Türk, Türklere yapılan haksızlıklara-adaletsizliklere hassasiyet gösterebiliyorken, Kürtlere yapılan çok daha beter muameleler çok kolaylıkla algı/dikkat radarlarının dışında kalabilmektedir. Kürtler, Kürtçe ve Kürt meselesi çoğu Türk için normal zihinsel faaliyetten kopuşturulmuş olduğu için, o konulara dair farklı standartlar uygulanması kolaylaşmaktadır.
Bu bağlamda, Batı’daki beyaz imtiyazının nasıl içselleştirildiğini ve savunmalarla korunduğunu inceleyen McIntosh (1988) ve Sue ve ark. (2007) gibi yazarlar, Türk kimliği bağlamında da benzer psikolojik mekanizmaların nasıl işlediğini anlamak için analitik imkânlar sunmaktadır.
Normatif bilinçdışı ve kolektif savunmalar, Türkiye’deki Türk-Kürt ilişkilerinde demokratik eşitlik mücadelesini görünmez kılan ve egemen kimliğin sorgulanmasını engelleyen güçlü psikolojik yapılar olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle, demokratikleşme ve barış sürecinin önündeki en büyük engellerden biri yalnızca siyasi ve hukuki düzenlemeler değil, aynı zamanda bu psikolojik savunma mekanizmalarının çözülmesi ve görünür kılınmasıdır.
Normatif Bilinçdışı ve Kolektif Savunmalar
Türk kimliğinin tarihsel olarak devletin ve toplumsal hayatın merkezine yerleştirilmesi, hem hukuki düzenlemelerde hem de toplumsal düzeyde belirli davranış kalıplarının, düşünce biçimlerinin ve hissetme tarzlarının normal olarak içselleştirilmesine neden olmuştur. Layton’un (2019) geliştirdiği normatif bilinçdışı kavramı, bireylerin ve toplumların kendi kimliklerini ve imtiyazlarını doğal ve meşru olarak algılamalarını sağlayan bu kültürel içselleştirmeleri açıklamada çok değerli bir kavramsal çerçeve sunar. Bu kavrama göre, baskın grup üyeleri (örneğin Türkler) sahip oldukları imtiyazları çoğu zaman fark etmeden kullanır ve bu imtiyazların sorgulanması karşısında savunmacı tepkiler geliştirir.
Türkiye’de Türklük ve Türkçe, hem hukuki düzenlemeler hem de toplumsal kabuller düzeyinde norm haline getirilmiştir. Bu normatif yapı, Kürtlerin anadil, kültürel kimlik ve siyasi temsiliyet taleplerini, toplumsal düzeyde bir tehdit olarak kodlayarak kolektif savunmaları tetikler. Bu savunmalar arasında en yaygın olanları; inkâr, yansıtma ve fail-mağdur rollerini tersine çevirme (perpetrator-victim reversal) (Benjamin, 2004) gibi mekanizmalardır. Örneğin Kürtler, varlıkları ve hakları inkâr edildiği, zorla asimilasyona tabi tutuldukları için aslında mağdur konumdayken, baskın Türk kimliği açısından, haklarını talep ettikleri ve bu yolda mücadele ettikleri için “ülkeyi bölme” veya “milletin birliğini bozma” peşinde olan failler olarak kodlanır. Bu tür söylemler, hem bireysel hem de kolektif düzeyde kimlik üstünlüğünü (normatif bilinçdışını) koruyan psikolojik kalkanlar işlevi görür.
Normatif bilinçdışı, aynı zamanda Türk kimliğinin doğal merkez olma konumunu güçlendirerek, Kürtlerin demokratik taleplerini görmezden gelme veya değersizleştirme eğilimini pekiştirir. Bu durum, “biz zaten eşitiz” ya da “herkes aynı haklara sahip” gibi evrenselci söylemler aracılığıyla Kürtlerin taleplerini nötralize eder. Layton (2006) bu tür söylemleri, imtiyazlı konumda olanların kendi sorumluluklarını inkâr etmelerine ve hiyerarşik düzenin sürdürülmesine katkı sağlayan bir tür kolektif savunma mekanizması olarak tanımlar.
Sonuç olarak, normatif bilinçdışı ve kolektif savunmalar, Türkiye’deki Türk-Kürt ilişkilerinde demokratik eşitlik mücadelesini görünmez kılan ve egemen kimliğin sorgulanmasını engelleyen güçlü psikolojik yapılar olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle, demokratikleşme ve barış sürecinin önündeki en büyük engellerden biri yalnızca siyasi ve hukuki düzenlemeler değil, aynı zamanda bu psikolojik savunma mekanizmalarının çözülmesi ve görünür kılınmasıdır.
Irksal Bilinçdışı ve İmtiyazın İnkârı
Layton’un (2019) geliştirdiği normative bilinçdışı kadar kapsamlı/gelişkin olmasa da Layton’un kavramsallaştırmasına büyük katkısı olan ırksal bilinçdışı kavramına da kısaca değinmek isterim. Fanon (1961/2004), sömürge ilişkileri içinde egemen kimliğin nasıl idealize edildiğini ve bu idealizasyonun karşıt kimlikleri nasıl bastırdığını detaylı biçimde analiz eder. Fanon’un geliştirdiği epidermal ırk kodu kavramı, kişinin yalnızca ten rengiyle değil, tarihsel ve kültürel bağlamda ırksallaştırılmış bir beden ve kimlik olarak kodlanmasını ifade eder. Bu bağlamda Türkiye’de Kürtlük, yalnızca etnik ya da dilsel farklılıkla değil, tarihsel olarak bastırılmış, marjinalleştirilmiş ve tehlikeli addedilen bir kimlik olarak ‘epidermal’ düzeyde algılanır. Kürtçe konuşmak, Kürt ismine sahip olmak ya da Kürt kültürünü ifade etmek bile çoğu zaman bu kodlamanın bir göstergesi olarak, çoğu Türkün ruhsal teninde (epiderm) tahriş yaratır, bu yüzden de dışlanma ve düşmanlıkla karşılaşır. Fanon’un ontolojik yadsıma dediği şey, egemen kimliğin bu farklı kimliği bastırarak kendi varoluşunu tehditten arındırma çabasıdır. Türkiye bağlamında bu, Türklüğün ‘evrensel’, ‘doğal’ ve ‘nötr’ kimlik olarak kurumsallaşmasıyla, Kürtlüğün ise silinmesi ya da asimile edilmesiyle tezahür eder. Bu bağlam, Fanon’un sömürge psikolojisi analizlerinin, Türkiye’deki iç sömürgeleştirme süreçleri için de uygulanabileceğini gösterir.
Benzer biçimde Kovel (1984), beyaz ırkçılığı yalnızca bireylerin bilinçdışı önyargılarıyla değil, aynı zamanda kurumlar ve normlar düzeyinde işleyen yapısal bir süreç olarak ele alır. Kovel’in tanımladığı kurumsal beyazlık, eğitimden hukuka, medyadan şehir planlamasına kadar tüm alanlarda beyazlığı varsayılan norm haline getirir ve diğer ırksal kimlikleri bu normdan sapma olarak konumlandırır. Bu kavramsallaştırma, Türkiye’deki kurumsal Türklük yapısıyla doğrudan analojik biçimde ele alınabilir: Türkçe’nin devlet dili ve kamusal iletişimin tek meşru aracı olarak belirlenmesi; etnik Türklüğün güvenli, makbul ve tarafsız vatandaşlık kimliği olarak kurumsallaştırılması; ve buna karşılık Kürtçenin, Aleviliğin veya Kürt kimliğinin kamusal görünürlüğünün sistematik biçimde dışlanması. Bu nedenle, Kovel’in ırkçılığı yalnızca nefret değil, aynı zamanda duygusal mesafe, inkâr ve normatif körlükle açıklayan modeli, Türk-Kürt ilişkilerindeki asimetrik psikopolitik düzlemi analiz etmek için elverişli bir teorik çerçeve sunmaktadır.
ırksal önyargının yalnızca bireysel bilinçdışında değil, kurumlar ve normatif yapılar düzeyinde de sürdüğünü savunur. Türkiye’deki asimilasyoncu söylemler, bu önyargının gündelik toplumsal hayat ve resmi düzeyde yeniden üretildiğini gösterir.
Kimlik Kırılganlığı
Ayrımcılık, yalnızca açık düşmanlıkla değil; iyi niyetli bireylerin duygusal uzaklık, inkâr ve rasyonelleştirme gibi savunma mekanizmalarıyla da sürdürülebilmektedir (Dalal, 2002). DiAngelo (2011), ABD’deki beyaz-siyah ilişkileri bağlamında büyük bir isabetle geliştirdiği beyaz kırılganlığı (white fragility) kavramını kullanarak, imtiyazlı kimliklerin eleştiriye karşı savunmacı tepki gösterdiğini anlatır. Bu kavram üzerinde biraz duralım, zira bizim konumuzla da doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Beyaz kırılganlığı, ABD gibi tarihsel olarak beyaz ırkçılığının köklü olduğu toplumlarda, beyaz insanlarda en küçük bir ırksal gerilimin bile katlanılamaz hale geldiği ve çeşitli savunucu tepkileri tetiklediği bir durumdur. Bu tepkiler, öfke, korku ve suçluluk gibi duyguların dışa vurulmasının yanı sıra tartışmaya girme, suskunluk ve gerilim yaratan ortamdan uzaklaşma gibi davranışları içerir. Bu kırılganlık temel olarak şu nedenlere dayanır:
1. Irksal konforsuzluğa alışık olmama: Beyaz bireyler genellikle kendi ırksal kimliklerini sorgulamak zorunda kalmadan büyürler; bu nedenle ırk üzerine konuşmak onlar için alışılmadık ve rahatsız edici bir durumdur.
2. İmtiyazın görünmezliği: Beyaz olmanın sağladığı yapısal imtiyazlar genellikle fark edilmez; bu imtiyazların görünür hale gelmesi tehdit gibi algılanır.
3. Irkçılığı kötü niyetle eşitleme: Irkçılığın yalnızca "kötü" bireylerle ilişkili olduğu inancı, eleştiriyi kişisel bir saldırı gibi algılamaya neden olur.
4. Bireycilik ve tarafsızlık yanılsaması: Beyaz bireyler sıklıkla kendilerini “sadece birey” veya “ırk-nötr” olarak görür; bu da sistemik ırkçılıkla yüzleşmeyi zorlaştırır.
Kürt meselesini sakince tartışmaya bile tahammülü olmayan, çok şiddetli tepkiler verebilen geniş toplum kesimlerini düşündüğümüzde bir Türklük kırılganlığından bahsetmek mümkün görünmektedir. Yeniden hatırlatmak gerekirse, Türklük’ün bütün yurttaşları kapsayamayan (%20-25’lik bir kitleyi dışarıda kalmış hissettiren) bir terim olmasından hareketle üst-kimlik (yurttaş tanımı) olarak önerilen, bütün yurttaşları kapsayabilecek Türkiyelilik nitelemesine gösterilen ergence tepkiler, bu Türklük kırılganlığının en kristalize örneği olarak gösterilebilir. Türkiye’deki Türklerin büyük çoğunluğu bu Türklük kırılganlığı nedeniyle “Türkiyeli Türk” olmayı içlerine sindirememişlerdir. Türkiye’de yurttaşlık tanımının veya Türklüğün eleştirisi yine bu kırılganlık nedeniyle sıklıkla ihanet ya da bölücülük olarak etiketlenir.
Bu analizler, Türk kimliğinin Kürt eşitlik taleplerine verdiği tepkilerin yalnızca bireysel değil; tarihsel, kültürel ve kolektif düzeyde yapılandığını göstermektedir.
Kürtlerin demokratik hak talepleri karşısında Türk kimliğinin yas tutması hem geçmişteki adaletsizliklerle yüzleşmeyi hem de mevcut imtiyazlardan vazgeçmeyi gerektirir. Bu süreç, demokratikleşme ve toplumsal barış için zorunlu olduğu kadar, psikanalitik düzeyde de dönüştürücü bir işlev görebilir.
Yas, İşlemleme ve Onarım
Türk kimliği açısından Kürtlerin demokratik eşitlik talepleriyle yüzleşmek, yalnızca politik bir meseleden ibaret değildir; aynı zamanda, psikanalitik düzeyde bir yas ve işlemleme (working through) olarak da kavramsallaştırılabilir (Freud, 1917/1957; Benjamin, 2004). Freud’un yas kuramına göre, bireyler bir kayıp yaşadıklarında ve ona uygun şekilde yas tuttuklarında, kaybedilen nesneyle olan bağı içselleştirir ve ruhsal olarak yeniden yapılanırlar. Türkiye’nin resmî ideolojisinde Türklüğün mutlak üstünlüğü ve normatifliği, Kürtlerin taleplerinin tanınmasıyla sarsıldığında, egemen kimlik için bir kayıp hissi doğar. Bu kayıp, Türklük kimliğinin tarihsel imtiyazlarıyla yüzleşmeyi ve bu imtiyazlardan feragat etmeyi de içerir.
Bu bağlamda, Türk kimliği açısından Kürtlerin demokratik haklarının tanınması; adeta imtiyazlı kimliğin ölümü anlamına gelir. Bu ölümü kabullenmek, psikanalitik anlamda yas sürecini gerektirir. Ancak bu sürece sıklıkla inkâr ve disosiyasyon eşlik eder (Layton, 2006). Yani egemen kimlik, kaybın yarattığı acıyı ve sorumluluğu hissetmemek için savunma mekanizmalarını devreye sokar. Türk toplumunda Kürtlerin hak taleplerinin bölücülük veya nankörlük olarak kodlanması, bu savunma mekanizmalarının toplumsal düzeyde nasıl işlediğinin bir göstergesidir.
Benjamin’in (2004) geliştirdiği üçüncülük [thirdness] kavramı, yas sürecinde ortaya çıkan ikili (fail/mağdur) konumlanmalardan çıkmayı ve karşılıklı bir tanınma zemini (üçüncü konum) oluşturmayı önerir. Türk kimliğinin Kürtlerle eşitlenme talebi karşısında bu üçüncülük perspektifini benimsemesi, hem travmatik tarihsel olaylarla (örneğin asimilasyon politikaları, dil yasakları, katliamlar vb.) yüzleşmeyi hem de demokratik eşitlik temelinde yeni bir toplumsal sözleşmenin kurulmasını mümkün kılabilir. Bu süreç, yalnızca politik reformlarla değil; aynı zamanda egemen kimliğin kapsamlı olarak planlanıp yürütülecek bir yüzleşme programıyla psikolojik olarak yas tutma ve yeniden yapılanma sürecinden geçmesiyle mümkündür. Üçüncülük konumu, Türklük ve Kürtlük konumlarının içine sıkışmadan ama onları ve onların eşit haklarını tanıyarak ve kapsayarak oluşturulabilecek yeni ve daha geniş bir ilişkisel alandır. Bu üçüncü konumun adı ne “Türklük” ne de “Kürtlük” olabilir, ama ikisini de ve diğer kimlikleri de kapsayabilecek “Türkiyelilik”, “Anadolululuk”, “T.C. yurttaşlığı” vb. olabilir. Bu geniş üst-kimlik şemsiyesi altında, belli ilkeler çerçevesinde, etnik kökenine vb. bakmadan, belli bir yoğunluğa ulaşmış her türlü kültürel-demokratik talep karşılanabilmelidir.
Bu üçüncülük konumu ve onun yas-onarım sürecindeki kritik rolü bağlamında belirtmek gerekir ki mevcut süreçte çok sık dile getirilen “Türk-Kürt kardeşliği”, belki iyi niyetle dile getirilse bile, aslında eşitlik temelinde oluşturulabilecek bu üçüncü konumu geliştirme konusunda gösterilen (muhtemelen kısmen bilinçdışı) direncin bir belirtisidir. İkili konumlar kapsanıp aşılmadan, “kardeşlik” gibi zorunlu olarak eşitlik ve adalet çağrıştırmayan muğlak kavramlar yerine tüm yurttaşların eşit bir şekilde yararlanabileceği haklar/ilkeler tanımlanmadan çözüm konusunda sahici bir adım atılması mümkün olmayacaktır.
Sonuç olarak, Kürtlerin demokratik hak talepleri karşısında Türk kimliğinin yas tutması hem geçmişteki adaletsizliklerle yüzleşmeyi hem de mevcut imtiyazlardan vazgeçmeyi gerektirir. Bu süreç, demokratikleşme ve toplumsal barış için zorunlu olduğu kadar, psikanalitik düzeyde de dönüştürücü bir işlev görebilir.
Sonuç
Bu makalede, Kürtlerin demokratik hak taleplerine karşı Türk kimliğinin gösterdiği direncin yalnızca siyasi veya hukuki değil; derin psikanalitik ve sosyal psikolojik kökenlere sahip olduğunu tartıştım. Narsisistik yaralanma, egemen kimliğin imtiyazlarını kaybetme kaygısı, sistem meşrulaştırma güdüsü, kimlik tehdidi-kırılganlığı, normatif bilinçdışı ve kayıp/yas gibi kavramlar, Türk kimliğinin Kürtlerle eşitlenme talebi karşısında geliştirdiği savunma mekanizmalarını anlamamızda önemli bir yer tutmaktadır. Aynı zamanda, bu süreçlerin sadece bireysel düzeyde değil; kurumsal ve toplumsal düzeyde de yeniden üretildiği görülmektedir.
Türklüğün tarihsel üstünlüğünü ve ayrıcalığını sürdüren bu psikolojik yapılar, demokratikleşme ve toplumsal barış süreçlerinin önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle, Kürt meselesinde kalıcı bir çözüm arayışı yalnızca hukuki ve siyasi düzenlemelerle sınırlı kalmamalı; aynı zamanda egemen kimliğin imtiyazlarıyla yüzleşmesini ve bu imtiyazların yarattığı psikolojik savunma mekanizmalarının çözülmesini de hedeflemelidir. Psikanalitik literatürde tarif edilen “yas tutma” ve “işlemleme” gibi kavramlar, egemen kimliğin kendi tarihsel üstünlüğüyle yüzleşmesini ve demokratik bir eşitlik zemininde yeniden yapılanmasını mümkün kılabilir. Bu bağlamda, Türk-Kürt meselesinde kalıcı bir barış ve eşitlik için hem politik hem de psikolojik düzeyde derin bir dönüşüm gerektiği açıktır. Psikolojik boyutun ihmal edildiği her çözüm girişiminin, daha önce olduğu gibi, hüsranla sonuçlanma ihtimali çok yüksektir.
Kaynaklar
- Benjamin, J. (2004). Beyond doer and done to: An intersubjective view of thirdness. Psychoanalytic Quarterly, 73(1), 5–46.
- Dalal, F. (2002). Race, colour and the processes of racialization: New perspectives from group analysis, psychoanalysis, and sociology. Brunner-Routledge.
- DiAngelo, R. (2011). White fragility. International Journal of Critical Pedagogy, 3(3), 54–70.
- Fanon, F. (2004). The Wretched of the Earth (R. Philcox, Çev.). Grove Press. (Özgün eser 1961).
- Freud, S. (1957). Mourning and melancholia. In J. Strachey (Ed. & Çev.), The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud (Vol. 14, s. 243–258). London: Hogarth Press. (Özgün eser 1917).
- Hollander, N. C. (1997). Love in a Time of Hate: Liberation Psychology in Latin America. Rutgers University Press.
- Jost, J. T., & Banaji, M. R. (1994). The role of stereotyping in system justification and the production of false consciousness. British Journal of Social Psychology, 33(1), 1–27.
- Kovel, J. (1984). White racism: A psychohistory. Columbia University Press.
- Layton, L. (2006). Attacks on linking: The unconscious pull to dissociate individuals from their social context. Psychoanalytic Dialogues, 16(5), 693–709.
- Layton, L. (2019). Toward a Social Psychoanalysis: Culture, Character, and Normative Unconscious Processes. Routledge.
- McIntosh, P. (1988). White privilege: Unpacking the invisible knapsack. Independent School, 49(2), 31–35.
- Paker, M. (1 Haziran 2025). İmtiyaz psikolojisi bağlamında Türk-Kürt meselesi. Yeni Arayış. https://www.yeniarayis.com/yazi/imtiyaz-psikolojisi-baglaminda-turk-kurt-meselesi-11152
- Sidanius, J., & Pratto, F. (1999). Social Dominance: An Intergroup Theory of Social Hierarchy and Oppression. Cambridge University Press.
- Steele, C. M. (1997). A threat in the air: How stereotypes shape intellectual identity and performance. American Psychologist, 52(6), 613–629.
- Sue, D. W., Capodilupo, C. M., Torino, G. C., Bucceri, J. M., Holder, A. M. B., Nadal, K. L., & Esquilin, M. (2007). Racial microaggressions in everyday life: Implications for clinical practice. American Psychologist, 62(4), 271–286.

Yorum Yazın