Ülke olarak bir yol ayrımındayız. Orta gelir tuzağından çıkmaya gayret mi etmeliyiz, yoksa düşük gelirli ülkeler ligini kabul edip oraya doğru mu yapılanmalıyız? Açıklanan OVP bize ilkini hedeflediğimizi gösteriyor. Bunun nasıl olacağı konusu hala açık.
Orta gelir tuzağından çıkmak için örnek gösterilen ülkelerden Güney Kore başta geliyor. Güney Kore, düşük gelirli bir ekonomiden yüksek gelirli bir ekonomiye dönüşen birkaç ülkeden biri. OECD'nin Kalkınma Yardım Komitesi’nden (DAC) yardım alan bir ülkeden, DAC’a yardım eden bir ülkeye dönüşen tek ülkedir.
Güney Kore ile aynı nüfus oranına sahip ve aynı koşullarda olan Türkiye de Güney Kore gibi orta gelir tuzağından çıkabilir deniliyor. Neredeyse aşağı yukarı aynı benzerlikleri gösteren bir süreci yaşamışız tek farkımız onların Japonya kolonileşmesine maruz kalmaları bizim herhangi bir başka yönetim altında kalmamamız ve geçmişten gelen büyük bir imparatorluğun bakiyesini taşımamız. Her ne kadar kolonileşmeyle kazanımlar elde edildiği söylense de ekonomistlere göre bu süreçte yalnızca ilk öğretime yatırım yapılmış (çocukların sadece %47'si okula kayıtlıymış) ve yapılan alt yapı yatırımları Kore savaşı sırasında yerle bir olmuş. Aynı şekilde bizim ülkemiz gibi yer altı kaynaklarına sahip değiller bu kaynaklar Kuzey Kore’de kalmış. Bunlar ülkemizle benzer durumlar diyebiliriz.
Bugün ülkemizin orta gelir tuzağından çıkması, ekonominin düzelmesi için yapısal reformların yapılması gerektiği söyleniyor. Hangi yapısal reformlar? Sadece yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, kurulların şeffaflığı, ihale kanunu gibi yapısal reformlar yeterli mi ya da gerekli mi? Yabancı yatırımcının gelmesi beraberinde kalkınmayı da getirir mi, orta gelir tuzağından çıkarır mı, yoksa 2010’lu yıllara kadar süreçte gördüğümüz gibi sadece parametreleri mi iyileştirir?
Kalkınmada Amerika ile başlanırsa ise sonucu Latin Amerika ülkelerinde görebiliriz. Washington Konsensus onlar için bir reçeteydi. Washington Konsensus, mali disiplinler, özel mülkiyetin korunması, kamu harcamalarının azaltılması, kamu teşebbüslerinin özelleştirilmesi, vergi reformu, ticaretin serbestleştirilmesi, finansal reform, uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi, serbest faiz hadleri, rekabetçi kur politikaları ve güçlü fikri haklar rejimi olarak tanımlandı. Bu, Rodrik, Stiglitz ve Acemoğluna (kurumlar zayıf) göre başarısız oldu. Glaeser’e göre ise ekonomik büyüme demokratik kurumları getiriyor. Rodrik’e göre Washington Konsensusun önerilerini Latin Amerikaülkeleri aynı anda uyguladı. Doğu Asya ülkeleri zamana yayarak uyguladı. Buna ek olarak, Doğu Asya ülkeleri Latin Amerika’dan farklı bir Ulusal İnovasyon Sistemi ile Bilim ve Teknoloji Politikası uyguladı.
Bugün Latin Amerika, çeşitli sosyoekonomik ve güvenlik sorunlarıyla mücadele eder hale geldi. Ekonomik sıkıntılar ve yüksek enflasyon halkı zor durumda bırakırken, suç oranları ve uyuşturucu ticareti artmış. Sınırlar ve sokaklar güvensiz hale gelmiş, suçlular dışarıda dolaşırken, devlet yolsuzluklarla anılır olmuş ve mafya ile çeteler güç kazanmış durumda. Eğitim yetersizliği ve artan cehalet oranları, birçok vasıflı insanın ülkeyi terk etmesine yol açmış. Plansız şehirleşme ve getto oluşumu, başıboş köpek sorunu gibi sorunlar da giderek büyümüş. Doğal afetlerde ölüm oranları yüksek ve sokak yemekleri ile su altyapısı denetimsiz bir şekilde bırakılmış. Yatırımcı ilgisi düşükken, kaçak silahlanma artış göstermiş. Otoritenin gücü ise sadece muhaliflere yeter durumda.
Güney Koreli ekonomist Prof. Keun Lee’ye göre son birkaç on yılda, Güney Kore, otoriter bir rejimden ve yarı kapalı, devlet odaklı bir ekonomiden güçlü bir demokrasiye ve çok açık bir pazar ekonomisine dönüşmeyi başardı.
GÜNEY KORE BAŞARDI
Güney Kore’ye gelirsek. Güney Koreli ekonomist Prof. Keun Lee’ye göre son birkaç on yılda, Güney Kore, otoriter bir rejimden ve yarı kapalı, devlet odaklı bir ekonomiden güçlü bir demokrasiye ve çok açık bir pazar ekonomisine dönüşmeyi başardı. Güney Kore bu dönüşümü, Washington Konsensusun reçetesini körü körüne uygulayarak değil, gerektiğinde yavaş ilerleyerek ve hesaplanmış sapmalar yan yollar yaratarak gerçekleştirdi. Lee’ye göre Washington Konsensusun başarısız sonuçları kurumların olmayışından değil, teknoloji politikalarının olmayışı ve yüksek öğrenimreformunun olmayışıdır.
1950'lerde ve 1960'larda, Güney Kore gıda yardımı alarak hayatta kalırken, sanayileşmeden önce halkın beslenmesini önceliklendirmiş. 1961’de askeri hükümet, hububat için çiftçilerden yüksek fiyatla alıp tüketicilere düşük fiyatla satarak çift fiyat politikası uygulamış. Bu süreçte, yüksek getirili pirinç türleri geliştirilmiş ve bankalar millileştirilmiş. Mali ve ticari liberalizasyona temkinli yaklaşarak, sanayileşmeyi destekleyecek şekilde iç tasarrufları artırmaya odaklanmışlar.
Güney Kore'de bankalar, hükümetin yaklaşık yirmi yıl boyunca düşük faiz politikasıyla yatırımları teşvik etmesi ve tasarrufların imalat sektörünün kapasitesini artırmaya yönlendirilmesini sağlamasından sonra özelleştirilmiş. Bu süreç, gelirlerde o kadar güçlü bir artışa katkıda bulunmuş ki, baskılanan faiz oranlarına rağmen, iç tasarruf oranı 1960'ların başında GSYİH'nın %9'undan 1980'lerin ortalarında yaklaşık %30'a yükselmiş.
Güney Kore, ticaretin serbestleştirilmesine de benzer şekilde ihtiyatlı bir yaklaşım benimsemiş. Bir ülke ticareti serbestleştirdiğinde, yerel firmaların yabancı şirketlerle rekabet edebilmesi gerekir. Aksi takdirde, yabancı şirketler eğer hükümet koruyucu önlemler almazsa tekel kurabilir veya yerel sanayi altyapısını yok edebilir. Güney Kore'de bu koruma, tüketim mallarına uygulanan çok yüksek gümrük vergileri şeklinde gelmiş. Bu sayede gelecekteki ihracat endüstrilerinin aşırı yabancı rekabete maruz kalmadan önce gelişmesi sağlanmış. Korunan yerel firmalar, tekel gelirlerini yatırımları finanse etmek için kullanmışlar, çünkü hükümetin koruma önlemleri ihracat performansına bağlıymış ve firmalar yine de dünya ihracat pazarlarının disiplinine tabi tutulmuş. Bu arada, Güney Kore'nin ithal etmek zorunda olduğu sermaye mallarına ise çok düşük gümrük vergileri uygulanmış.
Güney Kore'nin başarı hikayesi, otoriter bir rejim altında insan sermayesine yapılan yatırımlar ve ihracata yönelik büyüme stratejilerinin eş zamanlı olarak uygulanması ile şekillenmiştir. Ülke, ithalatı ikame etme politikalarını da uygulamış ve yabancı rekabetten korunmak için yüksek tarifeler koymuş. Tüm bu stratejiler, Güney Kore'nin gelişiminde en etkili yolu izleyerek, demokratik ve açık bir ekonomi olmasına katkı sağlamıştır. Önce demokrasi sonra gelişmişlik mi, önce gelişmişlik beraberin de demokrasi mi?
Güney Kore peki nasıl yakaladı? Yakalama, Schumpeter ekolüne göre geriden gelen ülkelerin gelişmiş ülkeler ile arasındaki farkların kapatması olarak ya da gelişmiş ülkeleri imitasyon ile takip etmesi olarak tarif edilmiştir.Lee’ye göre de gelişmiş ülkeler gibi olmak istiyorsan farklı ol şeklinde tanımlanmıştır. Uzun vadeli başarı gelişmiş ülkelerin izlediği yoldan farklı bir yol izlemek ile olur. Bu Zeno Paradoksuna benzetilir. Bir kaplumbağayı yakalamak istiyorsan onun olduğu yeri hedeflersen hiçbir zaman yakalayamazsın, çünkü kaplumbağa ileride bir noktaya gitmiş olur.
Biz ve diğer orta gelir tuzağındaki ülkelerde, özel sektörün genellikle holdinglerin ve KOBİ’lerin elinde olması belirgin bir özellik. Holdingler ister istemez ihtiyaçtan zamanla ortaya çıkmış yapılar. Genellikle ARGE ihtiyacını yabancı ortaklarından karşılayan bu yapıların ARGE iştahı neredeyse yoktur ve genellikle göstermeliktir.
ARGE İŞTAHI GÖSTERMELİK
Nasıl yakalayacağız? Önce tespit. Biz ve diğer orta gelir tuzağındaki ülkelerde, özel sektörün genellikle holdinglerin ve KOBİ’lerin elinde olması belirgin bir özellik. Holdingler ister istemez ihtiyaçtan zamanla ortaya çıkmış yapılar. Bu yapıların en önemli özelliği iç pazarın paylaşımında etkin rol oynaması. Genellikle ARGE ihtiyacını yabancı ortaklarından karşılayan bu yapıların ARGE iştahı neredeyse yoktur ve genellikle göstermeliktir. Birden fazla iş koluna dağılmaları da yerleşik olma ihtiyaçlarındandır. Yeni yabancı bir şirket iç piyasaya girerken bu holdinglerle iş birliği yaparak girer ve holdingin diğer iş kolundaki şirketleri buna kaldıraç etkisi yaratır ya da riski yayar. Genellikle iktidar ile yakın çalışma ihtiyacı içindedirler. KOBİ’ler ise düşük katma değerli üretirler ve sadece istihdam yaratan kuruluşlar olarak görülür. Örneğin ülkemizin %99,8 KOBİ’dir ve istihdamın %76,7’sini sağlar.
Kalkınmanın en önemli diğer aktörü üniversitelere gelince. Üniversiteler ile endüstrinin kopukluğunu bu ülkelerde görebiliriz. ARGE’ye ihtiyacı olmayan bir endüstri, ister istemez üniversite-sanayii iş birliğini kadük bırakır. KOBİ’lerin düşük katma değerli, popüler olmayan ARGE’ye olan ihtiyacı da üniversitenin iştahını karşılamaz. Bu üniversitenin kendi içine kapanmasına ve temel veya popüler konulara yönelmesini beraberinde getirir. Doktorasını yurt dışından almış veya gelişmiş ülkelerin popüler konularını takip eden akademisyenler ister istemez bu konular etrafında çalışmaya devam ederler ve ülkenin yarattığı bilim çıktısı ulusal endüstrinin bir katkısı olmaz. Verilen derslerden yapılan araştırmalara kadar üniversite çıktısı sanayii teğet geçer. Katma değer yaratamayan üniversite ise devlet ve endüstri tarafından bir istihdam yetiştirme yeri olarak görülür. ARGE kaynakları gittikçe azalır, öğretim üyelerinin ders yükü ve öğrenci sayısı da artar. Üniversiteler, yüksek okullara yakınsamaya başlar.
Orta gelir tuzağındaki ülkelerin temel çıkmazı buradadır. Yüksek katma değerli ürün veya şirket yaratamazlar. Bugün bunların yansıması bize ARGE’ye yatırılan miktarın azalmasıyla, düşük katma değerler sektörünün endüstriyi ele geçirmesiyle, nitelikli iş gücünün olmamasıyla, beyin göçünün başlamasıyla, şeffaflığın kalkmasıyla, bürokratik engellerin artmasıyla, döviz kurunun dalgalanmalarıyla yansıdı.
Şimdi bu konularda iyileştirme yapılsa da üniversite sanayi iş birliği çıkmazı kırılmadıkça ülkenin orta gelir tuzağından çıkma ihtimali gözükmüyor. ARGE teşviklerini artırsanız bu endüstri yapısı kullanamaz; araştırma bütçelerini artırsanız, çıktılar gelişmiş ülkelerin konularına gider; araştırmalarla katma değeri yüksek teknoloji bulsanız, holding yapısı ürünleştiremez, KOBİ’nin gücü yetmez; kurumsal yapıları şeffaflaştırsanız yurt dışı monopollerinin önü açılır yerli ekonomi silinir; Güney Kore’deki gibi düşük faize dayansanız bunu kullanıp ihracat yapacak KOBİ ve holding bulamazsınız çünkü hepsi ithalata dayalı ihracat içinde olduğu için kur patlar.
Bu tespitler ışığında eğer yüksek teknoloji temelli bir kalkınma hedeflenecek ise Lee’nin tanımladığı iki eksik bir bariyer ile karşılaşılır ve buna değinmek elzemdir. İlk eksik ARGE ihtiyacı olan büyük şirketin olmayışıdır. Böyle büyük şirket olsa üniversiteleri çalıştırır, startupları satın alır ve girişimcilik çarkını ilerletir. İkinci eksik ise odaklanılacak teknoloji konusunda yetişmiş insan kitlesinin hazır olmamasıdır. Bariyer ise herkesten sonra girdiğiniz konularda gelişmiş ülkelerin uyguladığı fikri haklar rejimidir.
Bunun için Lee’ye göre yan yol seçilmeli, kısa döngü teknolojiler üzerine fırsat penceresi kollanmalıdır. ARGE teşvikleri proje temelli değil, yetenek yetiştirmek üzerine kurulmalı, ARGE’ye aç büyük şirketlerin çıkması için destek sağlanmalı, ya da satın alınmalıdır. 3-5 yıllık denemeler ile bu döngü başarı olana kadar tekrarlanmalıdır. Bir teknolojinin döngüsü ilk patent ile ona atıf yapan ilk patent arasındaki zamandır. Uzun döngülü teknolojiler gelişmiş ülkelerin konuları olarak kalmalı, popüler konulardan öte fikri hakları oluşmamış kısa döngülü konular seçilmelidir.
Bu makro plan, Amerika’nın dünyaya verdiği girişimci ekonomisi ile mikro ölçekte desteklenmesi gerekir. Bu ekonominin aktörleri risk sermayesi, risk yatırımcısı ve girişimcidir. Bu üçlü, büyük şirketleri çıkarmak, büyük şirketlerin ihtiyacı olan startupları çıkarmak, üniversitelerin bilimsel çıktılarını inovasyona dönüştürmek ve üniversitelerin yetiştireceği insan kaynağını kullanmak için ihtiyaç olan döngüyü kuracaktır. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler ile iş birliği ve gelişmekte olan ülkelere de açılma ile sinerji de yaratacaktır.
Kısaca, orta gelir tuzağından çıkmak için makro ölçekte Kore’yi, mikro ölçekte Silikon Vadisinin girişimci ekonomisini kurmaya çalışmalıyız.
ORTA GELİR TUZAĞINDAN ÇIKMAK İÇİN…
Risk sermayesinin oluşması için eski sermayenin kazancının girişimci sermayeye aktarılması için teşvik edilmesi gerekiyor. Risk yatırımcı ekosisteminin oluşturulması için sabır, uğraş ve bol bol hata gerekiyor, girişimcilerin önün açılması ve yetişmesi için eğitim sisteminin ilköğretimden itibaren bu döngüyü desteklemesi gerekiyor. Bunun için bu üçlü mekanizmanın, subjektif karar verme mekanizmasının tesisiyle ilerlemesi, odaklı teşvik mekanizmalarıyla teşvik edilmesi gerekiyor. Ötesinde bu noktada oluşan şirketlerin vergiden muafiyeti, özsermayelerinin güçlü olması ve yatırımlarla desteklenmesinin de gözetilmesi gerekiyor. Bu süreç istenen monopol vizyonlu büyük şirketlerin çıkmasını sağlayacaktır. Pırıltı görülen, ülke sınırlarını aşma potansiyeli gösteren şirketler sonuna kadar desteklenmelidir ve bunun emareleri (insansız araçlar, dijital oyun ve e-ticaret sektörleri gibi) görülmüştür. Üniversiteler bu ivmelenmeye ayak uydurması için özerkleştirilmeli ve kendi iç yapısında müfredat ve araştırma konularında serbest bırakılmalıdır. Devlet, üniversiteleri açacağı ARGE finansmanı ve ücretsiz öğrenim için öğrencilere vereceği katkı payı ile dolaylı kontrol etmelidir.
Kısaca, orta gelir tuzağından çıkmak için makro ölçekte Kore’yi, mikro ölçekte Silikon Vadisinin girişimci ekonomisini kurmaya çalışmalıyız. Hata yapmaktan korkmayan, subjektif karar verebilen bir yapıyı başarana kadar el birliğiyle işletmeliyiz.
Yorum Yazın