Gidişat, ciddi bir ekonomik deprem riskini içinde barındırıyor. Elbette hiçbir ekonomik gösterge tek başına kıyamet alameti değildir, ancak hepsinin aynı anda alarm vermesi hafife alınamaz bir uyarıdır. Bir deprem nasıl ancak fay hattındaki gerilimi azaltacak önlemlerle engellenebilirse, ekonomik depremi önlemenin yolu da biriken baskıyı yapısal reformlar ile serbest bırakmaktan geçiyor
Türkiye ekonomisinde son dönemde yaşanan gelişmeler, adeta büyük bir deprem öncesi gerilen fay hattını andırıyor. Yaklaşık iki yıldır uygulanan dezenflasyon programı, enflasyonu düşürmeyi amaçlayan bir dizi politika ile ekonomide istikrar arayışında. Ancak, tıpkı yer kabuğundaki küçük sarsıntıların büyük bir depremin habercisi olması gibi, ekonomik göstergelerdeki olumsuz sinyaller de yaklaşan bir krizin uyarılarını veriyor. Enflasyon hala hedeflenen seviyelerin çok üzerinde seyrediyor, politika faizi tarihsel açıdan olağanüstü yüksek bir düzeyde. Bu süre zarfında Merkez Bankası rezervlerindeki erime sürüyor, dış ticaret açığı büyümeye devam ediyor ve piyasalarda ekonomik güven giderek zayıflıyor. Bu tablo, mevcut programın sürdürülebilir olmadığını gösterirken, ekonomik fay hattındaki gerilimin yapısal reformlarla rahatlatılmadığı takdirde ciddi bir kırılmaya yol açabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.
Mevcut Program Neden Yetersiz?
Hükümetin dezenflasyon programı kapsamında temel yaklaşımı, geleneksel sıkı para politikası uygulamak oldu. Yüksek enflasyonla mücadele amacıyla politika faizi hızlı bir şekilde yükseltildi. Nitekim Merkez Bankası politika faizi Nisan 2025’te %46 gibi olağanüstü bir seviyeye kadar çıkarıldı. Bu, ekonomide fiyat istikrarını sağlamak ve döviz kurunda kontrol için atılan sert bir adımdı. Ne var ki faiz silahının tek başına kullanılması enflasyon problemini çözmeye yetmez. Enflasyon oranı iki yıl önceki zirvelerinden bir miktar gerilese de hala %40’a yakın seyrediyor ve hayat pahalılığı gündelik yaşamı etkilemeye devam ediyor. Bu durum, dezenflasyon programının henüz beklenen kalıcı düşüşü sağlayamadığını gösteriyor. Program, ilk etapta enflasyonda kısmî bir gerileme sağlamış görünse de bu başarı büyük ölçüde baz etkisi ve geçici tedbirlerden kaynaklandı. Kalıcı çözümler üretilmediği için enflasyonun yapışkan kalması, programın sürdürülebilirliğini sorgulatıyor. Üstelik böylesine yüksek faiz oranları ekonominin diğer alanlarında istenmeyen etkilere yol açıyor: kredi maliyetleri arttığı için yatırım ve tüketim yavaşlıyor, reel sektör finansmana erişimde zorluk çekiyor. Yüksek faizin uzunca bir süre devam etmek zorunda kalması, ekonomide bir durgunluk riskini de beraberinde getiriyor. Sonuç olarak, mevcut dezenflasyon programı sadece semptomları baskılayan, ancak hastalığın kaynağını tedavi etmeyen bir reçete izlenimi veriyor.
Rezervlerde Tehlikeli Erime
Dezenflasyon programının görünmez kahramanlarından biri olarak Merkez Bankası rezervleri gösteriliyordu. Geçmiş iki yıl içinde Türk Lirası’nı istikrarda tutmak ve kur şoklarını engellemek amacıyla biriktirilen ciddi miktarda döviz rezervi 19 Mart’tan sonra kullanıldı. Bu süreçte rezerv kaybı endişe verici boyutlara ulaştı. Döviz rezervi yaklaşık -60 milyar dolara kadar eridi. Bu rakamlar, ülkenin döviz cephanesinin büyük ölçüde tükendiğini ortaya koyuyor. Rezervlerdeki erimenin olası sonuçları ciddi bir kırılganlık yaratıyor. Merkez Bankası’nın elinde kuru savunmak için sınırlı cephane kalması, Türk Lirası’nı spekülatif ataklara açık hale getiriyor. Küresel finansal koşulların sıkılaştığı veya içeride herhangi bir politik/ekonomik belirsizliğin arttığı bir senaryoda, yeterli rezerv olmadan kurdaki ani yükselişi frenlemek güçleşebilir. Bu da yeniden yüksek enflasyon döngüsünü tetikleyerek dezenflasyon çabalarını boşa çıkarabilir. Ayrıca rezerv kaybı, ülkenin dış borç ödemeleri ve ithalat finansmanı açısından da risk oluşturur. Yeterli rezerv olmaması, kredi derecelendirme kuruluşlarının ülke risk primini yükseltmesine ve dış finansmana erişimin pahalılaşmasına yol açabilir. Kısacası, rezervlerdeki kritik azalma, ekonominin altındaki fay hattında oluşan tehlikeli bir çatlak gibidir; kısa vadede görülmeyebilir ama basınç yükselirse kırılma yaşanabilir.
Orta direk tabir edilen kesimin yaşam standartları geriliyor, yoksulluk riski artıyor. Bu ekonomik gerilim, toplumsal denge açısından da riskler barındırıyor. Tarihsel olarak Türkiye’de yüksek enflasyon dönemleri toplumsal huzursuzlukların ve siyasi çalkantıların zemini olmuştur. Bugün de benzer bir tehlike söz konusu: Hayat pahalılığından bunalan halk kesimleri, ekonomik kararlara karşı tepki biriktiriyor
Dış Ticaret Açığında Yapısal Sorunlar
Ekonominin bir diğer gerilim noktası da dış ticaret dengesi. Türkiye ekonomisi uzun süredir kronik cari açık veriyor; yani ülke, kazandığından fazlasını harcıyor. Son iki yılda uygulanan politikalar bu tabloyu iyileştirmekte yetersiz kaldı. 2023 ve 2024 boyunca büyüyen iç talebi frenlemek adına faiz artışlarıyla ithalatı kısma stratejisi izlense de, yapısal faktörler nedeniyle dış ticaret açığı yüksek seviyelerde kalmaya devam etti. 2025 yılına geldiğimizde tablo hala endişe verici: Sadece 2025’in ilk dört ayında ihracat 86,2 milyar dolar, ithalat ise 120,8 milyar dolar olarak gerçekleşti ve dış ticaret açığı 34,5 milyar dolara ulaştı. Geçen yılın aynı dönemine göre açık %14,5 oranında daha da büyümüş durumda.
Bu rakamlar, dezenflasyon programının dış dengede kalıcı bir iyileşme sağlayamadığını gösteriyor. Sorun konjonktürel olmaktan ziyade yapısal: Türkiye, enerji başta olmak üzere üretim için gerekli hammadde ve ara mallarında büyük ölçüde ithalata bağımlı. İhracatımız ise katma değeri yüksek teknolojik ürünler yerine ağırlıklı olarak orta-düşük teknolojili ürünlerden oluşuyor. Bu yapı, kur politikasındaki değişimlere rağmen ithalat faturasını yüksek tutuyor ve ihracat gelirlerinin yeterince artmamasına yol açıyor. Geçmişte TL’nin değer kaybıyla ihracatı patlatıp cari fazla verme hayali kurulduysa da, ithal girdiye bağımlılık nedeniyle bu strateji işe yaramadı.
Dış ticaretteki yapısal sorunlar, ekonominin Aşil topuğu olmaya devam ediyor. Yüksek dış açık demek, ekonominin sürekli dış kaynak ihtiyacı duyması demek. Bu da rezervleri baskılayan, kuru oynak hale getiren bir kısır döngü yaratıyor. Dezenflasyon programı kapsamında iç talep daraltılarak açığı azaltma çabası, yeterli olmadığı gibi büyümeden feragat etmeye yol açıyor. Eğer ihracatın yapısı çeşitlendirilmez ve enerji gibi kalemlerde dışa bağımlılık azaltılmazsa, dış açık ekonomideki fay hattında giderek büyüyen bir yarık olarak kalacaktır.
Ekonomik Güven ve Toplumsal Denge
Ekonomide rakamlar kadar önemli bir diğer unsur da güven unsurudur. Son yıllarda yaşanan dalgalanmalar ve öngörülemeyen politika değişiklikleri, piyasaların ve halkın ekonomik beklentilerini olumsuz etkiledi. İki yıl önce büyük umutlarla başlatılan dezenflasyon programı, hedeflere tam ulaşılamaması nedeniyle toplumda bir güven erozyonu yaratıyor. Gerek tüketici gerekse reel sektör güven endeksleri düşüş eğiliminde. Nisan 2025 itibariyle ekonomik güven endeksi yeniden kritik eşik olan 100’ün altına inerek 96,6 değerini aldı. Bu gösterge, hem vatandaşların hem de yatırımcıların geleceğe dair umutlarının zayıfladığını ortaya koyuyor. Halk nezdinde, enflasyonun yüksek seyrini koruması ve hayat pahalılığının devam etmesi, alınan ekonomik tedbirlerin işe yaramadığı düşüncesini pekiştiriyor. Her ne kadar resmi söylemde enflasyonun düşeceğine dair vaatler yinelense de, pazardaki etiketler, faturalar ve kiralar halkın asıl deneyimini belirliyor. Sabit ve dar gelirli kesimler, maaş artışları enflasyona yenildiği için alım gücünde ciddi kayıp yaşadı.
Orta direk tabir edilen kesimin yaşam standartları geriliyor, yoksulluk riski artıyor. Bu ekonomik gerilim, toplumsal denge açısından da riskler barındırıyor. Tarihsel olarak Türkiye’de yüksek enflasyon dönemleri toplumsal huzursuzlukların ve siyasi çalkantıların zemini olmuştur. Bugün de benzer bir tehlike söz konusu: Hayat pahalılığından bunalan halk kesimleri, ekonomik kararlara karşı tepki biriktiriyor. İş dünyası ise belirsizlik ortamında uzun vadeli yatırım planlarını erteleyebiliyor, bu da istihdam artışını sınırlıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik derinleşirse ve ekonomik sıkıntılar devam ederse, sosyal çatışmaların, göç dalgalarının (nitelikli genç işgücünün yurtdışına yönelmesi gibi) ve genel olarak toplumsal huzursuzluğun yükselmesi şaşırtıcı olmayacak. Güvenin yeniden tesis edilebilmesi, ekonomik programların tutarlılığı ve etkinliği kadar, yönetimde şeffaflık ve adalet algısının güçlendirilmesine de bağlı görünüyor.
Önemli olan, günü kurtarmaya yönelik popülist adımlardan ziyade, başlangıçta maliyetli olsa bile orta ve uzun vadede ülkeyi sağlam bir zemine oturtacak politikaları cesaretle uygulamaktır. Aksi takdirde, mevcut programın sağladığı geçici nefes alma süresi dolduğunda ekonomideki kırılganlıklar daha büyük sorunlar olarak geri dönebilir.
Yapısal Reformların Kaçınılmazlığı
Tüm bu göstergeler, ekonomideki fay hattındaki gerilimi azaltmak için yüzeysel önlemlerin ötesine geçmek gerektiğini ortaya koyuyor. Enflasyonu kalıcı olarak düşürmek, büyümeyi sürdürülebilir kılmak ve toplumsal refahı korumak için yapısal reformlara duyulan ihtiyaç artık ertelenemez hale gelmiştir. Mevcut dezenflasyon programı, yüksek faiz ve bazı geçici idari tedbirlerle zaman kazandırmış olabilir ancak esas çözüm ekonomik altyapıyı güçlendirmekten geçiyor. Yapısal reformlar, ekonominin temelinde kalıcı değişimler yaratarak şoklara karşı dayanıklılığı artırır ve uzun vadede istikrar sağlar. Özellikle aşağıdaki alanlarda adımlar atılması elzem görünüyor:
* Vergi Adaletinin Sağlanması: Mevcut vergi yapısı, dolaylı vergilere aşırı dayanmakta ve dar gelirli kesimleri orantısız şekilde yük altında bırakmaktadır. Örneğin, temel tüketim maddelerindeki yüksek dolaylı vergiler enflasyon etkisini katmerlerken, kayıt dışılık ve istisnalar nedeniyle yüksek gelir grupları daha az efektif vergi ödeyebilmektedir. Vergi tabanının genişletilmesi, gelir üzerinden daha adil bir vergilendirme sistemine geçilmesi ve vergi kaçakçılığıyla etkin mücadele, hem devlete kalıcı gelir sağlayacak hem de toplumda adalet duygusunu pekiştirecektir. Bu sayede hükümet, enflasyonla mücadelede sık sık başvurduğu dolaylı vergi artışlarına daha az ihtiyaç duyar hale gelebilir.
* Üretim Odaklı Sanayi Politikaları: Türkiye ekonomisinin uzun süredir büyüme motoru inşaat ve tüketime dayalı sektörler oldu. Ancak bu model, cari açık ve enflasyon üzerinde baskı yaratan bir kısır döngü oluşturdu. Bu nedenle, üretim ve ihracat odaklı yeni bir sanayi politikasına geçmek gerekiyor. Yüksek katma değerli üretimi teşvik eden, teknolojik inovasyonu destekleyen, tarımda ve sanayide verimliliği artıran politikalara ihtiyaç var. Örneğin, tarım sektöründe planlama ve desteklerle hem çiftçinin gelirini arttırıp hem de gıda enflasyonunu düşürmek mümkün. Sanayide ise yerli ara malı üretimini teşvik ederek ithalata bağımlılığı azaltacak programlar devreye sokulmalı. Devletin kaynakları, verimsiz alanlar yerine uzun vadede rekabet gücünü artıracak sektörlere yönlendirilmeli. Bu tür adımlar, hem dış ticaret açığının azalmasına katkı sağlayacak hem de istihdamı kalıcı olarak güçlendirecektir.
* Yargı ve Kurumsal Güvenilirlik: Ekonomik reformlar, yalnızca maliye veya para politikasıyla sınırlı değildir. Hukuk devleti ilkesi ve güçlü kurumlar, sağlıklı bir piyasa ekonomisinin vazgeçilmez yapı taşlarıdır. Son yıllarda yatırımcı güvenini zedeleyen konuların başında hukuk sistemine dair endişeler geliyor. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda atılacak adımlar, mülkiyet haklarının güvence altına alınması ve sözleşme uygulamalarında öngörülebilirliğin artması, hem yurtiçi hem yurtdışı yatırımcıların Türkiye’ye bakışını olumlu yönde değiştirebilir. Ayrıca kamu kurumlarında şeffaflık, liyakat ve hesap verebilirlik standartlarının yükseltilmesi gerekiyor. İhale süreçlerinden düzenleyici kurumların karar alma mekanizmalarına kadar her alanda kurumsal kaliteyi artırmak, ekonomik kararların öngörülebilirliğini sağlayacaktır. Özellikle Merkez Bankası gibi kurumların bağımsızlığına saygı duyulması, para politikasına olan güveni tesis etmek için kritik önem taşıyor. Uzun vadede sürdürülebilir bir dezenflasyon başarısı da ancak bu tür kurumsal güven ortamında mümkün olabilir.
Yukarıda sayılanlar, yapılması gereken reformların sadece birkaç örneğidir. Eğitimden işgücü piyasasına, şehirleşmeden enerji politikalarına kadar pek çok alanda kapsamlı dönüşümlere ihtiyaç var. Önemli olan, günü kurtarmaya yönelik popülist adımlardan ziyade, başlangıçta maliyetli olsa bile orta ve uzun vadede ülkeyi sağlam bir zemine oturtacak politikaları cesaretle uygulamaktır. Aksi takdirde, mevcut programın sağladığı geçici nefes alma süresi dolduğunda ekonomideki kırılganlıklar daha büyük sorunlar olarak geri dönebilir.
Sonuç
Türkiye ekonomisindeki göstergeler açık konuşuyor: Uygulanan dezenflasyon programı, yapısal sorunlar çözülmedikçe tek başına sürdürülebilir bir sonuç üretemiyor. Yüksek enflasyon ve faiz, eriyen rezervler, artan dış açık ve zayıflayan güven hep birlikte ekonomik fay hattında biriken enerjinin işaretleri. Bu gidişat, ciddi bir ekonomik deprem riskini içinde barındırıyor. Elbette hiçbir ekonomik gösterge tek başına kıyamet alameti değildir, ancak hepsinin aynı anda alarm vermesi hafife alınamaz bir uyarıdır. Bir deprem nasıl ancak fay hattındaki gerilimi azaltacak önlemlerle engellenebilirse, ekonomik depremi önlemenin yolu da biriken baskıyı yapısal reformlar ile serbest bırakmaktan geçiyor. Aksi halde, mevcut kırılgan denge bir noktada daha fazla dayanamayabilir. Son yıllarda kazanılan acı tecrübeler bize şunu gösteriyor: Sorunları halının altına süpürmek veya geçici pansumanlarla örtmek, sonunda daha büyük patlamalara zemin hazırlıyor.
Şimdi yapılması gereken, ekonomik gerçeklerle yüzleşmek ve popüler olmayan kararlar da dahil cesur adımlar atmaktır. Enflasyonu düşürmek, cari açığı kapatmak ve istikrarı sağlamak için kapsamlı bir reform seferberliği başlatılmazsa, fay hattında biriken gerilim kontrolsüz biçimde boşalabilir. Bu da hem ekonomiye hem de toplumsal yapıya büyük zararlar verecek bir finansal sarsıntı anlamına gelir. Olası bir kriz durumunda iş işten geçtikten sonra atılacak adımların hem maliyeti çok yüksek olacak hem de toplum üzerindeki yaraları derin olacaktır. Halbuki bugün gerekli adımlar atılırsa, yarın daha büyük acıları önlemek mümkün olabilir.
Sonuç olarak, ekonomideki deprem uyarısını ciddiye almak zorundayız. Fay hattı gerçekten geriliyor mu? Veriler ve yaşananlar, maalesef, evet geriliyor diyor. Ancak bu gerilimi azaltmak bizim elimizde. Şeffaf, akılcı ve uzun vadeli politikalarla Türkiye ekonomisi yeniden güven ve istikrar kazanabilir. Aksi halde, doğa kanunları gibi ekonominin de kendi kanunları işleyecek ve biriken riskler er ya da geç patlak verecektir. Unutmayalım, depremler önlenemez belki ama önceden önlem almak hayat kurtarır; ekonomik depremlerde de durum farklı değil. Şimdi önlem alma zamanı, yoksa fay hattının kırılması an meselesi.

Yorum Yazın