Arkadaşım Ayten Gündüz için...
Bu başlığı okuyunca diyebilirsiniz ki, “..cemaatçi toplumlar zaten doğası icabı otoriterdir, orada zaten kimse birey değildir, daha da ötesi olmak bile istemez..”. Gerçekten hem birey olmak hem de birey olmayı istemek her durumda zor seçenek, hele bugünlerde. Bu yazıda bahsetmek istediğim cemaatçi ruhun etkisinin hem özel hem de kamusal alanda sürdüğü toplumlarda, her şeye rağmen, birey olmak isteyen ya da birey olmak zorunda kalanların, hele ki kadınların mucizevi varlığı. Bu yazıyı hayatını, tüm zorluklara karşın, birey-kadın olarak sürdürebilmiş olan bir arkadaşımın ölümü üzerine yazıyorum. Onun ölümü beni şanslı kabul edilen eğitimli, meslek sahibi kadınların kamusal alanda var olabilmek için gösterdikleri, genellikle sessiz çabaları üzerine düşündürdü, bu yazıda biraz onlarla ilgili öznel gözlemlerimi aktaracağım. Aslında dünyada kadın hareketlerini başlatanlar da, tarihsel olarak, bu grubun güçlüleri ve özgüvenlileri arasından çıktı.
“Birey-Kadın” olma konusuna girmeden önce Yeni Arayış’ta, ‘Aile Yılı’ vesilesiyle daha önce yazdığım yazıları tekrar okudum. Bu yazılarda, Türkiye’de son dönemlerde ortaya çıkan yeni nesil sorunları çözmede aile kurumunun, hem aile içi ilişkilerdeki çaresizliğini hem de ailesiz olmanın ya da ailesiz kalmanın sorunlarını yorumlamaya çalışmıştım. Türkiye’de toplumsal ve kişisel dayanışmayı sağlayan neredeyse yegane kurum olan ailenin karşı karşıya kaldığı çaresizlik, özellikle dayanışmaya acilen ihtiyaç duyanlar için can yakıcı sorunlar yarattı. Ailesiz yaşamak sadece çocuk, yaşlılar, engelliler, hastalar ya da cinsel tercihi farklı olanlar için değil erkekler dahil, herkes için yaşamsal bir sorun olduğu açık. Üstelik yeni nesil sorunları toplumun çoğunluğunun bugüne kadar deneyimlenmediğinin altını çizmemiz gerekir.
Bu noktada, yüzyıllara dayanan geçmişi olan ailenin yerleştirdiği değerler ve normların sadece aile içi ilişkileri değil aynı zamanda kamusal alandaki ilişkileri de düzenlediğine işaret etmek isterim. Aile kurumunun evlilik, mülkiyet, veraset, velayet gibi alanlardaki hukuksal normlarla da koruma altına alınmış olması kamusal yaşamdaki önemini daha da arttırmaktadır. Mensup olunan “aile”, üyelerinin toplumsal gücünü “bireysel” özelliklerinden çok daha fazla etkiler. Aile kurumu, aynı zamanda toplumdaki servetin ve gücün dağılımını dolayısıyla “statükonun” korunmasında da etkilidir. Bu bağlamda, farklı toplumsal konuma sahip olan ailelerdeki aile içi ilişkiler ve değerler farklı olsa da yasalar bu farklılıkları görmezden gelir.
Son dönemlerde ailenin toplumsal sorunları çözmede ve dayanışmayı sağlamada çaresiz kalması kimisi son derece can alıcı olan sorunları aleni hale getirdi. Bu durumu gözlemleyen muhafazakâr yönetim, sonunda Aile Yılı ilan ederek bu durumu kabullendiklerini ilan ettiler. Yönetimin bu kararı toplumun muhafazakâr kesiminin ataerkil değerlere geri dönme talepleriyle örtüşüyordu. Güncel sorunları aile kurumunun ataerkilliğinde ve aile içi ilişkilerdeki eşitsizlikte gören kadın hareketi ise muhafazakâr değerlere tepki göstererek, özellikle kadına şiddet konusunda canhıraş çığlıklar atan etkili gösteriler yaptılar. Her iki farklı tepki de sorunun ve etkilerinin büyüklüğünün fark edildiğini gösterdiği için anlamlıdır ve ciddiye alınmalıdır. İlan edilen Aile Yılının geleneksel değerlere geri dönülmesini sağlayıp sağlayamayacağını bilemesek de, kadın hareketinin, halihazırda aile içindeki şiddet ve istismarı başarıyla gündeme getirdiğini ve bu kadınların kusurlu değil mağdur olduklarını sonunda kabul ettirdiğini biliyoruz. En azından toplumun büyük bir kesimine… .
Kadınların, liyakatli ve hünerli olmaları durumunda bile, siyaset, iş, medya, kültür, hatta akademik dünyada bile karar verici pozisyonlarda, bazı istisnalar dışında, yer almaları pek mümkün değildir. Hele bugünlerde kamusal alana tamamen hakim olan cemaatçi/otoriter ilişki ağlarının bir mensubu değilse.
KADINLARIN ZOR SINAVI
Ancak, aile içindeki ilişkilerden zarar görenlerin ailenin hiyerarşik ve kapalı yapısı nedeniyle “kol kırılır, yen içinde kalır” deyimiyle tanımlanan sessiz kalma eğiliminde olduklarını biliyoruz. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta, engelliler ve cinsel tercihi farklı olanlar için “ailesizlik” ve “aileden dışlanma” sadece toplumdan değil yasaların korunmasından da dışlanma anlamına geldiğinden çok travmatik sonuçlar yaratır. Bu nedenle mağdurların, ulaşabilecekleri kurum da olmadığından, dışlanmaktan korkarak sessiz kaldıkları da bir başka gerçekliktir. Kadın hareketinin ulaşabildiklerinin daha çok yetişkin kadın oluşu, genellikle otoriter aile içindeki yerleşik hiyerarşik ilişkinin diğer mağdurlara verebileceği zararların duyulmasını ertelemektedir.
Bu noktada, tabii ki aile içi ilişkilerin tek tip olmadığını, özellikle ailelerin etnik/ dinsel kimlik, statü, sınıf gibi kökene göre değişen niteliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla farklı kökene sahip ailelerde aile içi ilişkiler, nüans olarak da olsa, farklı olabilir. Her aile, çocuklarına, ailenin konumuna göre değişen, ancak toplumca ve tabii ki yasalarca onaylanan, kadın ve erkek rollerini ve değerlerini öğretir. Bu değerlerle yetişen ve bunları benimseyen çocuklar, her şey yolunda giderse, ailelerinin koruması altında önemli sorunla karşılaşmadan yetişirler.
Bu bağlamda, Türkiye’de kentlerde yaşayan orta sınıf ve özellikle üst orta sınıf ailelerin toplumsal değişme sürecinde eğitimdeki modernleşme anlayışının etkisiyle ataerkilliğin “modern” versiyonunu yaşadıklarını söyleyebiliriz. Kentli orta sınıf çekirdek ailelerde yetişen kadın ve erkeklerin aile içi ilişkilerde göreli olarak eşitlikçi olmaya çaba gösterdikleri de bilinir. Bu nedenle, kentsoylu ailelerde yetişen kadınlar, ataerkilliğin katı versiyonunu yaşayan geniş ailelere ya da kırsal ailelerdeki kadınlara göre, kendilerini avantajlı kabul ederler. Bu ailelerde yetişen ve artan eğitim olanaklarından yararlanabilen genç kadınlar için sorun kamusal alanda var olmak istediklerinde ya da zorunda kaldıklarında ortaya çıkar. Aynı değerlerle büyüyen erkekler için kamusal alanda var olmak zaten yaşamın anlamı ve gereğidir!
Ataerkilliğin “modern” versiyonunu yaşayan kentsel ailelerdeki kadınların önemli bir kesiminin “ev hanımı” olmasının nedeni aslında kentlerde kamusal alanda varlığını sürdürmekte olan sert ataerkil ortam olabilir. İçinde yaşadıkları toplumda yaşamın döngüsünü, yazgısını benimsemiş ve kabullenmiş olan bazı eğitimli kadınlar için, kamusal alanın sert ortamıyla baş etmektense, iyi aile babası olacak bir erkekle evlenmek ve çocuk yapmak tercih ettikleri bir seçenek olabilir. Ev hanımları, aile içi ilişkilerde, bir aksilik çıkmazsa, ki çoğu zaman çıkar, fazla sorunla karşılaşmadan yaşamlarını sürdürebilirler. Ama esas sorun, ki bu yazıda özellikle onu vurgulamak istiyorum, kadının aile dışında kamusal alanda da var olmak istediğinde ortaya çıkar. Kamusal alanda, kadın olarak, hele “birey-kadın” olarak var olmak, buradaki sert cinsiyetçilikle baş etmeyi gerektirir. Bu nedenle, eğitimli ve hünerli kadınlar bile çoğu zaman, kamusal alana çıkmak zorunda kaldıklarında, iş yaşamında fazla prestijli olmayan kadın işi olarak kabul edilen alanlarda, toplumsal yaşamda ise kadına uygun görülen faaliyetlere katılarak varlık göstermeye çalışırlar. Kadınların, liyakatli ve hünerli olmaları durumunda bile, siyaset, iş, medya, kültür, hatta akademik dünyada bile karar verici pozisyonlarda, bazı istisnalar dışında, yer almaları pek mümkün değildir. Hele bugünlerde kamusal alana tamamen hakim olan cemaatçi/otoriter ilişki ağlarının bir mensubu değilse.
“Sahipli kadın olmak” kamusal alana çıkmak zorunda kalan, hatta çıkmak isteyen kadınlar için erkeklerin egemen olduğu bu dünyada var olmanın en konforlu yoluydu. Nitekim, bu olaydan sonra benim neslin bazı profesyonel kadınlarının bu konforlu “sahiplilik” konumunu tepe tepe kullandıklarını ve hatta bu sayede daha başarılı olduklarını gözlemledim.
AYTEN’İN HİKAYESİ
Bu noktada, artık, bu yazıyı ithaf ettiğim Ayten Gündüz’ü ve onunla ilgili bir anekdotu aktararak, kamusal alanda yaygın olan “sahipli kadın olmak” kabulünden söz edebilirim. Arkadaşım Ayten Gündüz, hem özel hem de kamusal alanda tek başına var olan ve yaşadığı güçlükleri pek de dillendirmeyen bir kadındı. Ankara’da yıllar önce başlayan dostluğumuzu, ben İstanbul’a döndükten sonra da sürdürmüştük. Ayten, dokümantasyon konusundaki uzmanlığı sayesinde hem Ankara’da hem de İstanbul’daki bazı önemli kamu ve özel kurumlarda danışmanlık yaparak hayatını kazanıyordu. Ayten’i Ankara’da ilk tanıdığım günlerde öğrencilik yaptığı Amerika’dan yeni dönmüştü. Orada bir kaza geçirdiğini ve iki bacağında protezle ayakta durduğunu o gelmeden öğrenmiştik. Bir süre sonra protezlerine tıpkı kendisi gibi hepimiz de alışmıştık. O bu durumu önemsemez ve uzmanlığından elde ettiği geliri dünyanın farklı yerlerine yaptığı seyahatlerde harcardı. Doğrusu bu seyahat merakına ve yazdığı anılara daha çok hayret ediyorduk.
Ayten, kendi sorunlarından ve hayatından pek şikâyet etmezdi. Hatta bizim sorun olarak kabul ettiğimiz saçmalıklara çözüm arardı ve biz de bunu yadırgamazdık. Ben İstanbul’a döndükten sonra, Ankara’dan bir iş için İstanbul’a geldiğinde onunla buluşup her zamanki gibi keyifli bir akşam yemeği yedik. Dönüşte bir taksiye bindik, onu oteline bıraktıktan sonra evime dönerken taksi şoförü bana “..bu kadının sahibi yok mu? Bu halde ne diye sokaklarda…” mealinde bir şeyler söyledi. Taksi şoförünün bu öfkeli çıkışı bana ilk kez toplumdaki “sahipli kadın olmak” klişesinin önemini fark ettirdi. “Sahipli kadın olmak” konusunu ve bunun sonuçlarını o gün bugündür sorguluyorum. Aslında hepimiz özellikle profesyonel mesleklerde çalışan benim de dahil olduğum kadınlar için “sahipli” olmak toplumsal kabul görmek için önemliydi.
Aslında “sahipli kadın olmak” kamusal alana çıkmak zorunda kalan, hatta çıkmak isteyen kadınlar için erkeklerin egemen olduğu bu dünyada var olmanın en konforlu yoluydu. Nitekim, bu olaydan sonra benim neslin bazı profesyonel kadınlarının bu konforlu “sahiplilik” konumunu tepe tepe kullandıklarını ve hatta bu sayede daha başarılı olduklarını gözlemledim. Kamusal alandaki ataerkil ilişkilerin ve özellikle yasaların sorgulanması belki de bu grup kadınlar arasında var olan, özgüvenli ve “birey” olmaktan korkmayan kadınların varlığıyla mümkün olabilir. Kamusal alanda aile dahil, hiçbir cemaate mensup olmadan ya da varsa bile bu mensubiyeti kullanmadan “sahipsiz” “birey-kadın” olabilmek hala çok zor. Ama, Ayten Gündüz, hepimize bunun yaşamanın mümkün olabileceğini sessizce yaşayarak gösterdi. Eminim, siz de etrafınıza baktığınızda böyle mütevazı yaşayan, mucizevi kadınların varlığını fark edeceksiniz. Bütün özgüvenli kadınların var olabilmek için “sahip” aramak zorunda kalmadığı günlerin gelmesi umuduyla, Ayten Gündüz’ü sevgiyle uğurluyorum.

Yorum Yazın