Ülkemizin siyaseten en büyük sorunu bana göre aşırı merkeziyetçi yapısıdır. Öte yandan ideolojik olarak en büyük sıkıntısı nedir desek, ona da Kürt Sorunu yanıtını verebiliriz sanırım. Çok uzun yıllardır ülkemiz, bu konuyu merkezine almış ve neredeyse aldığı bütün kararları, belirlediği bütün politikaları bu konuya olan yaklaşımına göre şekillendiriyor gibi görünüyor. Bu anlamda bu konunun da ülkemiz için ne kadar önemli olduğunu, ülkemize bu anlamda neler kaybettirdiğini hepimiz biliyor, görüyor, yaşıyoruz.
Aslında kimilerine göre en az yüz yıllık, kimilerine göre daha da eskiye dayanan ve özellikle son kırk yıldır iyice kendini belli eden bu konuyla ilgili neredeyse yazılmadık yazı, söylenmedik söz, belirtilmedik düşünce kalmadı. Dolayısıyla ben de burada yeni bir şey söylemiş olmayacağım. Ancak aslında bu bile durumun ne kadar ilginç olduğunu gösteriyor. Üzerinde söylenmedik, yazılmadık hiçbir şey kalmamış ama hala belki de sorunlarımızın en temel kaynağı olmaya devam ediyor. Peki neden? Neyi paylaşamıyoruz? Üzerinde anlaşılamayan, çözülemeyen şey nedir? Bu sorunu çözmek bu kadar mı zor? İstenen, alınamayan, verilemeyen şey nedir? Neredeyse kocaman bir ülkenin ve milyonlarca insanın onlarca yıldır bunca sıkıntıyı yaşamasına neden olan bu sorunun anlaşılması ve çözümü gerçekten bu kadar zor mudur? Bu yazıda biraz bu konuları tartışmak istiyorum.
Çok demokrat, özgürlükçü, son derece aydın bir arkadaşımla konuşuyoruz. Yerel yönetimlerin güçlenmesinin, eyalet sistemi gibi seçeneklerin hem yerelde herkesin aldığı hizmetlerin kalitesini artıracağı hem de ülkece sorun yaşadığımız seçim sistemi, yolsuzluk, liyakatsizlik gibi sorunları en aza indireceği konusunda görüş birliğine varıyoruz. Ancak konuşmanın devamında arkadaşım bir anda aydınlanıyor ve bu sistemin Türkiye’de uygulanabilir olmadığını söylüyor. Neden olduğunu soruyorum. Aldığım cevap, “Bu sistem, Kürtlerin işine yarar!” oluyor. Tıpkı devletimiz gibi vatandaşımız da hayata Kürt Sorunu çerçevesinden bakmayı öğrenmiş görünüyor. Dolayısıyla “Kürtlerin işine yaramasın diye hiç kimsenin işine yaramasın ve insanların mutlu olmadıkları bu merkeziyetçi sistemler sürüp gitsin.” demiş oluyor. Bunu hatırlattığımda da çelişkisinin farkında olduğunu, bana hak verdiğini ancak ülkemiz için (!) bu bedele katlanmak gerektiğini söylüyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu arkadaşım milliyetçi, ülkücü, ırkçı falan da değil. Tam aksine solcu, aydın, ilerici, demokrat. Bu şekilde çok sayıda vatandaşımızın olduğunu biliyoruz.
Siyasi yelpazenin diğer tarafında bulunan milliyetçi, muhafazakâr, ülkücü vb. sağ partilere yakın anlayışlarda olan vatandaşlarımızın bu konudaki yaklaşımları da aşağı yukarı belli zaten. Yakın zamana kadar “Kürt Mürt yok, herkes Türk, beğenmeyen çekip gitsin.” anlayışı hakimdi (“Ne mozaiği, mermer mermer!”). Şimdilerde bu süreçle beraber biraz değişiklikler var ama özde bir şeyler değişti mi ben çok emin olamıyorum yine de.
Öncelikle Kürt Sorunu derken sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, dış politika vd. birçok boyutu olan, oldukça kapsamlı bir konudan bahsettiğimizi kabul etmemiz gerek. Özellikle konunun geniş bir coğrafyayı ilgilendirmesi ve yine köklü bir geçmişe sahip olması da sorunun çözümünü karmaşıklaştıran bir etken. Ancak ne olursa olsun insanların çoğunun en azından konuyla ilgili çok temel bazı noktalarda uzlaşmasını beklemek hakkımız olmalı diye düşünüyorum. Nihayetinde dünyanın en büyük ve çözümsüz bir sorunundan bahsetmiyoruz. Ben de biraz bu düşünce ve inançla hemen herkes tarafından paylaşılacağını düşündüğüm çok temel bir düşünce zemini aramaya çalışacağım. Dediğim gibi aslında şimdiye dek o kadar çok sayıda yazılar yazıldı, değerlendirmeler yapıldı ki ben biraz tersten bakıp konuyu en temelinden ve basit olarak ele almaya çalışacağım.
Örneğin insan hayatı… Ülkemizde sokakların, okulların, caddelerin, üst geçitlerin isimlerinin çoğu “Şehit…” diye başlıyor. Bu gerçekten çok can yakıcı bir durum. Bir ülkede bu kadar çok şehit niye verilir? Bu kadar insan niye ölür? Türk olsun Kürt olsun, ölen insanlar bizim canımız, ciğerimiz, ülkemizin vatandaşları, kardeşlerimiz, komşularımız değil mi? Bunu önlemenin bir yolu yok muydu? İnsan hayatı en önemli şey olduğuna göre nerede yanlış yapıldı da bunca insan öldü? Bir de geride kalanlar var tabii. Onların yaşadığı sıkıntılar, travmalar, kin-nefret vd. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vd. birçok alandaki etkileri…
Normal koşullarda bu kadar şehidin verildiği, bu kadar çok insanın öldüğü, bu kadar çok kişinin her anlamda zarar gördüğü bir ülkede bu sorunun bir an önce -bir şekilde- çözülmesi için kamuoyu, devlete büyük bir baskı yapar ve devlet, bu sorunu çözmek için bir an önce harekete geçer. Örneğin ABD’nin Vietnam’dan (ve Orta Doğu’dan çekildiği ülkelerden) geri çekilmesinin en önemli nedeni, askere giden ya da hayatını kaybeden insanların yakınlarının devlete yaptığı baskıdır. Ülkemizde ise bunca yıldır çekilen acılara ve kaybedilen onca insana karşın hala savaşlara ve kayıplara yönelik güçlü bir refleksin oluşmadığını, geniş halk kitlelerinin bu konuda ciddi bir duyarlılığa ve sorgulayıcı bir tavra sahip olmadığını görüyoruz. Vatan için şehit olmanın kutsallığı anlayışı içerisinde, olan biteni kabul etme yaklaşımının daha baskın olduğunu söyleyebiliriz. Belki de bu nedenledir ki şu dönemde sürmekte olan ve iktidar kanadının “Terörsüz Türkiye” muhalif kanadın da “Barış ve Demokrasi Süreci” olarak adlandırdığı süreç, halkın yoğun mücadele ve baskısı sonucu değil, daha çok devlet kanadından, MHP gibi partilerin öncülük ettiği ve gündemleştirdiği bir süreç olmuştur. Bu nedenle de toplumda çoğunluk barış istemesine rağmen sürecin başarılı bir şekilde ilerleyip kalıcı bir barışı getireceği konusundaki kaygılar devam ediyor. Tabii umalım ki her ne şekilde başlamış olursa olsun bir an önce ülkemizde de dünyada da devam eden savaşlar ve can kayıpları bir an önce sona erer ve her yerde kalıcı barışlar sağlanır.
Kürtler Ne İstiyor?
Aslında belki en temel soruyla başlamak gerekiyor: “Kürtler ne istiyor?”
Ben Kürt değilim. Dolayısıyla Kürtler adına konuşamam. Ne istediklerini bilmiyorum. Ancak kendi çapımda öğrenmeye çalışıyorum. Öğrenmek için soruyorum. Kürt illerine gittiğimde oradaki vatandaşlarımıza soruyorum. Büyük şehirlerde yaşayan Kürt arkadaşlarıma soruyorum. Diyorum ki: “Siz ne istiyorsunuz? Kürtler ne istiyorlar? Siz bir Kürt olarak ne istiyorsunuz? Diyelim ki devlet size geldi ve dile benden ne dilersen, dedi. Siz ne dilersiniz? Devlet size ne tür haklar verirse memnun/mutlu olursunuz? Ne tür haklarınız olursa bu sorun çözülür, barış olur?”
İlginçtir, verilen cevaplar genellikle şöyle oluyor: “Biz insan gibi yaşamak istiyoruz. Devlet de toplum da bize insan gibi davransın. Devlet haklarımıza saygı göstersin. Bize ayrımcılık yapmasın. Ekonomik olarak insan gibi yaşayalım. Sosyal, kültürel haklarımızı kullanabilelim. İnsan gibi bir çevrede yaşayalım. Kısacası normal bir ülkede normal bir vatandaş gibi yaşayalım.”
Bunun üzerine diyorum ki: “Haklısınız da bu söyledikleriniz zaten ülkede yaşayan her bir insanın dileği, değil mi? Siz bunların dışında, size özel, bir Kürt olarak ne istiyorsunuz?” dediğimde de ifade edilen tek istek, dil konusu. “Kürtçe konuşmanın, öğrenmenin, yazıp çizmenin, eğitimin, şarkının vd. önünde engeller olmasın. Anadilimiz olan Kürtçeyi rahatlıkla konuşup öğrenip kullanabilelim.” Dolayısıyla çok rahatlıkla söyleyebilirim ki bugün Kürt Sorunu dediğimiz şey aslında normal bir insanın “insan” olarak yaşayabildiği, özgürce haklarını kullanabildiği bir ortamda yalnızca artı olarak Kürtçeye yönelik ihtiyaçların karşılanması noktasına indirgenmiş durumda. Bir ülkenin bütün enerjisini alan, milyonlarca insanı mutsuz eden, onca kayba yol açan bir sorunun çözüm formülü aslında gerçekten çok basit: Tüm vatandaşlara (ve bu kapsamda Kürtlere de) normal bir vatandaş gibi davranıp insanca yaşamalarını sağlamak + Kürtçeyle ilgili haklarının da önünü açmak.
Bu anlamda sanki “Kürt Sorunu”nun Kürtlerle ilgili kısmını çözmek kolay ancak tüm vatandaşlarla ilgili bölümünü çözmek daha zor gibi görünüyor. Çünkü yukarıdaki formülde belirttiğim “normal bir vatandaş gibi davranıp insanca yaşamalarını sağlamak” konusu oldukça sıkıntılı. Bugün ülkemizde insanların çok büyük bir bölümü kendini mutlu, güvenli, özgür bir ortamda yaşayan, her türlü haklarını sonuna kadar kullanan, normal bir insan gibi görmüyor, hissetmiyor. Bu açıdan durum, Süleyman Demirel’e atfedilen sözdeki gibi görünüyor: “Kürtlere kötü davranıyoruz da sanki Türklere iyi mi davranıyoruz?” Dolayısıyla aslında Kürt sorununun özünde ülkede vatandaşların (Kürt, Türk ve herkesin) sağlık, mutluluk ve huzur içinde, haklarıyla “insan” gibi yaşayamıyor olması yatıyor. Eğer herkes normal bir vatandaş gibi insanca yaşayabilirse bu, Kürtlerin sorunlarının yüzde doksanının çözülmesi anlamına gelir. Ayrıca Kürt diliyle ilgili haklar da etkin bir şekilde kullanılırsa Kürt sorunu diye bir sorun ortadan kalkacak demektir.
(Tekrar belirtmek gerekirse bir toplumsal kesimin sorunlarını en iyi kendileri bilir. Dışarıdan birilerinin onlar adına konuşması hem etik değildir hem de gerçek bir çözüme hizmet etmez. “Kürtler ne istiyor, ne olursa mutlu olurlar?” sorusunun cevabını da en iyi Kürtler bilirler. Ben burada yalnızca genel gözlem ve yorumlarımı anlatıyorum. Nihayetinde bu soruların cevabını merak ediyorsak, devletimiz ve halkımız merak ediyorsa, doğrudan Kürt yurttaşlarımıza sormalı ve onlardan cevaplarını almalıdır.)
Dolayısıyla her birimize düşen, diğerleri adına karar verip “Hiçbir sorunları yok. Gül gibi yaşıyorlar. Durup dururken sorun çıkarıp bizi bölüyorlar.” demek midir? Yoksa “Ben onun yerinde değilim. Onun yaşadığı sorunları yaşamıyorum. Bana göre bir sorun yok ama o var diyorsa vardır. Ne problemin var diye sorup onları anlamaya çalışmalıyım.” mıdır?
Türkiye’de Yaşayan Herkes Türk müdür?
Normal koşullarda aslında anlaşılması çok basit olan bir konu var: Türk, Kürt, Türkiye, T.C. Vatandaşı konusu. Şunun için basit diyorum. Buradaki sözcükleri Türk, Kürt, Türkiye, T.C. Vatandaşı olarak değil de örneğin Alman, Türk, Almanya, Almanya Devleti vatandaşı vb. gibi başka bir bağlamda düşünürsek anlaşılması ve üzerinde uzlaşılması oldukça kolay. Ama ilginçtir sorun Türk, Kürt, Türkiye, T.C. Vatandaşı olunca kafalar iyice karışıyor. Bu konuyla ilgili de çok yazılıp çizildiği için ayrıntıya girmeyeceğim. Sadece tartışmaya ortak bir zemin oluşturması açısından Selahattin Demirtaş’ın şu örneğini buraya da almak istiyorum:
“Bir örnekle anlatmaya çalışayım. İçinde domates, patlıcan, biber ve et olan bir yemeğe “Domates Yemeği” denilemez. Yemeğin unsurlarından biri, yemekte en çok miktarda olsa bile, yemeğe adını veremez. Sözünü ettiğim yemeğin adı “Domates Yemeği”, “Patlıcan Yemeği” ya da “Biber Yemeği” olamaz, “Güveç” olabilir. Yani yemeği oluşturan unsurlardan birinin adıyla değil, kapsayıcı başka bir adla.”
Dolayısıyla aslında Kürt Sorunu dediğimiz şey özü itibariyle benzer durumda olan diğer toplumsal kesimlerin de sorunu. Örneğin Karadeniz bölgesinde çok sayıda Lazca, Gürcüce, Rumca yer isminin Türkçeleştirildiğini biliyoruz. Bunlardan memnun olmayan çok sayıda Laz ve Gürcü yurttaşımız var. Yine dillerini konuşma konusunda çok rahat olmadıklarını, “Türk” üst kimliği altında kendi özgünlüklerinin kaybolduğunu düşündüklerini belirtiyorlar. Ermeni, Yahudi, Rum yurttaşlarımızın durumu zaten malum. Yani aslında Kürt Sorunu dediğimiz şey bir anlamda ülkemizde yaşayan Laz, Gürcü, Çerkes, Arap, Ermeni, Rum, Roman vb. yurttaşlarımızın da sorunu. Onlar sayıca az oldukları için sesleri çıkmıyor. Kürtler çeşitli nedenlerle ses çıkarmış oldukları için sorunun adı Kürt Sorunu olmuş. Yoksa cümledeki Kürt sözcüğünü çıkarıp Laz, Gürcü, Çerkes, Ermeni, Arap vb. desek yaşanan sorunlar anlamında çok büyük bir fark oluşmayacak.
(Geçtiğimiz yıllarda otobüste Çerkesce konuşan bir vatandaşımıza gösterilen tepkiyle ilgili videoyu buraya bırakıyorum.)
Yine “Türk kime denir?”, “Etnik bir kimlik mi yoksa vatandaşlık bağını mı anlatıyor?” vb. konularıyla ilgili Dr. Murat Paker’in yazmış olduğu ve olayı bilimsel açıdan ele aldığı üç yazıdan birincisinden aşağıdaki paragrafı buraya da almak istedim:
“T.C. vatandaşlarının etnik kimliklerini nasıl tanımladıklarına baktığımızda, %77 Türk, %19 Kürt, %2 Arap, %2 diğer etnik kimlikler olduğunu görüyoruz (KONDA, 2021).
…
Aynı şekilde, sosyo-politik hayatta sıkça kullanılan soydaş kavramı, vatandaş olmasa da başka ülkelerde yaşayan etnik Türkleri işaret etmek için kullanılmaktadır. T.C. vatandaşlarının %77’sinin başka ülkelerde (etnik) soydaşları olmasına rağmen ve kalan %23 de anayasal olarak “Türk” sayılmasına rağmen, bu %23’ün başka ülkelerdeki etnik akrabaları, nedense (!) soydaşımız olamamaktadır. Bu bakış açısına göre, mesela Bulgaristan, Irak ve Suriye’de yaşayan Türkler-Türkmenler soydaştır; Türkiye’de yaşayan Kürtler Türk’tür, ama Irak ve Suriye’de yaşayan Kürtler soydaş değildir ve burada hiçbir riyakarlık söz konusu değildir!”
Yani Türk kavramı vatandaşlık bağını ifade ediyorsa ve içinde Kürt, Rum, Ermeni, Gürcü, Arap da varsa o zaman diğer ülkelerdeki Kürtleri, Rumları, Ermenileri, Gürcüleri, Arapları ne şekilde adlandırmak gerekir? Yok eğer Türk kavramı sadece etnik olarak Türkleri kastediyorsa o zaman bu ülkede yaşayan ve T.C. Vatandaşı olan Kürt, Çerkes, Arap, Laz, Ermeni, Rum vd. vatandaşların suçu ne?
Türklük Kırılganlığı
Peki yazının başında bahsettiğim demokrat arkadaşım da dahil olmak üzere insanların çoğunun bu konuda bu kadar zorlanmalarının, tutucu olmalarının ve farklı görüşlere kendilerini kapatmalarının nedeni ne? Başlıkta da belirttiğim gibi aslında anlaşılması hiç de zor olmayan bir mesele bu. Ancak işin içine Türk, Kürt, Türkiye, Türkiyeli, T.C. Vatandaşı gibi kavramlar girince kafalar karışıyor. Bu karışıklığın özellikle psikolojik nedenleri konusunda Dr. Paker’in yazdığı ve “Türklük kırılganlığı” olarak ifade ettiği bölümü de buraya almak istedim:
“Kürt meselesini sakince tartışmaya bile tahammülü olmayan, çok şiddetli tepkiler verebilen geniş toplum kesimlerini düşündüğümüzde bir Türklük kırılganlığından bahsetmek mümkün görünmektedir. Yeniden hatırlatmak gerekirse, Türklük’ün bütün yurttaşları kapsayamayan (%20-25’lik bir kitleyi dışarıda kalmış hissettiren) bir terim olmasından hareketle üst-kimlik (yurttaş tanımı) olarak önerilen, bütün yurttaşları kapsayabilecek Türkiyelilik nitelemesine gösterilen ergence tepkiler, bu Türklük kırılganlığının en kristalize örneği olarak gösterilebilir. Türkiye’deki Türklerin büyük çoğunluğu bu Türklük kırılganlığı nedeniyle “Türkiyeli Türk” olmayı içlerine sindirememişlerdir. Türkiye’de yurttaşlık tanımının veya Türklüğün eleştirisi yine bu kırılganlık nedeniyle sıklıkla ihanet ya da bölücülük olarak etiketlenir. Bu analizler, Türk kimliğinin Kürt eşitlik taleplerine verdiği tepkilerin yalnızca bireysel değil; tarihsel, kültürel ve kolektif düzeyde yapılandığını göstermektedir.”
Sonuç
Başta da belirttiğim gibi çok yıllardır ve bütün hayatımızı etkileyen bu konuyla ilgili yazılmayan, söylenmeyen bir şey kalmadı. Ben bu karmaşıklık içerisinde en basitinden ve en temelinden bir şeyler söylemeye gayret ettim.
Bu ülkede yaşayan herkes, hepimiz birer insanız ve haklar bakımından birbirimizden farkımızın olmaması gerekir. Prensip olarak buna kimsenin karşı çıkacağını zannetmiyorum. Ancak biliyoruz ki bazı vatandaşlarımızın diğer vatandaşlarımızın yaşamadığı bazı sorunları var. Kadınların bazı sorunları var. Aleviler bazı konulardan şikâyet ediyorlar. Ermeniler belli konularda dertliler. Kürtler, Kürt olarak yaşamanın bazı zorlukları olduğunu söylüyorlar. Belli ki bu sorunları yaşamayanlar, diğerlerinin yaşadığı sorunların farkında değiller. Örneğin erkekler kadınların yaşadığı sorunları yaşamıyor. Sünniler Alevilerin, Türkler Kürtlerin ve Ermenilerin yaşadığı sorunlardan muzdarip değiller. Dolayısıyla her birimize düşen, diğerleri adına karar verip “Hiçbir sorunları yok. Gül gibi yaşıyorlar. Durup dururken sorun çıkarıp bizi bölüyorlar.” demek midir? Yoksa “Ben onun yerinde değilim. Onun yaşadığı sorunları yaşamıyorum. Bana göre bir sorun yok ama o var diyorsa vardır. Ne problemin var diye sorup onları anlamaya çalışmalıyım.” mıdır?
Herhalde hemen hepimizin ikinci yaklaşımdan yana olduğumuzu düşünüyorum. O zaman sanırım görev bize, çoğunlukta olan, başkasının yaşadığı sorunları yaşamayan insanlara düşüyor. Bizim problemimiz yoksa onların var ve birer insan, vatandaş, komşu, kardeş olarak onların problemini görmeli, duymalı, hissetmeli, “onların problemi bizim de problemimizdir” diyebilmeliyiz. Onları dinlemeli, anlamalı, destek olmalı, yardım etmeliyiz. Onların da bizim de herkesin de iyiliği, mutluluğu ve huzuru, sanırım bu yaklaşımdan, onların -bazen de sessiz olan- çığlığını duymaktan geçiyor. Aksi halde şu ana kadar genellikle olduğu gibi hem birbirimizden hem insanlıktan uzaklaşmaya devam edeceğiz.

Yorum Yazın