Geçtiğimiz hafta altı gazetecinin ifadeye çağırılmasına ve İmamoğlu iddianamesine dahil edilmelerine dayanak teşkil eden “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu, Türkiye’nin siyasi kültürünü anlama konusunda ipucu veriyor. Maddenin metnini okuduğunuzda yalan bilginin kamu düzenini bozma ihtimali konusunda Türk Ceza Kanunu’nun hassas olduğunu anlıyorsunuz. Kamu düzenini koruma yönündeki bu çabanın aşırıya kaçmasının aslında anti-demokratik bir yönü var. Zira demokrasi doğası gereği düzeni bozuk bir kamu rejimidir. Otoriter ya da mutlakiyetçi sistemler gibi söylem ve davranış sınırlarının belirgin olduğu statik yapılardan daha kaotik, daha istikrarsızdırlar. İdeal bir demokratik düzende hem kişiler hem kurumlar yurttaşların sürekli denetimi ve sorgusuna açıktır.
Toplumsal politik müzakerelerde rejimin temellerini dahi sürekli tartışma konusu olur. Bu da kamu düzeninin sürekli çözülüp yeniden kurulan, akışkan bir yapı olduğunu gösterir; sistemi dinamik tutar. Bu bakımdan kamu düzeninin yanıltıcıbilgiye karşı korunması çabası, aslında demokrasinin belli sınırlar içerisinde paranteze alınmasından başka bir şey değildir. Elbette kanun koyucu burada suç olanın doğrubilgiler değil gerçeğe aykırı bilgiler olduğunu ileri sürecektir. Ancak gerçeğin ne olduğuna yargı organları aracılığı ile kamu erki karar veriyorsa, bu ayrımın çok da bir anlamı kalmaz.
Biz bu noktayı bir an için göz ardı edip, ilgili kanunmaddesinin gerçekten de yalnızca yalanlarla mücadele ettiğini, dolayısıyla bu madde ile devletin gerçeğin yanında durduğunu varsayalım. Yöneticilerin bizim adımıza hakikate sahip çıkması, bizi yalanlardan koruması gerçekten arzu edilir şey midir? Bu soruyu sorduğumuzda kendimizi, Socrates’in Savunması’ndan bugüne uzanan 2.400 yıllık bir tartışmanın ortasında buluruz. Demokrasilerin veri ve olgulara duyarlı, hakikat peşinde koşan yurttaşlara ihtiyaç duyduğuna kuşku yok. Öte yandan Platon’un Devlet diyaloğundan da biliyoruz ki, hakikatin peşinde koşan özneler ile hakikate hâkimolduğunu düşünenler arasında, demokrasiyle ilişkileribakımından büyük bir fark var. İlki demokrasinin olmazsa olmaz koşulu iken, ikinciler için kolektif karar alma süreçlerideğersizleşmek durumunda.
Doğruyu bildiğini düşünenlerin gözünde demokratik işleyiş en fazla tali önemdedir. Tıpkı çözümünü bildiğiniz bir cebir sorusu üzerine sınıfta süren tartışmanın sizin açınızdan bir şeyi değiştirmemesi gibi, burada da demokrasiye yukarıdan bakılır.Dahası, hakikatin bilgisini elinde tutan devlet olduğunda işler daha da anti-demokratik bir hal alır. Bu durumda siyasal katılım, yalnızca rıza üretimine hizmet eden bir araç haline gelir. Gerçeği yalandan ayırma yetkisini kendinde gören devlet, bir tür epistemolojik egemene dönüşür. Bu egemenlik de hakikati bilmekten hakikati kurmaya kolayca evrilir. Orwell’in 1984’ündeki Hakikat Bakanlığı’nın işlevi tam budur. Bugünün Türkiye’sinde karşı karşıya olduğumuz tablonun aşağı yukarı bu olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Ülkemizde de kamu otoritesini elinde tutanlar demokrasiye araçsal biçimde yaklaşıyorlar. Kamusal karar alma süreçleri onlar açısından bir doğruya yakınsama aracı değil bir rıza üretim imkânı. Siyaset ise kamusal karşılıklılık ilkesi ile işleyen bir süreç değil. Siyaseti, kendi hakikat anlayışlarını topluma benimsetecekleri; karşılığında itaat bekledikleri hiyerarşik bir tebliğ ve telkin mekanizmasına dönüştürüyorlar. İfadeye giden gazetecilerin suçu da esasen bu mekanizmaya direnmeleri; hakikati tebliğ etmek yerine onun peşinde koşmayı bir kamusal sorumluluk olarak görmeleri. Bu yüzden söz konusu altı gazeteci ve mesleğini hakikate duyduğu sorumlulukla yapan tüm meslektaşları, Türkiye’nin gerçek demokrasi mücadelesinin aktif öznesidir. Saygıyı ve dayanışmayı sonuna kadar hak ediyorlar.


























Yorum Yazın