“17 Ağustos’u unutmadık.” Her yıldönümünde bu sözü tekrarlayıp duruyoruz. Bu durum bana ister istemez unutulduğunu düşündürüyor. 17 Ağustos felaketi ile birlikte ortaya çıkan sivil toplum seferberliği yaşanan afetten sonra sanki karanlıkta önümüzü aydınlatan bir işaret fişeği gibiydi. Ama sonrasında bu olağanüstü deneyim hafızalardan silindi.
Felaketlerin kendilerine değil, yalnızca imgelerine tanık oluyoruz. Medya sistemleri, aygıtları izleyicileri tek yönlü bilgilendiriyor, edilginleştiriyor. Ne kadar olanları anlamaya, yaşanan acıları hissetmeye çaba göstersek de, öyle.
Felaketlerle karşılaşınca bir şeyleri fark eder gibi oluyoruz. Ama herkes biliyor ki, gerçek bir tanıklık imkansız. Peki o zaman gördüğümüz şey ne?
Felaketin hayalet -vari bir varlığıyla karşı karşıyayız. Hafızamızda tam kendisine yer bulamayan, gerçekle karışan hayalet-vari ve rahatsız edici bastırılmış bir olay halini alıyor. Mistifikasyon felaketlerin, savaşların acımasız gerçekliğini örten bir hikaye yaratıyor.
Gerçeklik denen şey çoğu zaman medyayı, bilgiyi manipüle edenlerin güç istencinden başka bir şey değil. Bir eşitsizlik yaratma ve imtiyaz elde etme biçimi. Krizler, felaketler sistemin sorgulanmasına yol açmıyor. Tam tersine sistem krizlerden güç alıyor.
Her bir deprem olduğunda fay hatlarının yerlerini, felaketin boyutlarını öğreniyoruz. “Ölenler için rahmet diliyor ve Yüce Allah hepimizi deprem afetinden korusun” şeklindeki sözlerle afetler karşısında çaresiz olduğumuz en yetkili ağızlar tarafından hatırlatılıyor. Karşımıza çıkan felaket yalnızca bizim çaresizliğimizi pekiştiriyor. Medyada boy gösteren uzmanlar bilimsel açıklamalarla afetlerin doğa olayları olduğunu gösteriyorlar. Afetlerin asla bilemeyeceğimiz muazzam teknik konularla ilgili olduklarını ispatlayacak şekilde. Böylece afetlerin üzerinde hiçbir etkimizin olamayacağını öğreniyoruz.
Afet tıpkı ölüm gibi unutmak, gündelik yaşantımızda bir kenara koymak zorunda olduğumuz bir gerçeklik. Hiç olmamış gibi yapıyoruz ve hayatımıza devam ediyoruz.
Ne kadar infial içinde olunsa da, bu karşılaşma biçimi değiştirilemiyor.
İnfialin müşterek hayatımızda önemli sorunlara işaret ettiği muhakkak. Ama yapılar, işleyişler üzerinde hiçbir etkisi yok.
Felaketler tek yönlü çalışan medya aracılığıyla bir kurmacaya dönüşüyor
Körfez Savaşı sırasında Cumhuriyet gazetesine bir yazı yazmıştım.
Yazı gözümüzün önünde cereyan eder gibi gözüken savaşın canlı yayında bir kurmacaya dönüştüğü, ya da onun gibi sunulduğu varsayımından hareket ediyordu. Naklen canlı yayınlar, bombalamayı yapan uçakların kayıtları, yerleşim alanlarında gerçekleşen patlamalar bunların hepsi bir kurmacadaki gibi bir forma kavuşuyordu. Yazının teması hatırladığım kadarıyla şöyleydi: “Irak’ta savaş hiç olmadı. Biz tıpkı bir dizide, bir filmde olduğu gibi yalnızca kurmaca sahneleri izliyoruz.”
İzleyicilerin savaşı herhangi bir gösteriyi, bir diziyi izler gibi izlediklerine, kendilerini rahat hissettiklerine, pasif kalabildiklerine işaret ediyordu. Medya tek yönlü bir bilgi akışı sağlayarak izleyicilerle yaşanan korkunç olay, savaş arasında aşılması mümkün olmayan bir mesafe koyuyordu. Karşımızdaki gözümüzü kamaştıran gerçeklik yaşanan felaketi gizlemekten başka bir şey yapmıyordu. Yoksa bu savaş sahnelerine, binlerce insanın öldürülmesine seyirci kalınabilir miydi?
Yaşanmakta olan savaş felaketini sanki Saddam Hüseyin’in şeytani kötülüğü ve ona bağlı askerlerin imha edilmesi oyununa çevrilmişti. Yayınlar gerçeği göstermek şöyle dursun, gerçekten kaçmayı sağlıyordu.
Yazı yayınlanır yayınlanmaz, telefonum çaldı. Telefondaki sevgili hocam Hilmi Yavuz’du. “Sen Jean Baudrillard’ın makalesini okudun mu? Aynı senin söylediklerini söylüyor.” Okumadığım veya üzerine konuşulduğunu hiç duymadığım için şaşırmıştım. Ama sonra buldum ve okudum.
Sembolik bir kriz anındayız. Teknik gibi gözüken konular bile teknoloji ile bağlarını kopardı.
Bağ koptu. Medyada tek yönlü bilgi akışıyla, göz kamaştırıcı görüntülerle, nesneleştirici şiddetle karşımıza konulan dünya bir masal halini aldı.
Gerçeklik bu nedenle travmayla eş anlamlı. Felaketlerin görüntüleri sistemin sorgulanmasında değil, üzerinin örtülmesinde kullanılıyor. Felaketlerin, krizlerin sistemi değiştirme ihtimalleri yok. İnfial içinde olmak da bir işe yaramıyor.
Çok açık ki afetlere dirençli olma meselesi yöneticilerin dilinden düşmeyen “kentsel dönüşüm”den ibaret değil. Gerçeğin üzerinde farklı bir politik eylem biçimi. Çevre mücadeleleri, afetlerle baş etme çabaları sınıf temelli meselelerin başında geliyor. Köklü ve kolektif bir dönüşümden söz ediyorsak, siyaseti karşılıklı bir öğrenme biçimi olarak yeniden kurgulamanın zamanı geldi. Sembolik eylemselliklerin, siyasetin temsil ettikleriyle ilişkilerini gözden geçirmek durumundayız.
Felaketlere karşı ilk yapılması gereken şey sistemin enkazı altında kalan hafızamızı kurtarmak
Felaket böylece unutulmak zorunda olan bir travma ya da hayatımızın bilinç dışında kalan, bastırılmış olan bir olay olmaktan çıkar. Felakete tanıklık etmek mümkün değil. Ama vahşi bir ölüme maruz kalabileceğimizi bilmemiz ve buna rağmen imkansız bile olsa müşterekler için direnmeye devam etmemiz bunun bir göstergesi. Kayıplar karşısında yas tutmanın edilgin bir var oluş biçimi değil, kolektif eylemliliklere yol açan bir müştereğimiz olduğu söylenebilir.
Hani geçmişte, bizim öğrenciliğimizde “sol” adına şöyle bir laf duyardık ya, biraz öyle: “Çevre gibi konularla da elbette ki ilgileneceğiz. Ama şimdiki asıl sorunumuz iktidar. İktidara gelince hiç merak etmeyin, çevre sorunları da çözülecek. Şaşırtıcı değil mi, hem solda, hem sağda aynı iktidar merkezci yaklaşımın hakim olması?
İklim krizi, kuraklıklar, seller ve orman yangınları ile afetlerin yaşam alanlarını tehdit ettikleri yeni bir dönemin başlangıcındayız. Bunların her birinin diğerleriyle ilişkili olduğunu fark ediyoruz. Yönetimlerin bu krizlerle baş edemediklerini görüyoruz.
Afetlerin boyutları karşısında özneleri dışlayan, edilgin seyirciler hale getiren, ilişki kurmayan, ayrışmış, hiyerarşik, merkezci yönetim yapıları yetersiz kalıyor. Bu nedenle yerel ile merkezi yönetimlerin, sivil toplumun yeni bir işbirliği modelini savunuyoruz. Artık seyirci değil katılımcı, tüketici değil, üretici, yardım bekleyen değil kendi sorunlarını çözebilen, sorumluluklarını üstlenebilen aktif yurttaşlar olmak zorundayız.
Çok açık ki afetlere dirençli olma meselesi yöneticilerin dilinden düşmeyen “kentsel dönüşüm”den ibaret değil. Gerçeğin üzerinde farklı bir politik eylem biçimi. Çevre mücadeleleri, afetlerle baş etme çabaları sınıf temelli meselelerin başında geliyor. Köklü ve kolektif bir dönüşümden söz ediyorsak, siyaseti karşılıklı bir öğrenme biçimi olarak yeniden kurgulamanın zamanı geldi. Sembolik eylemselliklerin, siyasetin temsil ettikleriyle ilişkilerini gözden geçirmek durumundayız.
“17 Ağustos’u unutmadık.” Her yıldönümünde bu sözü tekrarlayıp duruyoruz. Bu durum bana ister istemez unutulduğunu düşündürüyor. 17 Ağustos felaketi ile birlikte ortaya çıkan sivil toplum seferberliği yaşanan afetten sonra sanki karanlıkta önümüzü aydınlatan bir işaret fişeği gibiydi. Ama sonrasında bu olağanüstü deneyim hafızalardan silindi.
Eğer hatırlamak ve yas tutmaktan söz ediyorsak, gerçekliğine nüfuz edemediğimiz olayların travmaları altında yaşamak yerine siyaseti kolektif öğrenme eylemselliği olarak yeniden düşünmek, temsil ettikleriyle ilişkilerini gözden geçirmek durumundayız.
Müşterekler alanında yas tutma edilgin bir var oluş biçimi değil, kolektif ve köklü bir değişim yaratma eylemi. Felaketlerin hafızamızın üzerindeki tortuların deneyim kopuklukları ile tekrarlandığını unutmadan.

Yorum Yazın