Şiddetsizlik politikaları sembolik sınıfların devlet ile ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini içerir. Bunu siyasetçiler de isteyebilir, hayal edebilirler. Ama dediğim gibi siyasal irade olmazsa olmaz bir koşuldur ama yeterli değildir. Asıl mesele kapitalist gerçekçiliği inşa eden sembolik sınıfların, kültürel sermayenin devlet iktidarından bağımsızlaşmasıdır.
Şiddetsizliği talep etmek ile şiddetsizlik politikaları birbiriyle tam örtüşen şeyler değil. Görünüşte aşağı yukarı herkes, hangi görüşten olursa olsun barış ister. Gençlerin öldürülmemesini, yaralanmamasını, insanların zarar görmemesini, dışlanmamasını… Ancak barışı inşa etmek daha farklı bir iştir. Bu işte entelektüel üretim yapanların, sembolik sınıfların, siyasetçilerin, sivil toplum temsilcilerinin farklı sorumlulukları bulunur. Barış, şiddetsizlik siyaseti devletin kurumlarını, işleyişlerini modernleşmenin neo-klasik dünyasından kurtarma mücadelesidir.
Bu mücadeleyi kendi başlarına politikacılar veremezler. Asıl mesele kapitalist gerçekliği üreten devlet sınıflarının sekülerleşmesidir. Sembolik alan, düşünce ve fikir üretimi ancak bağımsız olursa, -ki bu en başta kendisinden bağımsız olması demektir- işaretsizleştirici, temsil yanılsaması yaratan, savaşlara neden olan sistem değişebilir.
Merkeze yerleştikçe politik olarak zayıflayan, kitleleri peşinden sürükleme kabiliyetleri azalan iktidarların yaşadıkları “temsil paradoksu” bir taraftan da kendilerini dev aynalarında görmelerinden kaynaklanır. Çünkü kendileriyle birlikte devlet imtiyazlarını kullanan muazzam bir sınıf yaratırlar. Onların inşa ettiği hakikatler dünyasında yaşamaya, onların aynasından kendilerini görmeye başlarlar. Bu koşullarda siyaset bir “oyun çamuru” gibi yumuşaklık kazanır. İktidarlar her şeyi kolayca şekillendirebilecekleri hissine kapılırlar. İtiraz edenler, aykırı duranlar olursa da onları sebepsiz yere cezalandırmaya, silmeye çalışırlar.
Son zamanlarda yaşadıklarımız bana bunu düşündürüyor. Hem iktidarın pozisyonunu sarsmak için muhalefetin yaptığı hamleyi hukuk ilkelerini çiğneyerek, tepkileri göze alarak, adayını sudan sebeplerle hapse atarak bastırmaya çalışacaksın… Hem de aynı anda, bir önceki dönemde benzer şekilde ötekileştirdiğin siyasal oluşumla anlaşacaksın.
Buna siyaset denebilir mi, bilmiyorum. Ama bu hamlelerin iktidarın gücünü mutlaklaştırmaya yönelik eylemsellikler olduklarını düşünüyorum.
Şimdi parantezi burada kapatayım ve asıl mevzuya döneyim: “Kürtlerle barış sana ne düşündürüyor” diye bana eğer sorarsanız, kestirmeden cevabım tartışılan meselenin Kürtlük veya Türklükle bir ilgisinin olmadığıdır.
Karşı taraf, yani Kürt siyasal hareketi bunu zaten çok uzun zamandır dile getiriyordu. İktidar ise duymamış gibi yapıyordu. Sanki istemiyormuş gibi gösterip, kayyumlar atıyor, sanki bir çatışma, bir gerilim ortamı varmış gibi gösteriyordu. Dolayısı ile atanan kayyumlar, uzun süreler sebepsiz yere hapiste tutulan insanlar, bunların hepsi bir bakıma algı inşa etmek için gerçekleştirilen filler. İktidar bir anda söylem değiştirerek elindeki kartı açtı. Böylece ekonomik darboğazlardan geçerken ustaca bir manevrayla gündemi değiştiriyormuş gibi oldu. Nereye kadar sürer, bilinmez.
Kürtler, Türkler ve diğerleri… Binlerce yıl evet birlikte barış içinde yaşadılar, üstelik günümüzün modern devlet yapıları, evrensel hukuk normları, farkındalık biçimleri olmadan. Peki yalnızca Kürtler, Türkler mi?
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler… Eğer bir cevap arıyorsak, onları asla unutmayalım.
Ne kadar tuhaf değil mi? Monarşiler yıkılıp, halkın temsilciler üzerindeki koşulsuz egemenliğinden, demokratik seçimlerden, evrensel insan haklarından söz edildiği zamanlarda bu birlikte yaşama deneyimleri buharlaştı. Büyük felaketler, şiddet yaşandı.
Ne muazzam bir çelişki değil mi?
Bu çelişkinin nedenlerini anlamak için hem tarihe, geçmişe bakmak gerekli.
Ama yeterli değil. Bir arada yaşama deneyiminin tarihten gelen, milletlerin kendi özelliklerine ait bir özellik olduğunu ileri sürmek, hiç şüphesiz onurlandırıcı, hatta kimi zaman iyileştirici bir politik tercih gibi gözüküyor. Ama kimi zaman da sanki bu nedenleri araştırmayı, anlamayı engelleme, yapılması gerekenlerin üzerini örtme çabası gibi geliyor, bana. Bunu söyleme zorunluluğu hissediyorum: Geçmişten bugüne birlikte yaşayan topluluklar yakın tarihlerde, modern zamanlarda bu deneyimlerini kaybettilerse, aynı coğrafyaları paylaşamadılarsa bunun nedenleri olmalı.
Bir arada yaşama deneyimi kimi zaman söylendiği gibi yalnızca geçmişten, tarihten gelen bir şey değil, bugün ve her an yeniden öğrenilmek zorunda olunan bir şey.
Ortak geçmişten, geleneklerden, birlikte yaşananlardan gelenleri anlamak, bugün için çok önem taşısa da. Modernliğin koşullarında birlikte yaşamak, şiddetsizlik pratikleriyle sürekli yeniden inşa edilmesi gereken güncel bir politik uğraş.
Bu yüzden bugün bir taraftan siyasal temsilciler iki halkı onurlandıracak şekilde konuşurlarken, barıştan ve birlikte yaşama deneyiminden söz ederken umutlanıyorum, ama diğer taraftan siyasette bugün hakim olan bu hamaset dilini yadırgıyorum.
Barışın, bir arada yaşamanın, barışın siyasette telaffuz edilen bu şekli, yani “din kardeşliği” belli bir siyasal görüşün temsilcilerinin gönlünü okşayabilir ama meseleyi anlamaya, gerçek bir iyileşmeye zannedersem yol açmayabilir. Çünkü barıştan söz etmek, bir bakıma savaştan söz etmek demek. Öyleyse savaş olmadan da kalıcı, iyileştirici, geliştirici bir farkındalık biçiminden söz etmek gerekmiyor mu? Bunun kıstası da “din kardeşliği” ile sınırlandırmamak.
Şiddetsizliği talep etmek ile şiddetsizlik politikaları birbiriyle tam örtüşen şeyler değil.
Görünüşte aşağı yukarı herkes, hangi görüşten olursa olsun barış ister. Gençlerin öldürülmemesini, yaralanmamasını, insanların zarar görmemesini, dışlanmamasını…
Şiddetsizlik siyaseti yalnızca siyasetçilerin gerçekleştirebilecekleri bir iş değil
Bu nedenle bu dili değiştirmeye siyasetçilerin tek başlarına yetemeyeceğini düşünüyorum. Şiddetsizlik politikaları -neo-klasik olana karşı temsili sorunsallaştıran, temsil edilenin dışarıda kaldığının farkındalığını üreten, ya da basitçe modernlik diyeyim- çok daha komplike bir uğraştır. Aktörleri karşılıklı etkileşimle farklı bir eşiğe taşıyan ve temsil meselesini sınıfsal bir perspektifle sorgulamayı amaçlayan bir süreçtir.
Şiddetsizliği talep etmek ile şiddetsizlik politikaları birbiriyle tam örtüşen şeyler değil.
Görünüşte aşağı yukarı herkes, hangi görüşten olursa olsun barış ister. Gençlerin öldürülmemesini, yaralanmamasını, insanların zarar görmemesini, dışlanmamasını… Ancak barışı inşa etmek daha farklı bir iştir. Bu işte entelektüel üretim yapanların, sembolik sınıfların, siyasetçilerin, sivil toplum temsilcilerinin farklı sorumlulukları bulunur.
Şiddetsizlik politikaları sembolik sınıfların devlet ile ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini içerir. Bunu siyasetçiler de isteyebilir, hayal edebilirler. Ama dediğim gibi siyasal irade olmazsa olmaz bir koşuldur ama yeterli değildir. Asıl mesele kapitalist gerçekçiliği inşa eden sembolik sınıfların, kültürel sermayenin devlet iktidarından bağımsızlaşmasıdır. Çünkü kültür çoğu zaman silahlardan daha önemli bir rol oynar. Sembolik sınıflar iktidar aygıtlarına bağımlı hale olduklarında, Nazizm’de görüldüğü gibi yıkımlar, kırımlar kaçınılmaz hale gelir.
Nedir modernleşmenin neo-klasik hali? Basitçe söylemek gerekirse kamusal alanın sekülerleşmemesi, devlet erkine bağımlı olmasıdır.
Laiklik, sekülerleşme kavramları Fransız Devrimi ile ortaya çıktı. Ancak bu devlet işleri ile din işlerinin ayrılmasına işaret ediyordu. Bu kavramlar asıl anlamlarına Avrupa’da sınıfsal perspektif kazandırılması ile kavuştu.
Bir arada yaşama ya da barış meselesi -büyük dünya savaşlarından sonra fark edildiği gibi- gerçekte neo-klasik kamusal alandan modern kamusal alana geçiş problematiğiyle ve bunun pratikleriyle ilgili. Bu tip bir modernleşme biçimi, ulusların ve kimliklerin inşa problematiği büyük savaşlar yaşandıktan –özellikle son büyük savaş yaşandıktan sonra- paranteze alınmaya çalışıldı.
Ama bu çabaların ne kadar başarılı oldukları ortada.
Şiddetsizlik politikaları yalnızca Türk veya Kürt kimliği için değil, diğerleri için de yol gösterici olabilir. Bu mesele temsil ediliyormuş gibi yapılanlar, ya da bastırılanlar- açısından eşit derecede önemli. Çünkü kimliklerin varlıklarını ortaya koyan şiddet politikaları nasıl diğerlerini dışlıyorsa, gerçekte temsil ettiklerini de temsil etmekten aciz.
Şiddetsizlik siyaseti devleti modernleşmenin neo-klasik dünyasından kurtarma mücadelesidir
19. yüzyılda dünyaya hakim olan kapitalist modernleşme toplulukları -tıpkı dizisel üretimde, endüstride olduğu gibi- tasarlanacak eşyalar gibi gören bir politik düzen. Neo-klasik kamusal alan, kapitalist modernitenin inşa edildiği 19. yüzyılda yok edilenlerin hayaletleridir. Yok edilen geçmişin, eski değerlerin kalıplara dönüştürülerek resmi ulus-devlet programları ile yaşatılıyormuş gibi yapılmasıdır.
Neo-klasik düzende iktidarlar ideolojiyi, kutsal bagajlarını, toplumu tasarlama ideallerini yarattıkları asimetriyi gizlemek için kullanırlar. Kitlelerin kutuplaşmasına yol açarlar. Kamusal alan ise politikadan mahrum kalır ve imtiyazlı piyasa güçleri tarafından kolayca istila edilir Küresel piyasa güçlerinin karşısında kamu alanını özgürlüklere, katılıma, yaratıcılığa açamayan “milli” iktidarlar istila için fırsatçı imkanlar sunarlar. Kamu alanının yaratıcı düşünceye kapatılması onu ele geçirilmeye hazır, korunaksız bir av sahasına dönüştürür. İktidarların bağımsızlık iddiaları lafta kalır.
Barıştan söz ederken şiddetsizlik politikalarını üretememek. Bir bakıma imkansız gibi gözüken bir işe kalkışmak… Görüldüğü kadarıyla asıl problem bu. Bu nedenle şiddetsizlik politikaları yalnızca Türk veya Kürt kimliği için değil, diğerleri için de yol gösterici olabilir. Bu mesele temsil ediliyormuş gibi yapılanlar, ya da bastırılanlar- açısından eşit derecede önemli. Çünkü kimliklerin varlıklarını ortaya koyan şiddet politikaları nasıl diğerlerini dışlıyorsa, gerçekte temsil ettiklerini de temsil etmekten aciz. Ancak küçük bir azınlığı, devlet sınıflarını temsil ediyor. Bu durumda yok edilen kimlikler var olanların gölgesi gibi yaşıyor, varlıklarına yokluklarıyla musallat olabiliyor. Hatta şiddete yaslanmak, kendi özyıkımını hazırlamak anlamına da gelebiliyor. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizler, toplumsal refahın azalması, hatta çevresel yıkımlar bunun göstergeleri...
Sonuç olarak: Barış, şiddetsizlik siyaseti devletin kurumlarını, işleyişlerini modernleşmenin neo-klasik dünyasından ve halinden kurtarma mücadelesidir. Bu mücadeleyi kendi başlarına politikacılar veremezler. Sembolik alan, düşünce ve fikir üretimi ancak bağımsız olursa, -ki bu en başta kendisinden bağımsız olması demektir- işaretsizleştirici, temsil yanılsaması yaratan, savaşlara neden olan sistem değişebilir.

Yorum Yazın