MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • GÜNDEM
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat
estheteclinic haber üstü reklam

Özgürlük için 'Liberalizm'e veda

Ana SayfaSi̇yasetÖzgürlük için 'Liberalizm'e veda
Özgürlük için 'Liberalizm'e veda

İşçinin bedeni, kapitalist sistem içinde bir "makine parçası" gibi ele alınır; kırılabilir, değiştirilebilir, yerine yenisi konabilir.

18 Haziran, 2025, Çarşamba 06:40
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
Emir Yaşar
Emir Yaşar

Çin yalnızca otoriter bir devlet değil; aynı zamanda kapitalizmin en ideal koşullarda işlediği “otoriter kapitalist” modeldir. Devletin iktidarı ile sermayenin çıkarı, bu modelde neredeyse ayrılmaz hale gelmiştir. Kapitalizm burada, klasik liberal demokrasinin değerlerinden değil, otoriter devletin baskı kapasitesinden beslenmektedir. Karşımızda: İnsanların saatlerini çalarak onları zamansızlaştıran, insanları ''makineler'' olarak görerek onları metalaştıran, insanları verdikleri çıktıya göre ölçerek onları kişiliksizleştiren bir sistem var bu. Bu sistemin, Özgürlükçü bir tahayyülde yer alamayacağı çok net.

Geçtiğimiz günlerde Twitter'da paylaştığım bir tweet, 300 bini aşkın görüntülenme alarak popüler Tweetlerden biri haline geldi: “Artık Liberal değilim. Özgürlükçü-Demokrat kimliğimin yanı sıra Demokratik Sosyalizm’e yakınım. Sosyal Demokrasi'yi seviyorum”

Liberalizmden Demokratik Sosyalizme yönelişim, sanıldığının aksine, yalnızca emekçilerle daha fazla dayanışma arzusu ya da örgütlü mücadeleye duyduğum sempatiden ibaret olmadığı gibi elbette bu geçiş, bireysel özgürlüklerden vazgeçmem anlamına da gelmemekte.

Aksine, bu dönüşümün temelinde, bireysel özgürlükleri esas alan bir hayat tasavvurunun ancak Demokratik normlara bağlı bir sosyalist eğilimlere sahip bir rejim içinde mümkün olabileceğini realitesi ile tanışmam ve bu realiteyi tanımam yatmakta

Başka bir ifadeyle kendimi açıklayacak olursam: Sosyalizme yönelişim, özgürlük idealinden uzaklaşmak değil, o ideali en derin yerinden kavramaya çalışmaktı; onu yalnızca savunmak değil, yaşanabilir kılmak için yakınına gitmekti

Modern siyasal kuramın en köklü tartışmalarından biri olan “özgürlük” meselesi, liberal gelenek içinde genellikle devletin sınırlandırılması ve bireyin müdahaleye karşı korunması çerçevesinde kavramsallaştırılarak kurumsallaştırılmıştır. Isaiah Berlin’in meşhur ayrımına göre bu, negatif özgürlüktür: başkalarının ya da devletin müdahalesi olmaksızın bireyin kendi eylemlerini belirleme hakkı. Ancak bu tanım, özgürlüğü yalnızca hukuki bir statüye indirgeyerek bireyin içinde yaşadığı maddi ve sınıfsal koşulları, yani toplumsal gerçekliğini göz ardı ediyor

"Özgürlük" kavramı, siyasal düşünce tarihinde genellikle bireyin iradesiyle hareket edebilme kapasitesi olarak tanımlanagelmiştir. Ancak bu kapasitenin gerçekte neye tekabül ettiği, hangi koşullarda mümkün kılındığı sorusu çoğu zaman muğlak bırakılmıştır. 

Modern kapitalist toplumda "özgürlük" kelimesiyle "iş" kelimesi arasında kurulmuş ilişki, tarihsel bir yanılsamanın tortusudur. Bireyin emeği üzerinde serbestçe tasarruf edebildiği, emek piyasasında “özgürce” sözleşme yapabildiği ve kendi hayatını “kendi tercihleriyle” şekillendirebildiği fikri, sanayi kapitalizminin ortaya çıktığı 18. yüzyıldan bu yana, liberal ideolojinin temel mitlerinden biri olagelmiştir.

Günde 12 saat çalışan bir insan, iş hukukunun tanıdığı güvencelere, siyasal sistemin tanıdığı oy hakkına ve anayasal haklara sahip olabilir. Ancak bu kişi, kendi zamanının sahibi değildir. Ve zaman, yalnızca saatlerin toplamı değil; düşünmenin, anlam kurmanın, kendilik bilincinin, arzunun, aidiyetin ve ilişkilenmenin alanıdır.

Bu nedenle, Sanayi Kapitalizmin ortaya çıktığı 18. yüzyıldan beri iddia ettiği kendisinin bir özgürlük sistemi olduğu tezi, baştan aşağı Kapitalizmin kültürel hegemonyası ile şekillendirdiği bir sis perdesinden ibaret.

Kapitalist sistem, bireyin özgürlük kapasitesini yalnızca sınırlamaz; aynı zamanda onu şekillendirir, dönüştürür, disipline eder ve çoğu zaman, fark edilmeden gasp eder. Özgürlük, yalnızca yasal bir statü değil, aynı zamanda zamanla, mekânla, bedenle ve toplumsal kaynaklarla kurulan bir ilişkidir. İşçi haklarının gelişmediği, emeğin korunmadığı kapitalist ortamlarda, bu ilişkilerin tamamı piyasa mantığı tarafından sömürülür. Sonuç: İnsanların yalnızca gelirleri değil, yaşamlarının bizzat kendisi çalınır.

Kapitalist düzende işçi sağlığı, çoğu zaman maliyet kalemi olarak değerlendirilir. Ergonomi, iş güvenliği, dinlenme hakkı, psikososyal destek gibi temel insani ihtiyaçlar, ancak ve ancak işçinin “verimliliğini artırıyorsa” yatırım konusu haline gelir. Oysa sağlık, yalnızca fiziksel bir durum değil; bireyin kendisini yeniden üretme kapasitesidir. İşçinin bedeni, kapitalist sistem içinde bir "makine parçası" gibi ele alınır; kırılabilir, değiştirilebilir, yerine yenisi konabilir.

Kapitalizmin en görünmez ama en acımasız tahakküm biçimlerinden biri, zamanı kontrol altına almasıdır. Günümüzde çalışan insanların büyük bir çoğunluğu, hayatlarının en üretken, en yaratıcı, en sosyal dönemini, düşük ücretler karşılığında, çoğu zaman fiziksel ya da duygusal tükenmişlik içinde geçirir. Marx’ın deyimiyle, emekçinin “yaşam zamanı”, sermayeye dönüştürülür. İşçinin çalışmadığı zaman ise, genellikle “çalışmaya hazırlanmak”, “çalışmayı telafi etmek” ya da “yeniden üretilebilir hale gelmek” için harcanır. Böylece kapitalist üretim, yalnızca bedeni değil; bireyin zamanını, hafızasını ve gelecek tahayyülünü de denetler. Zaman, bu sistemde bir yaşam değil, bir girdidir.

David Graeber'in ifadesiyle “boş işler” (bullshit jobs), insanlara yalnızca faydasız görevler yüklemez; aynı zamanda hayatlarını anlamsızlaştırır. Kapitalist üretim, yalnızca yoksulluk değil, varoluşsal yorgunluk da üretir. Ve bu, özgürlüğün en temel düşmanıdır: Zamanı olmayan insan, özgür değildir.

Kapitalist düzende işçi sağlığı, çoğu zaman maliyet kalemi olarak değerlendirilir. Ergonomi, iş güvenliği, dinlenme hakkı, psikososyal destek gibi temel insani ihtiyaçlar, ancak ve ancak işçinin “verimliliğini artırıyorsa” yatırım konusu haline gelir. Oysa sağlık, yalnızca fiziksel bir durum değil; bireyin kendisini yeniden üretme kapasitesidir. İşçinin bedeni, kapitalist sistem içinde bir "makine parçası" gibi ele alınır; kırılabilir, değiştirilebilir, yerine yenisi konabilir.

Silvia Federici, kapitalizmin yalnızca ücretli emek değil, yeniden üretim emeği üzerinde de yükseldiğini söyler. Ev içi emek, bakım emeği, duygusal emek gibi görünmeyen alanlar da işçinin üretkenliğini sürdürmek için seferber edilir. Kadınların görünmeyen emeği, sermayenin sessiz dayanağı olur. Kapitalizm, sadece bedeni değil, ilişkileri ve duyguları da bir tür sermaye olarak kullanır.

Foucault’nun disiplin toplumu kavramsallaştırması, kapitalist iş rejimlerinin yalnızca "yasa dışı" değil, "görünmez" denetim teknikleriyle işlediğini gösterir. İşçinin kart basma saatinden performans skoruna, mobbing’den geçici iş sözleşmesine kadar birçok araç, işçiyi “rızayla” itaat etmeye zorlar. İşini kaybetme korkusu, sendikal örgütlenmenin önünde en büyük engeldir. Güvencesizlik, işçiyi yalnızca ekonomik olarak değil, ontolojik olarak da bastırır. Axel Honneth’in tanıma teorisine göre, birey, özgürlüğünü ancak sosyal kabul ve karşılıklı saygı içinde inşa edebilir. Kapitalist üretim rejimi ise işçiyi bu tanınma alanlarından koparır; onu anonim, yedeklenebilir, değersiz bir “iş gücüne” indirger.

Özetleyecek olursam, Kapitalist sistem, dışsal bir zor gücüne başvurmaksızın, içselleştirilmiş bir itaat ekonomisi üretir. Devletin baskı aygıtlarının – kolluk gücünün, yasal düzenlemelerin, ceza rejiminin – yanı sıra, kapitalizm kendi başına bir otorite mimarisi inşa eder. Bu mimaride zorlama, fiziksel değil; yapısaldır. İnsanlar aç kalmamak için çalışmak “zorundadır.” Fakat bu zorunluluk, çıplak bir şiddet biçimi olarak değil; doğal, kaçınılmaz, rıza üreten bir gerçeklik gibi sunulur. Tam da bu nedenle, kapitalizmin otoritesi, modern otoriterliğin en sinsi biçimlerinden biridir: şiddeti görünmez kılar.

Karşımızda: İnsanların saatlerini çalarak onları zamansızlaştıran, insanları ''makineler'' olarak görerek onları metalaştıran, insanları verdikleri çıktıya göre ölçerek onları kişiliksizleştiren bir sistem var bu

Bu sistemin, Özgürlükçü bir tahayyülde yer alamayacağı çok net.

Çin, kapitalizm ile otoriterliğin nasıl simbiyotik bir ilişki kurabileceğinin paradigmatik örneğidir. Otoriter rejim, kapitalist sermaye için “temiz bir zemin” yaratır: itirazsız bir emek gücü, denetimsiz bir doğa ve bastırılmış bir kamu vicdanı. Kapitalizm, bu zeminde maksimum verimliliğe ulaşır. Neoliberal söylemin “verimlilik” dediği şey, çoğu zaman tam da budur: toplumsal direncin, siyasal denetimin ve hukuki engellerin ortadan kaldırılması.

Birey, politik olarak ne kadar özgür olursa olsun Kapitalizm aşılmadığı veyahut en azından törpülenmediği sürece tam manası ile özgür, kendini gerçekleştirebilecek kadar özgür olamayacaktır; zaten Kapitalist bir rejimde birey politik olarak da özgür olamaz. Kapitalizm her zaman, daha fazla sermaye birikimi için otoriter rejimlere ve sivil toplumu bastırmaya muhtaçtır. Nitekim Pinochet darbesi, Arjantin'in NeoLiberal yola girmesi için yapılmış bir devrimdi.

Kapitalist sistemin temel hedefi, maksimum sermaye birikimini mümkün olan en düşük maliyetle gerçekleştirmektir. Bu hedefin önündeki en temel engellerden biri, iş gücünün siyasal ve hukuki güvencelere sahip olmasıdır. Nitekim işçi hakları, çevresel düzenlemeler ve sivil toplumun etkin müdahale kapasitesi, sermayenin hareket alanını sınırlayan yapısal frenlerdir. Bu nedenle, kapitalizm kendisini özgürlükçü normlarla değil, işlevsellik ilkesiyle tanımlar: Nerede daha fazla kâr varsa, orada daha fazla kapitalizm mümkündür.

Tam da bu yüzden, Çin Halk Cumhuriyeti, 21. yüzyıl kapitalizminin en sevdiği üretim sahasıdır. Zira Çin, kapitalist üretim biçiminin ihtiyaç duyduğu tüm yapısal avantajları, otoriter bir siyasal yapı içinde sağlamaktadır. İşçilerin grev yapma, sendikalaşma ya da adil ücret talep etme hakkı ciddi biçimde sınırlandırılmıştır; çevresel protestolar sistematik biçimde bastırılır; bağımsız medya ve sivil toplum neredeyse tamamen denetim altındadır. Bu koşullar, Çin’i yalnızca “ucuz işgücü” cenneti değil, aynı zamanda “itaatkâr emek” rejimi haline getirir.

Eğer Çin, işçi haklarının anayasal güvenceye alındığı, çevresel regülasyonların bağımsız kurumlarca uygulandığı ve sivil toplumun denetim işlevini yerine getirdiği bir liberal demokrasi olsaydı, kapitalizm için bu kadar “verimli” bir toprak olamazdı. Zira üretim maliyetleri artar, toplumsal muhalefet sermaye akışını sekteye uğratır ve kamusal denetim, mülksüzleştirme süreçlerini yavaşlatırdı. Dolayısıyla Çin’in küresel üretim zincirlerinin merkezine oturmasının ardında yalnızca ekonomik rasyonalite değil; siyasal otoritenin sistematik biçimde muhalefeti bastırması yatmaktadır.

Bu bağlamda Çin, kapitalizm ile otoriterliğin nasıl simbiyotik bir ilişki kurabileceğinin paradigmatik örneğidir. Otoriter rejim, kapitalist sermaye için “temiz bir zemin” yaratır: itirazsız bir emek gücü, denetimsiz bir doğa ve bastırılmış bir kamu vicdanı. Kapitalizm, bu zeminde maksimum verimliliğe ulaşır. Neoliberal söylemin “verimlilik” dediği şey, çoğu zaman tam da budur: toplumsal direncin, siyasal denetimin ve hukuki engellerin ortadan kaldırılması.

Bu nedenle, Çin yalnızca otoriter bir devlet değil; aynı zamanda kapitalizmin en ideal koşullarda işlediği “otoriter kapitalist” modeldir. Devletin iktidarı ile sermayenin çıkarı, bu modelde neredeyse ayrılmaz hale gelmiştir. Kapitalizm burada, klasik liberal demokrasinin değerlerinden değil, otoriter devletin baskı kapasitesinden beslenmektedir.

Bu simbiyotik ilişkinin bir başka çarpıcı tezahürü de Türkiye'de gözlemlenmektedir. Örneğin Kazdağları'nda altın madeni işleten Kanadalı şirket, doğayı tahrip eden faaliyetlerini, kendi anavatanında — yani Kanada gibi kurumsallaşmış demokratik normlara, bağımsız çevre denetimlerine ve güçlü bir sivil topluma sahip bir ülkede — gerçekleştiremezdi. Kanada’da sivil toplum, hukuki mekanizmalar ve çevre bilinci, sermayeyi denetleyen yapısal engeller olarak işler. Oysa Türkiye’deki otoriterleşmiş siyasal düzlem, bu şirketin doğayı sınırsızca sömürmesine, kamusal onay mekanizmalarından büyük ölçüde muaf kalmasına olanak tanımakta.

Bu örnek, otoriterliğin yalnızca yerli sermaye için değil, küresel sermaye için de elverişli bir zemin sunduğunu açıkça göstermektedir. Demokratik rejimlerde denetlenebilecek ve sınırlandırılabilecek sermaye davranışları, otoriter rejimlerde görünmez hale gelir. Böylece otoriter devlet yalnızca kendi ulusal burjuvazisine değil, küresel kapitalizme de hizmet sunan bir “disiplin aygıtı”na dönüşür. Kapitalizm açısından mesele, rejimin demokratik olup olmaması değil; sermaye birikiminin önündeki toplumsal bariyerlerin ne ölçüde ortadan kaldırıldığıdır.

Nitekim  Otoriter rejimlerde yaşayabilmek için Kapitalizme ihtiyaç duyar

Otoriter rejimler, yüzeyde baskının mutlak hâkimiyetiyle işliyormuş gibi görünse de, aslında uzun ömürlü olabilmek için “rıza” üretme kapasitesine de sahip olmak zorundadır. Antonio Gramsci'nin kavramsallaştırdığı “zor” ve “rıza” diyalektiği, bu tür rejimlerin yalnızca baskı aygıtlarıyla değil, aynı zamanda gündelik hayatı düzenleyen ekonomik ve kültürel mekanizmalarla da iktidarlarını inşa ettiklerini gösterir.

Ancak liberal demokrasilerde rıza, çoğulculuk, ifade özgürlüğü ve kurumsal denetim gibi araçlar üzerinden üretilirken; otoriter rejimlerde bu rıza, büyük ölçüde ekonomik performansla, “istikrar” söylemiyle ve kalkınma vaadiyle meşrulaştırılır. Bu bağlamda kapitalizm, yalnızca üretim ilişkilerini değil, aynı zamanda siyasal meşruiyetin altyapısını da şekillendirir.

Çin’de Komünist Parti’nin, Rusya’da Putin rejiminin, Türkiye’de AKP iktidarının siyasal sürekliliği; doğrudan doğruya ekonomik büyüme, tüketim imkânlarının genişlemesi ve altyapı yatırımları gibi maddi vaatlerle sağlanır. Bu rejimler, kapitalizmi yalnızca bir ekonomik sistem olarak değil, aynı zamanda siyasal iktidarın ideolojik taşıyıcısı olarak işlevselleştirir. Yani kapitalizm, otoriterliğin rıza üretim makinesi hâline gelir.

Nihayetinde otoriterlik, kapitalizmsiz var olamaz çünkü ne kadar baskıcı olursa olsun hiçbir rejim yalnızca zorla ayakta kalamaz. Otoriter rejimler, meşruiyetlerini neoliberal rasyonaliteyle sarıp sarmalayarak, yurttaşlara “özgürlük” değil ama “refah” vaat eder. Bu vaat ise, kapitalizmin tüketimcilik ve performans fetişizmiyle iç içe geçmiştir. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Kapitalizmin sunduğu mal bolluğu ve tüketim ayrıcalıkları olmasaydı, otoriter rejimler kendi vatandaşlarına anlatacak “bir gelecek” dahi bulamazdı.

Bu nedenle Çin'de 12 saat çalışan işçiye, Türkiye’de düşük ücretle çalışan emekçiye ya da Rusya’da baskı altındaki sivil topluma verilen tek şey; özgürlük değil, konut kredisi, otoyol, AVM ve "istikrar" hissidir. İşte tam da bu noktada kapitalizm, yalnızca üretim biçimi değil, otoriter rıza üretiminin ideolojik ve pratik motoru hâline gelir.

Sonuç olarak, otoriter rejimler kapitalizme yalnızca ekonomik büyüme için değil, siyasal hayatta “meşruiyetin görünüşünü” sürdürebilmek için de ihtiyaç duyarlar. Kapitalizm, bu rejimlere hem söylem hem de araç sunar: Hem otoritenin insafsız yüzünü örter hem de kitlelere, özgürlüğün yerine konulacak “istikrarlı yaşam” fetişini verir.

Tüm bu analizlerin ışığında karşımızda duran yapı, yalnızca gelir eşitsizliğiyle ya da piyasa mantığının adaletsizliğiyle sınırlı bir mesele değildir; insan emeğini, zamanını, bedenini ve hatta tahayyül kapasitesini sistematik biçimde sömüren; bu sömürünün sürdürülebilirliği içinse otoriter siyasal aygıtlara muhtaç olan bir tarihsel blokla karşı karşıyayız. Bu blok, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda siyasal ve epistemolojik bir düzendir. İnsan hayatını araçsallaştıran bu sistem, ancak ve ancak onu mümkün kılan siyasal rejimlerle birlikte kavranabilir. Otoriterliğin kapitalizmle kurduğu simbiyotik ilişki, özgürlüğün yalnızca bastırılması değil; yeniden tanımlanması, anlamının içinin boşaltılması ve yerini “istikrar”, “güvenlik” ya da “büyüme” gibi ikamelerin almasıyla işlerlik kazanır.

Bu nedenle, gerçek özgürlüğe giden yol; sadece devletin sınırlandırılmasından ya da hukuki güvencelerin artırılmasından değil, toplumsal üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin adalet temelinde yeniden kurgulanmasından geçmektedir. Demokratik normlara içkin, eşitlikçi bir siyasal tahayyülün kurumsallaşması –ki bu, demokratik sosyalizm dediğimiz yönelimi tarif eder– yalnızca özgürlüğü güvence altına almakla kalmaz, aynı zamanda onun toplumsal dayanaklarını inşa eder.

Liberal demokrasinin çoğulcu yapısını, ifade özgürlüğünü, kuvvetler ayrılığı fikrini tarihsel birer kazanım olarak elbette kıymetli buluyorum. Ancak bu normatif çerçeve, kapitalist tahakküm ilişkilerini ne dönüştürebilecek güçtedir ne de bu tahakkümün temelindeki yapısal eşitsizlikleri ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahiptir. Zira liberal demokrasinin enstrümanları, kapitalizmin kendisini maskeleyen ideolojik aygıtlar hâline gelmiştir. Bu nedenle liberalizm benim için artık, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan tatlı bir rüyadan ibarettir. Bu rüyanın hakiki bir siyasal forma kavuşabilmesi için, onu taşıyabilecek yeni bir zemine ihtiyaç vardır: Sosyal adaleti, siyasal katılımı ve kolektif özgürlüğü bir arada düşünebilen bir  sosyalist eğilimlere sahip bir rejim

Üstad Çetin Altan'dan referans ile ''Enseyi karartmadan'' Demokrasi ve Özgürlük savunusuna devam.

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?
Sosyal DemokrasiDemokratik SosyalizmLiberalÇinÖzgürlük

Yorum Yazın

e-bülten sağ blok
Emir Yaşar
    Emir Yaşar

    Bizi Takip Edin
    Facebook
    X (Twitter)
    Instagram
    Linkedin
    Mastodon
    Bluesky
    Köşe Yazarları
    Armağan Öztürk
    Armağan Öztürk İsrail’le mücadelede paradigma değişikliği ihtiyacı
    Erdem Bağcı
    Erdem Bağcı İsrail - İran Savaşı’nın küresel ekonomiye etkileri
    Emir Yaşar
    Emir Yaşar Özgürlük için 'Liberalizm'e veda
    Kübra Evliyaoğlu
    Kübra Evliyaoğlu Ares’in kılıcı, Hades’in kapısı: Unutmanın kıyameti üzerine bir deneme
    Beril Esra Atahan
    Beril Esra Atahan Konfor alanının sessiz zincirleri ve yolculuğun çağrısı 
    Erol Katırcıoğlu
    Erol Katırcıoğlu Yeni milliyetçilik ve Öcalan
    Hakan Tahmaz
    Hakan Tahmaz Irak işgalinden sonra benzer oyun
    Başak Yağmur Eray
    Başak Yağmur Eray Dış Güçler: Sert adamlar, yumuşak hafızalar
    Sinem Arslan
    Sinem Arslan Barış süreçlerinde taraflar arası mutabakatlarda “Yapıcı Muğlaklık”: Neden tercih edilir? Gerçekten yapıcı mı, yıkıcı mı?
    Çağatay Arslan
    Çağatay Arslan Demir Perde’nin çöküşü, İran’ın Ateşi: 1983’ün Mirası
    Hasan Bülent Kahraman
    Hasan Bülent Kahraman 27 Mayıs 1960 Darbesine Yeni Bakışlar (1)
    Eser Karakaş
    Eser Karakaş Erdoğan’ın uğradığı en büyük hezimet
    Adnan Ekinci
    Adnan Ekinci Anayasa Günlüğü - İlk Gün
    Yüksel Işık
    Yüksel Işık Ey CHP: Titre ve Kendine Dön
    Tuğba Muslu
    Tuğba Muslu Düşünmeyen nesiller projesi
    Murat Kartalkaya
    Murat Kartalkaya Beyaz Saray’da aşk başkadır!
    Osman Erden
    Osman Erden “Führer’e İtaat”
    SON GELİŞMELER
    İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
    İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
    Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
    Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
    MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
    MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
    DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
    DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
    instagram gel gel
    tanpınar haber altı
    Yeni Arayış
    KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
    SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
    FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

    Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı