Bu sabah uyandığınızda, boşverin memleketin halini. Aynaya bakınca gördüğünüz şeyden memnun değilseniz, yorgun uyandıysanız mesela, durun bir an, kahve kokusunu hissedin, ve farklı bir başlangıç yapın; açın Jamal’i ve sokaklara düşürün gönlünüzü.
Sabaha vardınız bir kez daha, bir yandan yüzünüzü yıkayıp bir yandan kahvenizi hazırlıyorsunuz. Zamanınız var, uzun bir gün sizi bekliyor olsa da acele etmeden o sabah kahvesinin keyfini çıkaracaksınız. Hayal kuracak ya da bir başka hayale ortak olacaksınız, inceliklerle başlayacaksınız güne, Gülten Abla sevinecek. Mümkün mü? Neden olmasın?
Fakat, yüzünüzü yıkarken aynada gördüğünüz, normalde uykusunu almış ve dinlenmiş bir yüz yerine henüz tanıyamadığınız, ayılamamış ve aslında ayılmak, güne başlamak istemeyen bir yüz ise ve siz kahvenizin kokusunu duymadan “acaba ben uyurken memlekette kötü bir şeyler oldu mu” endişesiyle haberleri taramaya başladıysanız, ilk ihtimalin hayal olduğu bir coğrafyada sıkışıp kalmışsınız demektir.
Siyasetin karanlık ve rutubetli dehlizlerinden gelen bayatlamış temcit pilavı kokusu kahvenin kokusunu bastırıyor; hikayelere zamanı olmayanların inceliksiz hayatları giderek silikleşiyor, birbirine benziyor ve ruhları kemiriyor.
Bir toplumu edebiyat, sanat, felsefe değil de siyaset şekillendiriyorsa bir süre sonra herkes aynı öyle kokmaya da başlar zaten, kahve kokusu bile duyulmaz olur.
Özellikle son yıllarda, şahsen hayatımın merkez duraklarından biri hapishaneler oldu. Dostlar, müvekkiller, meslektaşlar, haksız yere hapsedilenlerle dayanışma duygusunun yarattığı ilişkiler. Sabah kahvemi bir hapishanenin yakınlarındaki kötü duraklardan birinde içmeye alıştım giderek.
Hapishaneye iki şey götürebilirsiniz; kitaplar ve dostluk.
Hapishaneden iki şey çıkarabilirsiniz; kitaplar ve dostluk.
Her ikisi de duvarları tanımaz, uzakları umursamaz ve siyasetin ve gündelik çekişmelerin, hayat dediğimiz ve bir karmaşaya çevirdiğimiz biyolojik var olma halinin kurallarından azadedir.
Sınırsızca özgür olan tek şeydir edebiyat, hayatın ve zamanın karşısındaki en güçlü şeydir.
Selahattin Demirtaş, sekiz yıllık mahpusluğunda sekiz kitabı, tüm dünyayı kuş uçuşu bir mesafeye sığdırarak hapishaneden çıkarabilenlerden. Dostlarını her daim gururlandıran duruşunun yanında, edebiyatın büyülü gücüyle elimize her ulaşan her kitabıyla yüzümüzü de güldürdü bugüne dek, şimdi sıra Jamal’de.
Okuru şaşırtmayı seven bir yazar o ama hayret duygusunu insanın etine batan gerçekliklerden, bilmesek de hissetmemenin olanaksız olduğu acılardan ve umuduna ortak olduğu toplumun yaralarından ayrı tutmamayı da başarıyor. Jamal olağan dışı bir hikaye bir yandan, öte yandan karakterleri öyle sahici yazılmış ki; her birinin duygusuna dokunmak zorunda bırakıyor okuru. Aşkın çarpıcılığına öyle bir inandırıyor ki mesela, kendini nasıl ve nerede konumlandırdığının aşka teslim oluşunla ilgili olduğuna, aşkın insanı dönüştüren, baştan yaratan korkunç gücünden kaçamayacağına inandırıyor. Her bir hayatın tek ve benzersizliğine sürüklüyor insanı, bunu anlamaya çağırıyor; insan kendini diğerlerinden apayrı yapabilen bir varlıktır, koşullardan bağımsız, hayatın kendi kurallarından bağımsız bir var oluş meselesinin en önemli meselemiz olduğunu belki düşünmeye zorluyor.
Selahattin Demirtaş’ın yazılarında duyar duymaz ona ait olduğunu anladığınız bir ses var; çok özel bir ses, ne yazarsa yazsın, ne anlatırsa anlatsın ve nasıl anlatırsa anlatsın, zaman zaman yüksek, zaman zaman fonda çalan bir müzik gibi hafif ama mutlaka tüm hikayeye eşlik ederek kulağınızda dolaşan, okurken eşlik eden bir ses. Bir yazarın sesi, cümlelerinin müziği demekse eğer, Demirtaş her bir kitabında farklı bir parçasını bestelediği senfoninin peşinde koşuyor belki de; yazma serüveni böyle şekilleniyor belki biraz.
Siyasetin karanlık ve rutubetli dehlizlerinden gelen bir kokudan bahsedince Huri Abla’yı anmadan geçemedim.. Temizlik algısını yerle bir eden, iğrenme duygusunu baştan yazan bir karakter Huri Abla; neyin pislik olduğunu bir kere daha sorgulatıyor insana. Sokaklardan umut devşirmeyi akıl edenlerin sokaklarda temizlenebilme ihtimalini hatırlatır gibi sanki.
Bu sabah uyandığınızda, boşverin memleketin halini. Aynaya bakınca gördüğünüz şeyden memnun değilseniz, yorgun uyandıysanız mesela, durun bir an, kahve kokusunu hissedin, ve farklı bir başlangıç yapın; açın Jamal’i ve sokaklara düşürün gönlünüzü.
Her şey geçer, bugünler geçer, yaşanan acılar geçer ama edebiyat kalır, hikayeler yüzlerce yıldır asılı durur içimizin gökyüzünde. Bu sabah, o sabah olsun; kendinizi bir büyüye emanet edin.
Hapishaneye kitaplar götürmenin, hapishaneden kitaplar çıkarmanın ağırlığını ancak böyle taşıyabiliriz ve hayal kurmaya tam da buradan başlayabiliriz.
Mümkün mü?
Neden olmasın!

Yorum Yazın