“Hic est quem diligo; sed utinam ipse ab se possit abesse.”
“İşte sevdiğim bu; keşke kendimden uzaklaşabilsem.”
Ovidius, Metamorfozlar
Yunan mitolojisi, uçuk kaçıklığı ve ilham vericiliğiyle beni her zaman büyülemiştir. Tanrıların insan kadar kusurlu, insanların ise tanrılar kadar tutkulu olduğu o hikayeler dünyasında, her çağ kendini bulabileceği bir yankı duyar. Her mit, insana dair bir öz taşır; bir tanrının öfkesinde adaletin sınırını, bir kahramanın düşüşünde gururun kör noktasını görürüz. Bu hafta yaşadıklarımızın ardından yine o mitlerden birine döndüm. Çünkü bazen mitoloji, gerçeğin kendisinden daha doğru anlatır bizi. Bu kez aklımda Narkissos vardı.
Narkissos olağanüstü güzellikte bir gençti. Onu gören herkes hayranlıkla bakar ama o kimseye dönüp bakmazdı. Kalbinde ne sevgi vardı ne merhamet; yalnızca kendi varlığının farkında olan, başkasını görmeyen bir bakış. Bir gün ormanda dolaşırken duru bir suyun kıyısına geldi. Yorgunluktan ve susuzluktan eğildiğinde, suyun yüzeyinde beliren bir yüz onu ansızın büyüledi.
O kadar güzeldi ki, kendi nefesinin varlığını unuttu. Gülümseyen o yüze seslendi, karşılık aldı; elini uzattı ama görüntü dağıldı ve yeniden belirdi. Nefesini tutarak bekledi, içini çeken bir özlemle baktı. Sonunda fark etti: gördüğü bir başkası değil, kendisiydi. Fakat bu farkındalık onu özgürleştirmedi, tam tersine zincire vurdu. “İşte sevdiğim bu,” dedi, “keşke kendimden uzaklaşabilsem.” Ama uzaklaşamadı. Gözlerini kendi suretinden ayıramadı; sanki yaşamak o görüntüye bakmaya bağlıydı. Günlerce suyun başından kalkmadı. Ve o yansımaya biraz daha yaklaşmak isterken suya düştü. Bir rivayete göre boğulmadan önce, suya son kez fısıldadı:
“Quod petis est nusquam; quod amas, avertere, perdes.”
“Aradığın şey hiçbir yerde değil; sevdiğin şey senden uzaklaştığında onu kaybedeceksin.”
Sabah olduğunda orada bir çiçek açmıştı: nergis. O günden beri bu çiçek, güzelliğin değil, yanılgının sembolü olarak anılır.
Narkissos’un hikayesi genellikle kibirle açıklanır. Oysa bana göre bu, kendini tanımakla kendini kaybetmek arasındaki ince çizgidir. İnsan hakikati görmek ister ama bakış uzadıkça görüntüyle gerçek birbirine karışır. Yansımaya bakan her varlık bir noktada kendini kaybeder; çünkü görüntü zamanla gerçeğin yerini alır. Aynada gördüğümüz biz değilizdir. Bu, ışığın bize oynadığı bir oyundur; zamanın donduğu, derinliği olmayan bir yüzey.
Kişi kendi yansımasını sevmez; ona inanır. Ve bu inanç en çok da gücü elinde tutanları büyüler. Çünkü güç, gerçeklikten uzaklaştıran en büyük aynadır. Ne kadar yükselirseniz, yansımanız o kadar büyür; suyun yüzeyi o kadar pürüzsüzleşir, eleştirel sesler o kadar uzaklaşır. Sonunda bakılan şey artık hakikat değil, sadece kendi imajıdır.
Bugünün dünyasında aynalar artık sudan değil, ekranlardan yapılma. Herkes kendini izliyor; herkes kendi yansımasının rehinesi. Sosyal medyanın göletleri, Narkissos’un suyundan daha büyülü, daha aldatıcı. Ama en tehlikeli aynaya iktidarlar bakar. Gücün aynasında görülen şey hakikat değil, imajdır; ışığını kendi yansımasından alan bir yanılsama. Devlet kendi yansımasını seyrettikçe ondan çekinmeye başlar. Her gölgeyi tehdit, her sesi düşman, her soruyu casusluk sayar. Çünkü o kusursuz görüntüyü korumanın tek yolu, suyu bulandırmaktır. Ve suyun bulanıklaşması herkesi etkiler: hem bakanı hem de bakılanı.
Bir ülke düşünün; suya bakıyor ama su artık bulanık. Her taş atıldığında görüntü biraz daha bozuluyor. Her suçlama, her dosya, her korku o yüzü biraz daha silikleştiriyor. Artık kimse kimin kim olduğunu seçemiyor. Devlet kendi yansımasından, halk kendi sesinden şüphe eder hale geliyor. Sessizlik bir güvenlik alanına dönüşüyor. Komşu komşuya bakarken “acaba?” diye düşünüyor; arkadaş arkadaşa “keşke bilseydim” diyor. Güven aşınıyor, toplumun dokusu inceliyor.
Oysa adalet, sessizlikten değil, berraklıktan doğar. Adalet suyun durulduğu yerde filizlenir. Eğer herkes herkesin düşmanı olarak görülürse, kimse kimsenin dostu olamaz. Eğer her yüz şüpheli sayılırsa, toplum yüzünü kaybeder.
Adalet suya benzer: Ne kadar bastırılırsa bastırılsın, sonunda yine durulur. Pislik dibe çöker, bulanıklık dağılır, gerçek yavaş yavaş kendini gösterir. O an geldiğinde su yeniden ayna olur. Kimin gerçekten kim olduğunu, kimin neye baktığını, kimin neden korktuğunu gösterir. Suyun berraklaşmasından korkanlar aslında kendilerinden korkarlar. Çünkü hakikat ortaya çıktığında, güç artık yansımayla değil, adaletle ölçülür.
Bugün o aynaya baktığımızda, yüzeydeki dalgalanmalar gerçeği gizlese de, suyun altında hep bir hareket vardır. Toplumların vicdanı da böyledir: bastırılsa da unutmaz, bulanıklaştırılsa da bir gün berraklaşır. Gerçek, en çok karanlığın içinden çıkar. Adaletin sesi, suyun dibi kadar derinden gelir.
Narkissos’un hikayesi güzelliğin değil, kendini kandırmanın hikayesidir. Bir insanın, bir toplumun, bir iktidarın en büyük yanılgısı budur: kendini görüp kendini tanımamak. Suya bakarken kendi suretini düşman sanmak, aynada gördüğü gölgeyle savaşmak, başkasını tehdit sayarken aslında kendi korkularından kaçmaktır.
Ama su unutmaz. Zamanı geldiğinde yeniden durulur. Ve o zaman hepimiz o aynaya yeniden bakarız. Bu kez belki daha berrak, belki daha cesur, belki daha adil.
İşte o an şu soru kaçınılmaz olur:
Biz gerçekten kimden korkuyorduk?
Başkalarından mı, yoksa kendi yüzümüzden mi?
Ve kendi yansımamıza baktığımızda, orada kimi bulacağız?
Narkissos’un son sözü şöyle anılır:
“Vale.”
“Elveda.”
Ovidius, Metamorfozlar
























Yorum Yazın