Hepimizin bildiği gibi, gündelik yaşamımızı yasal kurallar kadar, gelenekler ve hatta kural dışılık da belirler. Bu bağlamda, formel ve enformel kuralların gündelik yaşama yansıması yıllar süren deneyimle oluşur ve kaçınılmaz olarak değişir. Diğer taraftan özellikle toplumun haberdar olmadığı durumlarda, devlet-toplum ilişkilerini düzenleyen ve yasalarla ifade edilen formel kuralların benimsenip benimsenmeyeceği de zamanla anlaşılır. Toplum, bazı kuralları benimser, bazılarının rafa kaldırılmasına neden olur. Benimsemediği kurallara ise bazen susarak, bazen sivil itaatsizlik yaparak, bazen de isyan ederek karşı çıkar. Yolsuzluk ise, toplumsal olarak meşru kabul edilmeyen ancak, egemenlerin himayesinde bazılarına menfaat sağlayan kural dışılık anlamına gelir. Bu yazıya hazırlanırken, Bertold Brecht’in 1930 Almanya’sında kuralları zorbalıkla uygulayan faşist yönetimi eleştirmek için yazdığı Türkçe’ye “Kural ve Kural Dışı” diye çevrilen, Almancasının “İstisna ve Kural” (Die Ausnahme und die Regel) olduğunu yeni öğrendiğim, oyunu aklıma geldi. Doğrusu, son zamanlarda yaşadığımız günleri çoğu zaman o döneme benzetiyorum. Ne yazık ki, bugünlerde o dönemin yazarları kadar yetenekli yazarlara sahip değiliz. Bu oyunun Türkiye’de sayısız kere sahneye konulması ve sayısız kere kitap olarak yayınlanması etkisinin hala devam ettiğini de göstermekte. Burada, gençlik dönemimde çok kez izlediğim, o oyunu tekrar hatırlatmak istedim[1].
Son günlerde hukukla hukuk dışının kavgasını ya da alaturka maraton yarışını heyecanla izliyoruz. Bu yazıda, kısaca, yükselen muhalefeti “el pençe divan” durdurmak amacıyla sürdürülen bu sıkıcı gerilimin bana düşündürdüklerinden söz etmek istiyorum. Türkiye’de siyasal alanının kayırmacılık yarışına dönüştüğü ve yıllardır süren dönem bitmiş gibi görünüyor. Bildiğimiz gibi, otoriter popülizm, yakın bir döneme kadar, çok partili sistemi ve siyaset erbabını devlet/toplum ilişkisinde kayırmacılıkta aracılık görevi üstlenmeye mahkum etmişti. Siyaseti ideolojik yarıştan çok kayırmacılık yarışına dönüştüren bu sistem son dönemlerde, İslamcı siyasetin uygulamalarıyla kayırmacılığı merkezileştirdi ve tekeline aldı. İslamcı yönetim bu aşamada, formel hukuk kurallarını esneterek ya da değiştirerek, açıkça “düşmana sert, dosta esnek” uygulamalara başladı. Sonda söyleyeceğimi başta söylersem, bu durumun sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Bu beklenti için çok iyimser olmak gerekmiyor.
Konuyu baştan alırsak, çok partili sisteme geçildiğinden bu yana sert kuralları olan otoriter popülist siyaset, 1960 sonrasında hızlanan iç göçle kente gelen köylülerin kentlerde karşı karşıya kaldıkları konut ve iş bulma sorunlarını kendi kendilerine çözmeleri için kitlesel olarak kural dışına çıkmalarına göz yumdu. Bu dönemde, çok partili siyasette rol alan irili ufaklı partiler kendi ilişki ağlarına takılan seçmenlerin kuralsız konut yapma ve küçük çaplı vergisiz para kazanma faaliyetlerinin görmezden görülmesine aracılık etmişlerdi. Böylece, seçmenin çoğunluğunu oluşturmaya başlayan yeni kentli eski köylülerin yaygınlaşan kural dışılığı hem toplum, hem siyaset, hem de devlet tarafından uzun bir süre “meşru” kabul edildi ve kural dışılık yerleşik hale geldi.
Kentlerde kurulan ve kuralla kural dışının sembiyotik ilişki halinde yaşadığı yeni kentli yaşamın gecekondu alanlarıyla sınırlı kalmadığını ve bir süre sonra kentin bütününü kapsayan yeni bir yaşam biçimi haline geldiğini söylememiz gerekir. Kentlerde oluşan bu yeni hibrid yaşamın ekonominin neredeyse yüzde 40’ını kapsadığı o tarihlerde yapılan çalışmalarda tahmin edilmekteydi. Enformel ekonomi konusunda hem devletin hem de toplumun suskunluğu bu gizil ilişkilerin toplumsal ve kültürel yaşama etkilerinin anlaşılmasını da güçleştirmektedir. Devlet kurumları, siyasiler ve hatta akademik dünya bu konuya hala yokmuş muamelesi yapmaya devam ediyorlar.
Özellikle büyük kentlerde yaşayanların büyük kesimini etkilemiş olan bu hibrid yaşam; vergisiz kazanç, sigortasız işçi, güvencesiz ev hizmetçisi, çocuk işçi, yabancı işçi ve kentsel ranttan dolaylı ya da dolaysız yararlanma gibi farklı biçimlerde yaygınlaşmıştı. Daha çok güvene dayalı ilişkilerin egemen olduğu bu yeni yaşam biçiminin gelenekselin kentlerde yozlaşarak yeniden kurulması anlamına da geldiğini söyleyebiliriz. Kentlerdeki iş yaşamının birçok alanını kapsayan bu ekonomide faaliyet gösteren ve birbiriyle yarışan sayısız etnik/dinsel ilişki ağlarının da bu seçmen yatakları için birbiriyle yarışan irili ufaklı siyasal partilerin de varlığını biliyoruz. Sonuçta, 1990’lar sonrasında bu yarışı, İslamcı siyasal hareket kazanarak son yirmi yıla damgasını vurdu.
İslamcı yönetimin merkeze yerleşmesiyle oluşan yeni durumun yarattığı ve kendilerinin istemedikleri sonuçlardan biri, yerelde bıraktıkları göreli olarak güçsüz seçmenlerini ihmal etmek oldu.
YERELDEN MERKEZE GEÇİŞ
İslamcı kadrolar önce yerel yönetimlerde oy desteği almaya başladılar, bir süre sonra bu desteğin artmasıyla merkeze taşındılar. İslamcı kadroların merkeze taşınması onların pek de hakim olmadıkları çok farklı ve karmaşık meselelerle ilgilenmelerini gerektirdi. İslamcı yönetim böylece hem ulusal hem de küresel alanda kendine özgü ve karmaşık kuralları olan dünyaya adım attılar. Buradaki sorunların çözülmesinde yereldeki başarılarına yardımcı olan kuralsız ekonomi deneyimi yetersiz kaldı. Önce, sürekli olarak eylemlerinin ve kararlarının meşruiyetini sorgulayan bürokrasi ve teknokrasiyle başa çıkmaya çalıştılar. Bir anlamda bu yeni dünyada karşılaştıkları yeni ve karmaşık kurallar silsilesi onların enformel ekonomi için yeterli gördükleri “meşruiyet” anlayışının sınırlarını zorlamaya başladı. Sonuçta, enformel ekonominin işleyişinde yeterli görülen dayanışma ilişkileri ve bu ilişkilerde “liyakatin” yerine “sadakatin” yeğlenmesi yeni sorunlar yaratmaya başladı.
Bu sorunu yönetimde güçlendikçe bürokrasi ve teknokraside tasfiye uygulamaları çözmeye başladılar ve bürokrasideki kadroların niteliğinin değişmesine neden oldular. Sonuçta, ulusal ya da küresel formel ekonominin ihtiyaç duyduğu karmaşık teknik ve hukuki bilginin eksikliği, yönetimi daha yakından tanıdıkları inşaat ve istihraç sektörleriyle baş başa bıraktı. Böylece, Türkiye’de zaten fazla hukuki ve teknik bilgi gerektirmeyen inşaat sektörünü, kentsel rantın denetimini ve kazancını merkeze çektiler. Kırsal alanlarda ise, yabancı firmaların da ilgi gösterdiği madencilik ve enerji sektörlerinin yani istihraç sektörünün önünü açan idari kararlar aldılar ve böylece köylülerin kullanım hakkına sahip olduğu alanları yavaş yavaş ellerinden almaya başladılar. Bu sektörlerin küresel ekonomiyle eklemlenmesinin hukuki ve teknik altyapısını kurma işini ise yabancı şirketlerin ve yabancı pazarlamacıların danışmanlığında yürüttüler. Böylece bu iki sektör ulusal sanayi ve hizmet sektörlerinin aleyhine hızla büyüdü ve bazıları hızla zenginleşti.
İslamcı yönetimin merkeze yerleşmesiyle oluşan yeni durumun yarattığı ve kendilerinin istemedikleri sonuçlardan biri, yerelde bıraktıkları göreli olarak güçsüz seçmenlerini ihmal etmek oldu. Bilindiği üzere, geçmişte yerelde yaptıkları uygulamalar hem kendi seçmenlerinin hem de kendi seçmenlerinden daha geniş bir kitlenin enformel ekonomiden, kentsel ranttan ve inşaat faaliyetlerinden az ya da çok faydalanmalarını sağlıyordu. İslamcı cemaat mensupları, öteden beri, elde edilen her türlü kazancın vergisiz olup olmamasıyla ilgili değildi. Ben o dönemlerde yaptığım araştırmalar sırasında da eski köylülerin dolaysız vergi verme alışkanlıkları olmadığını, İslamcı söylemde de “dinsiz” devlete vergi vermenin hoş karşılanmadığını gözlemlemiştim. İslamcı cemaatler kendi kazançlarının meşruiyetini sağlamak için “tanrı vergisi” olarak kabul ettikleri hayır işlerini yeterli görüyorlardı. Yeni zenginleşen İslamcı kesimler, önce cami cemaati aracılığıyla yoksullara fitre, zekat ve sadaka vererek kazançlarını bu anlayışa göre meşrulaştırmaya çalıştılar. Bir süre sonra yeni zenginleşen iş adamları ve siyasetçilerin kazançlarının artması onların yaptığı “hayır işlerini” de umulmadık bir biçimde arttırdı. Hatta o kadar ki, bu hayır işleri bir süre sonra devletin formel vergi sistemi ve formel sosyal politika kurumlarıyla rekabet edecek derecede büyüdü. Bir süre sonra da büyük bağışlar vakıflar yoluyla kurumsallaştı. Sonunda, İslamcı yönetim merkezde olmanın en önemli avantajı olan yasama gücüyle kuralsızlığı kural haline dönüştürme olanağını yoğun olarak kullanmaya başladı ve böylece yeni zenginleşen sektörleri resmen vergiden muaf kılma olanağına kavuştu.
İster sol, ister liberal, ister muhafazakâr, ister milliyetçi olsun, son otuz yılımızı belirleyen inşaat ve istihraç ekonomisinin yapısal sorunlarını gündeme getiren ve bunun yarattığı tahribatın önlenmesinin yollarını arayan siyasal partinin olmayışına hayret ediyorum.
İNŞAAT VE İSTİHRAÇ EKONOMİSİ
Meşruiyeti “helal-haram” açısından sınayan bu ilişki ağlarıyla, meşruiyeti formel ve seküler kurallarda arayanlar arasında önemli bir görüş farkı olduğu ve bu görüş farkının gün geçtikçe daha da büyüdüğü ve belirleyici olmaya başladığı açıktır. İçe kapalı yaşama geleneğine sahip olan ve “ser verip sır vermemeyi” meziyet kabul eden bu anlayışı, dışarda kalanlar benimsemedi. Dışarda kalanlar için “sadakat”, “kayırmacılık”; “cemaat ya da aileye aktarılan kazançlar”, “rüşvet” ya da “yağma”; “himayecilik” ise “al gülüm ver gülüm” anlamına gelmeye başladı. İslamcı yönetimin merkeze ulaştıktan sonra uyguladığı yeni vergi politikası ise toplumda yeni bir algılamanın başlamasına da neden oldu. Onlara göre toplum artık iki katmana ayrılmıştı: Vergi verenler ve vergi vermeyenler.
İslamcı yönetimin kural koymasını sağlayan yasama yetkisini ele geçirmesinden sonra yarattığı sorunlar yazmakla bitmez. Hukuk gibi çok bilgi birikimi isteyen bir alandan habersiz olan kadroların, bazıları iyi niyetle bile olsa, deneme yanılma yoluyla hukuk üretmelerinin sonuçlarını uzun bir dönemdir yaşamaktayız. Kurallarda keyfi değişiklikler yapılmasının bir sonucunun da yasama gücüne sahip meclisin bir anlamda kayırmacı ilişkileri kollayan yasa yapım makinesi haline dönüşmesi oldu. Bu “yeni” yasama faaliyetleri bir taraftan istihraç-inşaat ekonomisi gibi çevreyi, doğayı tahrip eden faaliyetlerin ölçeğini büyüttü, diğer taraftan bu alanda elde edilen kazançların iktidara yakın siyasetçilerin ve yandaşların etrafında yoğunlaşmasına ya da tekeline almasına neden oldu.
İnşaat ve istihraç ekonomisinin ölçeğini büyüten kazancını göreli olarak küçük bir grubun elinde yoğunlaştıran bu yeni dönemde bir zamanlar toplumun büyük bir kesiminin memnuniyetle katıldığı kentsel rant paylaşımı kitlelerin elinden alınmış oldu. Diğer taraftan, bu yönetimin liyakate yeterli değer vermemesinin bir sonucu da, isteseler de, talepleri farklılaşan gruplar lehine formel düzenlemeler yapmalarının mümkün olmaması oldu. Bu durum da iktidara olan desteğin yavaş yavaş sönmesine yol açtı.
Bu durumun muhalefet partilerine etkisi ise çok farklı oldu. Uzun bir süredir söylemde farklı, eylemde benzer olmaya alışmış irili ufaklı farklı siyasal partilerin elinden kayırmacılık olanaklarının alınması onların marjinalleşmesine neden olmuştur. Özellikle, muhalefet partilerinin meclis faaliyetlerindeki etkisinin neredeyse yok olması, dışarda kalan siyasal partilerin yöneticilerini yeniden düşünmeye, yeniden örgütlenmeye ve yeniden yapılanmaya sevk etmiştir. Bu durum, aynı zamanda “yeni tür kurallı” yönetimin yarattığı eşitsizliklerin gündeme gelmesine ve mevcut otoriter popülizmin yapısal etkilerinin sorgulanmasına vesile olmuştur. Ama ben hala, ister sol, ister liberal, ister muhafazakâr, ister milliyetçi olsun, son otuz yılımızı belirleyen inşaat ve istihraç ekonomisinin yapısal sorunlarını gündeme getiren ve bunun yarattığı tahribatın önlenmesinin yollarını arayan siyasal partinin olmayışına hayret ediyorum. Umarım bu yeni arayış kayırmacılığı sona erdiren ve demokratikleşmeye doğru gidişin yollarını açan yeni bir fırsat penceresinin açılmasına vesile olur. Bu arada, diğer sorunların yanı sıra her siyasal parti kendi ideolojik yaklaşımıyla bu inşaat ve istihraç ekonomisinin yarattığı tahribatı gündeme getiren ve çözüm üreten siyasal çözümleri de aralarında tartışırlar.
Bu yazıyı, Bertold Brecht’in “Kural ve Kuraldışı” oyunundaki son dizelerle bitirmek istiyorum.
“Ve bir de buluruz
kurallara saklı aşırıyı/
buluruz çaresini”
[*] Bu yazının ilk versiyonu, İstanbul Bir Kervansaray (mı)?, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları ,2015, (S: 395-403), kitabında yayınlanmıştı.
[2] Bu oyun Çin oyunundan ilhamla Brecht’in yazdığı zorlu bir yolculuk öyküsü hakkındadır. Bu yolculuk, tüccar, rehber ve hamal arasında geçer, yol zorlaştıkça, tüccar önce rehberini kovar, sonra suları kalmayınca hamalla aralarında gerilim başlar….




























Cokaydınlatıcı bir yazı, kutlarım
Mete Tapan
25-09-2025 12:14