Timur sıklıkla dile getirilmeyen başka bir Doğu-Batı farkını da hatırlatır. Batı’da burjuvalar, kralla asillere karşı iş birliği halinde yüksek yönetim mevkilerini ele geçirerek devlet aygıtının rasyonel bir biçimde gelişmesini sağlamışlardı. Osmanlı Devletinde özerk belediyeler benzer rolleri olmamıştı.
“Günümüzdeki demokrasi ne kadar ‘gerçek demokrasi’ ise, XIX. yüzyıl Osmanlı reformları da o kadar ‘gerçek reform’ oldukları kanısına vardım. Bu yüzden bugünkü siyasal rejimimizin hışmına uğrayan ve fikirleri yüzünden şu veya bu şekilde kamu hayatından dışlanan birçok aydınımızın, Osmanlı reformları konusundaki övücü tutumları bana garip bir çelişki olarak göründü… Osmanlı Devletini benimseyen ve öven tek ulus biz Türkler olmuşuzdur. Bu durum ise, bazı sosyo-ekonomik nedenlerle, uluslararası plandaki yerimizi gerçekçi bir biçimde anlamakta bir takım güçlükler çıkarmıştır.”
Bu satırlar, Osmanlı tarihiyle ilgili pek çok çalışması bulunan Taner Timur’un 1987 yazdığı bir önsözden.[1] Bu paragraf konusunda çok şey söylenebilir. En başta, aradan kırk kadar yıl geçmesine karşın hala “fikirleri yüzünden kamu hayatından dışlanan aydınların” var olması, “demokrasi amaçlı reformlar” konusunda bir şeylerin, en azından Batı dünyasına kıyasla, hep sorunlu olduğu geliyor akla. Osmanlı geçmişin “övülmesi” başka bir sorunun işareti: Eleştiriye kapalı bir tarih okumasının ifadesi. T. Timur’a göre bu “garip çelişki” aydınlarımızın da bir tutumudur ve Türkiye’yi “uluslararası planda” güç durumda bırakmaktadır. Τ. Timur’un bu tür “eleştirel” görüşlerinin bazı tepkilere neden olacağı kaçınılmazdır; çünkü böyle bir yaklaşımla Şerif Mardin’in “tabu” dediği alana yaklaşmış oluyoruz: Milli anlatıyla ve kimlikle ilişkili uyumsuzlukların alanına.
Taner Timur çalışmalarında “Türk milliyetçiliği” konusunu da etraflı bir biçimde işlemekte ama burada, doğrudan değil, dolaylı bir biçimde ele aldığı “Osmanlı ve başarısız modernleşmesi” konusuyla sınırlı kalacağım.
Günümüzde “eleştirel” ve analitik düşünceyle, “milliyetçi” paradigmayı bir arada bulundurmak pek olanaklı değil. İlle de bir arada olmasına çalışıldığında ise, yukarıda sözü edilen “garip çelişkiler” yaşanıyor. Basit bir nedenden dolayı: 1960’lardan sonra milliyetçi paradigma “halkların doğal durumu” değil, tarihsel, yani başı ve sonu olan bir ideoloji olarak ele alınmakta ve bu ideolojinin, “kendini” tanımladığından çok farklı olduğu kabul edilmektedir - ve eleştirilmektedir. Yani bu ideoloji eleştirel düşüncenin nesnesidir. Özellikle 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan milliyetçiliğin son versiyonu, Aydınlanma dönemindeki milli hareketlerden, amaç ve pratik açısından çok farklıdır.
Ayrıca “eleştirel” yaklaşım konusunda yanlış bir anlama da var. Hasmımızı, düşmanımızı, kısacası sevmediklerimizi eleştirmek metot olarak Adem ve Havva’dan beri var! Adem Havva’yı, Havva yılanı, Allah de hepsini yanlışları için “eleştirdi”. Yakın tarihte sözü edilen “eleştirel düşünce” farklı bir şeydir: Kendimize ve inançlarımıza dönük kuşkucu, tabuları kurcalayan, her yazılan ve söyleneni, temel inançları yeniden sorgulayan düşünce biçimidir. Eleştiri “kendimizedir”, “bizimkileredir”, “bizimle ilgili bir alanadır”; “ötekine” değildir. Örneğin, ırkçılık eleştirilecekse, bizimle ilgili olmayan milletlerden söz etmek eleştirel düşünce değildir; yüzyıllardır uygulanan bir yaklaşımdır, “ötekini” eleştirmektir; eleştirel düşünce, ırkçılığı kendimizde aramakla başlar. Yani “eleştirel düşünce” ne huzur vericidir ne de toplumca kolayca kabul görebilir. Bu yüzden yaygın bir düşünce biçimi de değildir.
Bu konuda hassas bir nokta bulunmakta. “Kendimizi” eleştirince, düşmanlarımızın safında görünebiliriz, hatta öyle görünürüz. “Ötekiler” bizi eleştirir; bizden birileri de yeniden bizi eleştiriyor! Böyle davrananı hasım/düşman saflarında görmek çok “normal”! Tabu alan işte bu alandır. Milli paradigma içinde inanç olarak yaşananlar sorgulandığında ve farklı bir görüş dile getirildiğinde, “milli bütünlüğün” dışında çıkılır. Ama bu “dış dünya”, hasım/düşmanın dünyasına da benzer. Bu tabu alanı seçenlerin “hain, düşman, işbirlikçi, satılmış” gibi sıfatlarla nitelenmeleri ve düşman sayılmaları eleştirel düşünceye uzak kalanların kaçınılmaz yaklaşımıdır. Ve tabii böyle bir ortamda eleştiri düşünce yüreklendirilmez, toplum içince kolay barınamaz, var olamaz, düşünce tabuya dönüşür.
Düşmanın haksız, önyargılı, abartılı eleştirisi ile, eleştirel düşüncenin (analitik) eleştirisini ayırt etmek olanaklı mıdır? Olanaklıdır ama kolay değildir. Eleştirel düşünceye sahip olmayanlar doğal olarak iki farklı yaklaşımı ayırt edemezler. Eleştiri=kötü niyet formülü hep geçerli olacaktır. Ama olaya farklı bir açıdan baktığımızda başka zorluklarla da karşılaşırız. Kimi zaman “eleştirel düşünce” adı altında kötü niyetli, önyargılı hatta düşmanca yaklaşımlar gizlenmiş olabilir. Hatta bu eleştiriyi dile getiren bu yaptığının bilincince bile olmayabilir. Durum o bildik fıkra gibidir: “İki şeyi sevmem” demiş, “biri ırkçılıktır, ikincisi Yahudilerdir”! Düşman eleştirir, ama her eleştiren düşman değildir, Aristo mantığına göre. Yani, bu konular biraz karmaşıktır ve en iyisi milliyetçi paranoyadan uzak kalıp, bir yanılma riski de alarak, etrafta fazla düşman görmemektir!
Batı’da Orta Çağdan önce merkezi imparatorluklar yok olunca, bağımsız küçük üniteler (şehirler, feodal güçler) farlılıklardan doğan bir dinamizm içinden kalkınmanın temelini oluşturdular. Taner Timur da bunu savunur gibidir.
Taner Timur söz konusu olunca bu girişi gerekli gördüm. Konumuza dönebiliriz. Taner Timur “neden kalkınamadık” sorusuna değil, “Batı ile farklarımız nedir” problematiğine odaklanmış sayılır. Genellikle farkları gösterip sonucu okura bırakır gibidir. Ancak kimi gözlemlerini sunarken bu araştırmacıya haksızlık ediyor duygusunu yaşadığımı da peşin söyleyeyim: Zengin, derinlemesine ve çok orijinal incelemelerini birkaç paragrafla özetlemem vicdanî rahatsızlık kaynağıdır. Çaresiz seçtiklerimle yetineceğim. Osmanlı Kimliği kitabından başlayarak. [2]
“Bir kriz içinde bulunuyoruz ve bunu bir kültür krizi, bir kimlik sorunu olarak yaşıyoruz. Evrensel tarih içindeki yerimizi ve hangi uygarlığa mensup olduğumuzu, kendi kendimizi ikna edecek ölçüde ortaya koymuş değiliz. Gözlerimizi geçmişe çeviriyor ve tarihimizle hesaplaşmaya çalışıyoruz” (s. 14). “Türk milliyetçiliği tarihi bir olgu olarak bir reaksiyon şeklinde ortay açıkmış ve bu yüzden daima Batı’ya karşı bir şüphe ve antipatiyi sinesinde barındırmıştır… Ne var ki bizim Batı’ya karşı duygusal tavrımız tüm düşünce yapımızı ve uygarlık kavgamızı etkilemektedir. Çünkü batılıların bir “Doğululaşma” davası yoktur … [ama biz] Türklerin bir ‘batılılaşma’ davamız vardır. Oysa Batı’ya karşı İslam’dan milliyetçiliğe, milliyetçilikten de günümüze devredilen duygusal direnmemiz, bu sorunun sağlıklı bir biçimde düşünülmesini ve tartışılmasına engel olmaktadır… Kısaca, aydınlarımız arasında Batı’yı sevmek; hele bunu ifade etmek utanılacak bir şeydir” (s. 17-18).
T. Timur bu kitabında, Osmanlının geri kalmışlığını araştırmacıların genellikle iki eksende ele aldıklarını, kimileri, alt veya üst yapılar anlamında, ekonomiye veya kültürel alanlara ağırlık verdiklerini anlatır. Bu bağlamda çeşitli örneklerle Osmanlı düzenin Batı’dakilerden farklılıkları hatırlatır. Doğudaki Osmanlı toplumunda kapitalist gelişmeler gecikmiştir veya eksik kalmıştır, Doğu’da “aydın” denen (alim, ulema, münevver) öncü kişiler Batı’dakiler gibi “bağımsız” olmadıklarını, batıdaki okulların daha yaratıcı olduklarını, Batı’da eski “bilimlerin” yeni yorumlarının oluştuğunu ama Osmanlının bu alanda geri kaldığını ve Rönesans’ı yaşamadığını anlatmakta ve alt/üst yapılar konusunda şöyle demektedir: “Kısaca, Osmanlılarda iktisadi gerikalışla, kültürel gerikalış aynı toplumsal evrimin iki ayrı görünüşüdür” (s. 105-119). Osmanlı Çalışmaları başlıklı kitabında daha ayrıntılı açıklamalar buluyoruz:
“Her şeyden önce Osmanlı merkeziyetçiliğinin, Batı’da feodalizmin çözülmesinden sonra kurulan mutlak monarşilerden bazı farkları olduğunu unutmamak gerekir. Batı’da mutlak monarşiler, şehirlerde ve belediye özerklikleri içinde gelişen burjuva sınıflarının desteği ile gerçekleşmiş ve modern bir bütçeyle devamlı ordulara ancak bu ortamda kavuşabilmişlerdir. Oysa Osmanlılarda merkeziyetçi görünümü sağlayan mekanizmalar farklı niteliktedirler. Bu farklılığı oluşturan en önemli unsurlardan biri Osmanlı yönetici zümresinin heterojen yapısıydı… Batı’da Osmanlı tipi bir merkeziyetçiliği sağlamak iddiasında olan kurum Papalık olmuştu. Ne var ki, bir yanda reform hareketi, öte yanda ‘ulusal’ kiliselerin (Anglikanizm, Galikanizm, v.b.) özerklik çabaları ve sonunda bağımsızlıklarını elde etmeleri [bunu engellemiştir]… Oysa Müslüman kadrolarla, çoğunluğu Hristiyan bir imparatorluğu ayakta tutmak ve yönetmek mümkün olmadığı için, devşirme sistemi ile ve diğer sistemlerle Hristiyan nüfustan devamlı takviye almak zorunda kalınmıştır… Bu karmaşık yapıda … Batılı anlamda birleştirici bir ‘burjuvazi’ doğmamıştır.” (s. 33-34).
“Osmanlı toplumunda da bir evrim sonucu tımar sisteminin klasik bir feodalizme dönüşmesi mümkündü. Fakat yönetici oligarşinin ‘cihat’ esprisini canlı tutabilmesi, kazanılan savaşların sağladığı çıkarlar ve bir merkezi ordu teşekkülüyle belli bir kontrol mekanizmasının kurulması böyle bir evrimi engelleyen başlıca faktörler oldular” (s. 38).
“Batı Avrupa, feodalizm denince asıl akla gelen dağınık ve ademi-merkeziyetçi senyörlükler siteminden uzaklaşarak mutlak monarşilere dönüşürken, Osmanlı toplumu tam tersine ‘mutlak monarşi’ görünümündeki rejimini artık koruyamamakta ve feodal monarşilere benzeyen bir nitelik kazanmaktadır” (s.57).
“Batı’da şehirlerin özerk bir statü kazanmaları… burjuvazinin XV. ve XVI. yüzyıllardan itibaren oluşmasına yol açmıştır… Oysa Osmanlı İmparatorluğu gibi eski tip devlet yapılarında sultan ve yüksek yöneticiler başkent ve diğer büyük şehirlerde oturdukları için şehirlerin özerkliği söz konusu olmamış ve bu yönde öncü olabilecek korporatif örgütler daima kontrol altında tutulmuşlardır” (s. 61).
4 Ocak 2025 tarihinde Yeni Arayış’ta, Fernand Braudel’in çalışmalarına dayanarak Batı’nın nasıl oldu da “birden” kalkındığını (Rönesans, Aydınlanma, Endüstri Devrimi ile) ve dolayısıyla dünyanın geri kalanının neden “geri kalmış” göründüğünü anlatmaya çalıştım. Braudel’in modeline sıklıkla değineceğim, çünkü farklı araştırmacılarca sunulan bulgular bu tezi doğrular gibidir. Özet olarak bu tez şöyle: Batı’da Orta Çağdan önce merkezi imparatorluklar yok olunca, bağımsız küçük üniteler (şehirler, feodal güçler) farlılıklardan doğan bir dinamizm içinden kalkınmanın temelini oluşturdular. Taner Timur da bunu savunur gibidir. Özetlersem:
Batı’da monarşiler, şehirlerde ve belediye özerklikleri içinde gelişen burjuva sınıflarınca oluşmuş, oysa Osmanlılarda merkeziyetçilik bu gelişmeye fırsat vermemiştir. Batı Avrupa feodalizm dağınık ve ademi-merkeziyetçi senyörlükler sistemiydi; Osmanlı toplumu “tam tersine” bir yol izlemiştir. “Batı’da şehirlerin özerk bir statü kazanmaları… burjuvazinin XV. ve XVI. yüzyıllardan itibaren oluşmasına yol açmıştır…
Taner Timur “alt veya üst” yapı, veya “ekonomi veya kültür” konularına girip gelişmelerin nedenlerin temelde ne olukları tartışmaların dışında kalmaya çalışmış gibidir; basit bir cümle kurarak: “iktisadi gerikalışla, kültürel gerikalış aynı toplumsal evrimin iki ayrı görünüşüdür”. Ve gelişmelerin seyrini hem çok eskilerden başlatmakta, hem de “nedenleri” Osmanlı toplumunun özelliklerinde aramaktadır. Geri kalmışlığın nedenleri ne “dış güçlerle” ne “ötekilerle” ne de “yeteneksiz idarecilerle” ilişkilendirilmektedir. Nedenler toplumsal yapıdadır. Dış etkenler olayları hızlandırmakta ama belirlememektedirler.
Çok sık kullanılan “kötü yöneticiler” anlayışı da bir açıklama gerektirmektedir. Yöneticiler toplumun içinden çıkar ve “kötü” yöneticiler sıklıkla karşımıza çıkıyorsa bunun toplumsal bir nedeni olmalı. Başka türlü söylersek, her toplum yaşadığı evresine uygun yöneticileri olur. Rastlantısal olarak iyi veya kötü yöneticiler olabilir, ama bunlar büyük tarihî evrelerin temel nedeni olamazlar. Toplumların alınyazısını rastlantılar belirlemez. “Başarısız ve yeteneksiz yöneticiler” söylemi aslında tam da bunu yadsımak için kullanılıyor gibidir. Yani, demek isteniyor ki, “biz” bu geri kalmışlığın temel nedeni, öznesi, sorumlusu değiliz; yeteneksiz bazı yöneticilerdir asıl neden”! Bu söylem “biz-yöneticiler” karşıtlığını kurarak “biz” tarafını, yani toplumu, halkı, milleti vb. aklar gibidir. Yöneticiler, dış güçler, iç düşmanlar, tesadüfler, hainler söylemiyle tarihî gelişmeleri açıklamak, bir savunma mekanizması uygulamasıdır. Toplumbilimsel gerçekliği kabul etmemenin en sıradan yoludur.
Taner Timur Doğu ile Batı’yı kıyaslarken paradoks dediği bir durumdan da söz eder. Kanuni döneminde Osmanlı yörelerini ziyaret eden batılı bir gezginin (Busbec) gözlemlerinden söz eder. Dönem Batı’da feodal ilişkilerin çözüldüğü ve kapitalist birikimin başladığı yıllardı. Gezgin şunları yazar: “Türkiye’de dilencilerin sayısı Avrupa’da olduğundan çok daha az… Bizdeki sokaklarda olan dilenciler Türkiye’de olsaydı bir işte çalışırlardı”. XIX. yüzyılın ortasında da başka bir gezgin de (Urquarth) Osmanlı topraklarında sefaletin var olmadığı söyler. “Bir Kastilya köyü Türkiye’nin en fakir kısmından yüz defa daha sefildir”. Ve T. Timur’un yorumu:
“Burada Osmanlı klasik çağın batıyla karşılaştırırken önemli bir sorunla karşılaşıyoruz. Kapitalist birikim içine girmiş batı, bir bakıma çok daha zengin, fakat sınıf sömürüsünün yüksek oluşu dolayısıyla sefaletin de daha yaygın olduğu bir aşamadadır. Burada ‘uygarlık paradoksu’ olarak nitelenebilecek durumla karşı karşıyayız. Batı, ‘uygarlık” açısından olduğu gibi, sömürü bakımından da çok daha ilerdedir.[3] Kısaca bu çağda Osmanlı toplumuyla batının karşılaştırılması, uygarlığın nasıl yoğun sınıf sömürüsüyle bir arada olduğunu sergilemektedir. Bu açıdan Osmanlı devleti, ‘kerim devlet’ olarak görünmektedir. Oysa aynı devlet nüfusun büyük çoğunluğunu komünal-patriyarkal ilişkilerin ilkel sınırları içinde tutarak ve köyleri sadece vergi ve asker rezervleri gibi kabul ederek tarihin akışına ters düşmekte ve tutucu ‘ceberrut’ devlet niteliğine bürünmektedir… Türkiye’deki son yıllardaki ‘asya tipi üretim biçimi’ tartışmalarında sorun çoğu kez Osmanlı ideolojisinin homojenliği içinde ele alındığı ve üretim biçimlerindeki çeşitlilik vurgulanmadığı için, bu tür çözümlemeler fazla ikna edici görünmemiştir.”[4]
T. Timur pek sıklıkla dile getirilmeyen başka bir Doğu-Batı farkını da hatırlatır. Batı’da burjuvalar, kralla asillere karşı iş birliği halinde yüksek yönetim mevkilerini ele geçirerek devlet aygıtının rasyonel bir biçimde gelişmesini sağlamışlardı. Osmanlı Devletinde özerk belediyeler benzer rolleri olmamıştı. Oysa
“başta İstanbul olmak üzere Osmanlı Devleti’nin büyük şehirlerinde büyük tüccarlardan ve sarraflardan oluşan ve önemli bir parasal sermayeyi elinden tutan bir ‘burjuvazi’ vardı. Fakat büyük çoğunluğu itibarıyla Müslüman olmayan bu burjuvazi, ‘zimmi’ statüsüyle devlet aygıtına katılmamış ve XIX. yüzyılın reformlarına rağmen hiçbir zaman tam hisseli vatandaş haline gelememiştir. Batı’da böyle bir sorun Yahudiler’le ilgili olarak ortaya çıkmıştı. Fransız İhtilalinden sonra Batı’da Yahudiler tüm haklara sahip vatandaş haline gelmişler ve güvenlik içinde Batı kapitalizminin gelişimine katkıda bulunmuşlardır… Batı’da temel gelişim, hukukî alanda tam bir laiklik tabanına oturmuş ve özel mülkiyet garanti altına alınmıştır. Osmanlı Devleti ise, padişah fermanlarıyla ile yürütülen ve hiçbir sosyal garantisi olmayan ‘reform’larıyla Çarlık Rusya’nın bile çok gerisinde kalmıştı.”[5]
T. Timur, sermaye birikimi ve kalkınma konularını, gayri-müslimlerle ilişkilendirerek olayı günümüzdeki etkilerinden de söz etmektedir. Azınlıkların durumunu “Osmanlı İmparatorluğunun yapısı ve çözülme süreci ile ilgili doğal bir sonucu” olarak görmektedir. Bu konuda bir alıntıyla ve son değerlendirmeleri başka bir yazıya bırakarak yazıyı noktalıyorum.
“Türk Devrimi kapitalizmi geliştirmekte çıkarı olan sınıflara dayandığı halde, bu sınıflar içinde ticaret burjuvazisi özel bir yer işgal ediyordu. Rejimin milliyetçi karakteri, fakat büyük tüccarların çoğunlukta Müslüman olmayışları, sermaye birikiminde olumsuz etkiler yapmış olabilir. Atatürk döneminde bunlar nisbi bir güvenlik içinde olmalarına rağmen hiçbir zaman da tam olarak topluma bağlanamamışlardır. Varlık Vergisi, bu güvensizlik duygusunu hem haklı çıkarmış, hem de körüklemiştir. Bunun sonucu olarak … gerek CHP, gerekse DP, savaş sonunda aşırı liberal bir programda birleşmelerine rağmen, bunların güvenlerini tam olarak kazanamamışlardır. Böylece azınlıklarda biriken sermaye, çoğu kez kısa zamanda çok kâr getiren spekülatif alanlara yatırılmış, kısmen de yurt dışına kaçmıştır… Etnik ve ideolojik etkenlerin de kapitalist gelişmeyi yavaşlatıcı yönde rol oynadığı kanısındayım”.[6]
---
[1] Timur, Taner. Osmanlı Çalışmaları, İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, İstanbul: V Yayınları, 1989, s. 5.
[2] Timur, Taner. Osmanlı Kimliği, İstanbul: Hil Yayınları, 1986.
[3] Yazar “sömürü” kavramını kullanması Marksist bir modeli izlemesindendir. Ama amacımız açısından ‘model’ önemli değildir; önemli olan Doğu ile Batı arasındaki söz konusu sınıf farkları, eşitsizlikler ve halkların hayat standardıdır.
[4] Timur, Taner. Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara: Turhan Kitabevi, 1979. (s. 244-245)
[5] Osmanlı Çalışmaları, s. 62
[6] Timur, Taner. Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi, 1994, (s. 189)

Yorum Yazın