Bir şehrin nabzı meydanlarında atar, sokaklarında hızlanır, kalabalıklarında çoğalır; ama bir şehrin ne yaşadığını anlamak istiyorsanız, nabzına değil yarasına bakmanız gerekir. Çünkü kentler, acılarını en çok terk edilmiş bölgelerinde taşır. Çöküntü alanı denen boşalmış bölgeler, yalnızca yıkılmış binaların değil; yarım kalmış hayatların, ötelenmiş sınıfların, görmezden gelinmiş toplumsal hikâyelerin mekânıdır. Ve her şehir, en çok bu yaralarından okunur.
Çöküntü alanı, bir kentin başarısızlığı değil; bir kentin itirafıdır. Yıkılmış binalar, çürüyen duvarlar, otlarla kaplanmış boş arsalar, ne olduğuna dair hiçbir açıklama yapılmayan kapatılmış sokaklar… Bunlar bir şehrin “unutulmuşluk değil, unutturulmuşluk” alanlarıdır. Bir yer ancak terk edilirse çürür; ama çürümeye bırakılıyorsa, bu politika kokar. Kent, bu alanlara bakarak kendini ele verir: Hangi sınıfları dışarıda bıraktığını, hangi bölgelerden vazgeçtiğini, hangi toplulukların yaşamasına göz yumduğunu ve hangilerinin görünmez kılındığını.
Bir çöküntü alanına baktığınızda yalnızca bir yapı değil; bütün bir kentsel hafıza dökülür ortaya. Yoksulluğun izleri duvar aralarına sıkışmışsa, göçün izi kapı eşiklerinde duruyorsa, deprem sonrası açığa çıkan boşluklarda hâlâ bir evin kokusu kalmışsa orası sadece mekân değildir; travmanın topografyasıdır. Kent, travmalarını asfaltla örtmeye çalışır; ama çöküntü alanları her şehrin en inatçı yaralarıdır. Üzerine beton dökülse bile izleri kolay kolay kapanmaz, çünkü yara yalnızca bedende değil, hafızadadır.
Çöküntü alanlarının sosyolojisi, bir şehrin sınıf düzenini çıplak biçimde dışa vurur. Bu bölgeler çoğu zaman kentin merkezine yakın ama hayatın merkezinden uzak tutulmuş alanlardır. Ne tam yoksuldur ne de tam varlıklı ne tam terk edilmiştir ne de gerçekten sahiplenilmiştir. Bu arada kalmışlık, onu kentin en tehlikeli aynasına dönüştürür. Çünkü burada kent kendi çelişkilerini görmek zorunda kalır: bir yanda parlayan rezidanslar, diğer yanda penceresi olmayan gecekondular; bir yanda dönüşüm vaadi, diğer yanda yıllardır değişmeyen belirsizlik. Çöküntü alanı, şehrin simetrisinin bozulduğu, eşitsizliğin çerçeveden taştığı yerdir.
Bu bölgeler çoğu zaman “kentsel dönüşüm” söylemiyle gündeme gelir, ama dönüşmeyen asıl şey sosyal yapıdır. Bir bölgeyi yıkmak onu iyileştirmez; yalnızca kimliksizleştirir. Çöküntü alanlarının en büyük trajedisi, mekânın değil insanın görünmezleşmesidir. O sokaklarda oynayan çocukların sesini, evlerin içinden sızan yemek kokularını, yıllardır aynı köşede oturan yaşlıların hikâyelerini şehir artık duymaz. Kent, yara izini yalnızca fiziksel olarak değil, duygusal olarak da kaybeder. Bir bölge dönüşmeden önce “boşaltılır”, yani hafızası sökülür.
Kimi zaman bu alanlar ekonomik gerekçelerle ihmal edilir; kimi zaman rantın uygun zamanı beklenir, kimi zaman da siyasal sonuçları öngörülemediği için “askıda” bırakılır. Çöküntü alanlarını yaratan şey çoğu zaman yoksulluk değildir; yoksulluğun yönetimidir. Çünkü yoksulluğun nerede duracağını şehir belirler. Kentin zengin bölgeleri nasıl planlanarak parlatılıyorsa, çöküntü alanları da planlanarak ihmal edilir. İhmal rastlantı değildir: mekânsal eşitsizlik bir tercihtir.
Çöküntü alanlarının bir başka sessiz gerçeği daha vardır: bir şehirde en çok suçlanan yerler çoğu zaman en çok unutulanlardır. “Tehlikeli bölge” denilen yerlerin çoğu aslında kaderine terk edilmiş mahallelerdir. Kamu hizmeti ulaşmaz, belediye bakım yapmaz, aydınlatma yetersizdir, sokaklar izole edilir. Bu izolasyon fiziksel olduğu kadar sosyaldir. İnsanlar birbirlerine ulaşamaz, devlet halka ulaşamaz, şehir kendine ulaşamaz. Oysa tehlikeyi yaratan çoğu zaman mekânsal şartlardır; yani suç, çoğu zaman mimari bir sonuçtur.
Bu yaraları iyileştirmek betonla değil, adaletle mümkündür. Bir çöküntü alanı yeniden düzenlenebilir, ama asıl mesele o bölgenin sakinlerinin kent içinde yeniden konumlandırılmasıdır. Çünkü bir şehrin iyileşme kapasitesi yaralı bölgelerine verdiği değerle ölçülür. Bir yer gerçekten iyileşiyorsa, o iyileşme yeni bir bina dikmekle değil; topluluğun yeniden görünür kılınmasıyla başlar.
Bugün Türkiye’de birçok şehirde hızla artan bu çöküntü alanları, ekonomik krizin değil, sosyal kırılmanın mekânsal izleridir. Kentin yarası sessizdir, ama etkilidir. Kentin yara aldığı yer, toplumun içten içe kanadığı yerdir. Ve şehir, yarasına ne kadar uzun süre bakmazsa, o yara o kadar derinleşir.
Bir çöküntü alanına baktığınızda aslında şunu görürsünüz: kimin için mücadele edildiğini, kimin için edilmediğini. Kimin kent hakkını kullanabildiğini, kimin bu haktan mahrum bırakıldığını. Kimin sesinin duyulduğunu, kimin sessizliğinin normalleştirildiğini. Bir şehir, en çok bu soruların cevabında ortaya çıkar. Çünkü çöküntü alanları şehrin nabzı değildir; şehrin nabzının nerede durduğunu gösteren yaralarıdır.
Ve kent, ancak yarasına bakabildiği gün gerçekten iyileşmeye başlar.




























Yorum Yazın