Kanun önünde eşitlik ya da ayrımcılık yasağı demokratik hukuk devletinin belkemiğini oluşturan temel ilke. Kökeni eski Yunan’daki izonomi (isonomie) terimine dayanıyor. “Eşitlik kuralı” anlamına gelen izonomi Atinalı Klisten’in MÖ 508 ve 507 yıllarında yurttaşlar arasında eşitliği esas alarak gerçekleştirdiği reformların temelini oluşturuyor. Daha sonra Aristoteles, “eşitliğe dayalı özgürlük” yaklaşımını demokrasinin temel ilkesi ilan ediyor. Yüzyıllar sonra, Jean Jacques Rousseau önce 1754’te “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine”, sonra 1762’de “Toplumsal Sözleşme” isimli eserlerinde “eşitlik” düşüncesini derinlemesine inceliyor. Eşitlik ilkesi sonunda 1789 Fransız Devrimi’nin temel ilkelerinden biri haline geliyor.
Kanun önünde eşitlik ilkesi nihayet 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ nin 7. maddesinde çağdaş tanımına kavuşuyor: “herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunmaya hakkı vardır. Herkes, bu Bildirgeye aykırı herhangi bir ayrımcılığa ve ayrımcı kışkırtmalara karşı eşit korunma hakkına sahiptir.” Bu tanım daha sonra demokratik ülke anayasalarında, insanlar arasındaki farklılıklar sayılmak suretiyle geliştiriliyor. Aslında “herkes” sözcüğü insanların tüm farklılıklarını içeriyor ama Türkiye dahil bazı ülkelerde uygulamada bazı farklılıkların yazılmasında dışlandığı görülüyor. Bu nedenle Avrupa Birliği’nin 2000 tarihli Temel Haklar Şartı’nın 21/1. maddesinde yer alan bu ilkenin geniş tanımını yeğleyenlerdenim. Ayrımcılık yasağı başlıklı bu madde şöyle: “ Cinsiyet, ırk, renk, etnik veya sosyal köken, kalıtımsal özellikler, dil, din veya inanç, siyasi veya başka herhangi bir görüş, bir ulusal azınlığın üyesi olma, hususiyet, doğum, maluliyet, yaş veya cinsel eğilim gibi herhangi bir nedenle ayrımcılık yapılması yasaktır. “
Anayasa madde 10 ve açık ihlali
Bu madde, 2004 ve 2010 tarihinde eklenen fıkralar hariç şu şekilde kaleme alınmıştı: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Madde insanların bazı farklılıklarını yazmıyordu ama yukarıda belirttiğim gibi temel ilke ortaya konulduğuna göre, burada sayılmayan farklılıklar üzerinden ayrımcılık yapılamayacağı açıktı. Örneğin cinsiyet kelimesinden kadın-erkek eşitliği, tanımda yer almayan yaş kriterinden yaşlılar ve çocuklara ayrımcılık yapılamayacağı anlaşılmalıydı. Ama 7 Mayıs 2004’te maddeye 2. fıkra olarak “ Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” fıkrası eklendi. 2010’da bu fıkraya “ Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” cümlesi eklendi. Bu cümleyle kadın-erkek eşitliği bakımından kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasının yolu açılmış oldu. Aynı tarihte maddeye şu 3. fıkra da eklendi: “ Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.” Böylece maddenin ilk fıkrasında yer almayan yaş, kalıtımsal özellikler ve maluliyet ölçütleri de maddeye eklenmiş oldu. Üstelik bu gruplara mensup insanlara pozitif ayrımcılık yapılabileceği de anayasal güvenceye açıkça kavuşturulmuş oldu. Söz konusu anayasa değişiklikleri uygulamaya açıklık getirmek bakımından olumluydu kuşkusuz.
Ne var ki yıllar sonra, pandemi döneminde, maddeye 2010’da eklenmiş olan 3. fıkra ihlal edildi. Hem de Anayasa’nın Cumhurbaşkanı’nın görevleriyle ilgili 104. maddesi 17. fıkrasının 2. cümlesi (Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez) ile birlikte. Her ne kadar kararname çıkarılmamış olsa da şifahi olarak, ayrıca İçişleri genelgeleriyle 65 yaş üstündeki yurttaşlara ev hapsi ve seyahat yasağı getirilerek negatif ayrımcılık yapıldı. Böylece ayrıca 65 yaş üstü yurttaşların Anayasa’nın “Yerleşme ve seyahat hürriyeti” başlıklı 23. maddesi de çiğnenmiş oldu.
İlginçtir ama gerekçesi son derece absürt olan bu yasakla ilgili olarak ana muhalefet partisi, dönemin CHP’si de Anayasa Mahkemesi’ne başvurmadı. Gerekçe, virüsü kapan 65 yaş üstü yurttaşların istatistiklere göre toplumun diğer gruplarındaki insanlardan daha çok öldüğüydü. Oysa mantık, bu insanların da kendilerini maskelerle ve aşı olmak suretiyle korumaları halinde virüsü kapmayacaklarını, buna karşılık toplumumuzda çocukları ile aynı evi paylaşan çok sayıda yaşlı bulunduğunu, sokağa çıkmadıkları halde enfekte olup yaşamlarını yitirebileceklerini dikkate almayı gerektiriyordu. Nitekim kendini korumayı bilen ve hukuka açıkça aykırı olduğu için bu yasağa uymayanlar enfekte bile olmadılar. Özetle, hiçbir şeye yaramadığı gibi, anayasanın belkemiğini oluşturan bu maddenin ihlali, pandemi dönemiyle sınırlı kalmadı ne yazık ki.
Eşit korunma hakkı
Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin tanımına dönecek olursak, kanun önünde eşitlik herkesin ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunma hakkını içeriyor. Örneğin yaşamını sürdürmesini sağlayacak gelire sahip olmayanlara devletin diğer insanlarla eşit davranması felsefi açıdan bakıldığında yeterli değil. Bir köşeye sığdırılamayacak kadar geniş olan bu konunun sosyal devlet ilkesiyle bağlantılı olduğunu kabul etmek gerekir. Evrensel temel gelir veya vatandaşlık geliri gibi kavramlar bu ilintinin doğal bir sonucu ve kökeni XVI. yüzyıla kadar gidiyor. Bu bağlamda, Rönesans hümanistlerinden biri olan Katalan Juan Luis Vives’ in 1526’da Latince yayımladığı “De subventione pauperum” (Yoksullara yardım) başlıklı eserinde yoksulluğun giderilmesine dini açıdan yaklaştığını ve yöneticilere yoksullara yardım çağrısında bulunduğunu anımsatmakta yarar var.
Konuyu fazla dağıtmadan belirtmek gerekirse, çağdaş devletlerde sosyal yardımların yanı sıra, vergilendirmede adalet de kanun önünde eşitliğin sosyal uzantısı sayılabilir. Bazı OECD ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de vergide adaletin anayasal boyutu bulunuyor. Anayasa’nın 73. maddesinin ilk iki fıkrası şöyle: “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır. “ Bu bağlamda, genel eşitlik ve sosyal devletin anayasanın temel ilkeleri olduğu bir kez daha vurgulanmış bulunuyor.
Ne var ki öteden beri tam olarak uygulanamayan bu ilkelerin Şimşek politikasıyla had safhada bozulduğu görülüyor. Yüksek enflasyonla mücadele gerekçesiyle yürütülen bu politika, ayrıntılara girmeden belirtmek gerekirse, geçtiğimiz 30 ay içinde zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirmiş durumda. Daha önce de ayrıntıyla yazmış olduğum gibi, ayrıca DMK’na tabi emekli memurlara, yasanın etrafından dolaşılarak çalışan memura verilen seyyanen artış yansıtılmamış ve sonuçta negatif ayrımcılık yapılmış bulunuyor. Bunun 10. madde hükmüne ne derece uygun olduğunun takdirini okura bırakıyorum. 2,5 milyon memur emeklisine uygulanan bu negatif ayrımcılığın, ayrıca maaşları çok düşük tutulan 5510 sayılı kanuna tabi yaklaşık 8 milyon SSK emeklisiyle aradaki gelir farkının açılmaması için yapıldığı izlenimi ediniliyor. Büyük kentlerde ancak en düşük kira bedeline denk gelen milyonlarca emeklinin maaşını, makro ekonomik rakamlarla övünen Sayın Şimşek ve ekonomi yönetiminin başarı hanesine mi yazmak gerekiyor?
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçen memuriyet hiyerarşisini bozacak ve negatif ayrımcılığı daha da derinleştirecek olan bazı yönetici pozisyonundaki memurlara yönelik seyyanen zam tasarısı, bütçe kaynaklarının doğru kullanılmadığını ortaya koyuyor ne yazık ki. Bu ülkede çalışırken yönetici pozisyonunda görev yapmış emekliler de var iktidar ortaklarının unuttuğu. Onlar artık işe yaramıyor tamam da yöneticiler, maiyetlerindeki memurlar sayesinde başarılı olabileceklerini bilmiyorlar mı? Bu ülkede geçim sıkıntısı çeken yöneticiler varsa, maiyetlerindeki memurların yok mu? Bu ülkede asgari ücretli özel sektör çalışanlarının yok mu? Emeklilerin yok mu?
Milyonlarca insana negatif ayrımcılık veya küçük bir azınlığa pozitif ayrımcılık yapılmak suretiyle bir ülke ekonomisi yönetilir mi? 50 yıldır çok ekonomik krizler yaşadık. Ama bu kadar eşitsizlikçi, keyfi bir döneme tanık olduğumu ben şahsen anımsamıyorum.


























Yorum Yazın