Nostalji ve ressentiment duygusunun birleşimi, Erdoğan’ın iktidarını konsolide eden önemli iki yapı taşı olarak varlığını sürdürmektedir. Bu siyaset yapma biçimi, iktidar yanlıları açısından geçmişi idealize ederek gelecek için umut aşılarken, diğer yandan da geçmişten gelen şikayetleri ve mağduriyetleri sürekli vurgulayarak olası hayal kırıklıklarının yükünü dış ve iç düşmanlara yönlendirmektedir.
Özet
Mağduriyet anlatısı, yaklaşık bir asırdır Türkiye'deki İslamcı-muhafazakâr elitler için siyasi söylemi ve kitlesel mobilizasyonu şekillendiren merkezi bir ideolojik araç olmuştur. Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bu söylemi, etkili bir şekilde yaygınlaştırarak güçlü bir duygusal ve ideolojik aygıta dönüştürdü. Kökleri, Türkiye'nin modernleşme ve geç kapitalistleşme süreçlerine dayanan mağduriyet anlatısı, aşağılanma, kıskançlık ve öfke ile karakterize edilen derin bir duygusal tepki olan kolektif ressentiment duygusunu yansıtmaktadır. İmparatorluğun kaybı ve kültürel erozyon gibi algılanan tarihsel travmalardan kaynaklanan bu ressentiment duygusu, Türk milliyetçiliğini ve Türk-İslam sentezini derinden etkilemiştir. AKP bu anlatıdan yararlanarak Erdoğan'ın “Yeni Türkiye”sinde Yeni-Osmanlıcı retorik aracılığıyla mağduriyetten bir tür zafer anlatısına geçişin damgasını vurduğu yeni bir ulusal kimlik inşa etti. Bu dönüşüm, ahlaki, sosyo-politik ve ontolojik ressentiment duygusunun çağdaş Türk siyasetinin duygusal temeli olarak nasıl hizmet ettiğini ve AKP'nin güç söylemini ve kültürel hegemonya arayışını nasıl yönlendirdiğini vurgulamaktadır. Ayrıca AKP, Kemalist-laik rejimi İslam karşıtı olarak göstererek, din ve laiklik arasındaki ikiliği rövanşist bir şekilde araçsallaştırmıştır. AKP, laikliği din karşıtı olarak çerçeveleyerek kitleleri harekete geçirmiş ve Türkiye'nin siyasi ve toplumsal manzarasını yeniden şekillendirmiştir. Türkiye'nin önde gelen siyasi elitlerinin eleştirel söylem analizine dayanan bu yazı, AKP'nin milliyetçi söylemindeki duygusal temelleri ve ideolojik değişimleri inceleyerek, siyasi hakimiyeti sürdürmek ve yenilenmiş bir ulusal kimlik oluşturmak için kızgınlık, mağduriyet, nefret, ve rövanşizmin nasıl yeniden yapılandırıldığını analiz etmektedir.
Giriş
Halihazırda çok sayıda Avrupalı bilim insanlarıyla birlikte yürüttüğümüz bir Ufuk Avrupa araştırma projesi çerçevesinde, son yıllarda artan demokrasi karşıtı niteliğindeki reaksiyoner ve popülist toplumsal hareketlerin perde arkasında yatan nedenleri bulmaya çalışıyoruz. PLEDGE rumuzlu ve “Yakınma Siyaseti ve Demokratik Yönetişim” başlıklı araştırma projemiz, politik yakınmaları anlamayı ve karar alıcıların siyasette önemi giderek artan duyguları nasıl ele alabilecekleri konusunda politika önerileri sunmayı amaçlamaktadır. PLEDGE, politik memnuniyetsizliğin duygusal köklerini araştırarak ve paydaşlarla işbirliği içerisinde geliştirilecek yenilikçi politikalar ile iletişim araçları oluşturarak, demokrasiyi güçlendirmeyi, kapsayıcı sivil katılımı teşvik etmeyi ve politika yapıcılar ile yurttaşların Avrupa genelinde daha dayanıklı, duygusal akla sahip demokrasiler inşa etmelerine yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bu araştırma projesi çerçevesinde, mevcut sağ popülist siyasetin pek çok yerde gördüğü toplumsal rağbeti açıklamak için Siyasal Psikoloji disiplininde sıklıkla kullanılan ressentiment kavramının ve benzeri duyguların çok açıklayıcı olduğunu düşünüyoruz. Bu yazıda, ressentiment (hınç, öfke ve öç alma duygusu) kavramının tarihsel dönüşümü takip edilerek, Türkiye bağlamında mevcut iktidarın ressentiment ve nostalji duyguları kullanarak iktidarını nasıl yeniden ürettiği konusu ele alınacaktır.
Bu çalışma, hem Yeni Osmanlıcılığın hem de Recep Tayyip Erdoğan’ın dikkat çekici yükselişinin ardında yatan duygusal dinamikleri ve genişleyen bir seçmen kitlesinin tarihsel ve duygusal ihtiyaçlarını izlemeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, ressentimentduygusunun (alttan gelen öfke veya kin) yalnızca İslami muhafazakârların kimlik oluşumunda kritik bir unsur olarak değil, aynı zamanda merkez-çevre şeklinde ifade edilegelen ikili yapı karşısında mağduriyet hissi yaşayan toplumsal grupları birleştiren bir güç olarak nasıl işlev gördüğünü anlatmaya çalışacağım. Kişisel, tarihsel ve ulusal boyutları bir araya getiren ressentiment, Türkiye'nin sosyal ve siyasal manzarasında çok katmanlı bir şekilde yankı bulan güçlü ve kitleleri mobilize eden bir anlatının temelini oluşturur. Bu makale, Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarının söylem analizini ve ikincil literatürün incelenmesini bir araya getirerek, Cumhurbaşkanının siyasi retoriğinde duygular ile hoşnutsuzlukların nasıl iç içe geçtiğini sergilemeyi amaçlamaktadır. Özellikle 3 Mart 2017 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Üçüncü Milli Kültür Şûrası’ndaki konuşmasına ve bazı diğer politik söylem ve pratiklere atıfla, nostalji, ressentiment, modernleşme ve medeniyet kavramlarının iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) elitleri tarafından nasıl algılandığını ve uygulandığını göstermeyi planlamaktadır. AKP döneminde gerçekleştirilen modernleşmenin Kemalist modernite tahayyülüyle olan gerilimini ve kopuşlarını ortaya koyan bu söylemler, aynı zamanda geç Osmanlı döneminden bu yana süregelen modernleşmenin tarihsel soy ağacını da açığa çıkarmaktadır. Bu bağlam, AKP’nin popülist ve Avrupa şüphecisi (Eurosceptic) manevralarının, toplumsal ve siyasal dönüşümü geleneksel toplumsal örgütlenme biçimlerine başvurarak ve ressentiment duygusunu stratejik bir araç olarak kullanarak nasıl zorladığını gözler önüne sermektedir.
Recep Tayyip Erdoğan, siyasi yörüngesi boyunca bir dizi duyguyu ustalıkla somutlaştırmış ve harekete geçirmiştir. Başlangıçta güçlü tarihsel imalarla zenginleştirilmiş bir mağduriyet anlatısı kullanan Erdoğan, bu anlatıyı ustalıkla bir zafer, ihtişam ve yeniden diriliş anlatısına dönüştürmeyi başarmıştır. Bu dönüşümün merkezinde, mağduriyet söylemi içine gömülü bir ressentiment duygusuna dayanan yeni Osmanlıcılık ethosu yer almaktadır. Bu anlatı sadece Erdoğan'ın kişisel tarihini değil, aynı zamanda İslami muhafazakar geleneğin kolektif hafızasını da yansıtıyor. Hınç, memnuniyetsizlik, bastırılmış öfke ve insanı içten içe kemiren öç alma duygusu gibi çok farklı duygu biçimlerini içeren ressentiment kavramı, günümüzde küreselleşmenin mağdur ettiği kitleler arasında yükselen populist, yerli, içe kapanmacı ve milliyetçi hassasiyetlerin arkasında yatan nedenleri anlamak için anahtar bir öneme sahiptir. Friedrich Nietzsche ve Max Scheler gibi düşünürlerin de kullandığı bir kavram olan ressentiment duygusunun kollektif temeli, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması sonucunda Batı’ya karşı hissedilen öfkeye ve kaybedilen toprakların beraberinde getirdiği yenilmişlik hissine dayanmaktadır.
Çalışma teorik bir çerçeve ile başlamakta, duygular ve yakınmalar kavramları üzerinde durmaktadır. Ardından, günümüzde pek çok yerde giderek artan bir kitlesel öfkeye dönüşen ressentiment duygusu farklı şekillerde kavramsallaştıran Friedrich Nietzsche ve Max Scheler'in bakış açılarından yararlanarak incelenecektir. Bu teorik ve kavramsal zeminin ardından makale, Erdoğan'ın Türkiye'deki yükselişini kolaylaştıran sosyo-politik bağlamı incelemekte ve Kemalist modernite projesinin marjinalleştirdiği iddia edilen, hayal kırıklığına uğramış kitlelere nasıl hitap ettiğini sergilemeye çalışmaktadır. Sonraki bölümler ise, Erdoğan'ın yeni-Osmanlıcı ve İslamcı söylem ve pratikleri kullanmasına odaklanırken, onun nostaljiyi stratejik bir yönetişim biçimi olarak nasıl kullandığı konusuna odaklanacaktır. Bu analiz, Erdoğan'ın duygulara hitab eden retoriğiyle mağduriyet, bastırılmış öfke hissi, yakınma, nostalji ve İslamcılık gibi duygusal ve ideolojik dinamikleri kullanmak suretiyle ulusal kimliği nasıl yeniden yapılandırdığını göstermeyi amaçlamaktadır.
Nietzsche'ye göre, ressentiment kendini doğrulamaktan ziyade temelde dışa dönüktür. Ressentiment yaşayan birey, köle ahlakının şekillenmesi için harici bir düşmana -bir “öteki ”ye- ihtiyaç duyar. Sonuç olarak, bu tür bireylerin eylemleri ağırlıklı olarak tepkiseldir. Bu çerçevede, zehirli ressentiment duygusundan muzdarip bireyler, içgüdüsel olarak acıları için dışsal bir neden ararlar
Duygusal Bir Mekanizma Olarak Ressentiment: Friedrich Nietzsche ve Max Scheler
Küreselleşen neoliberalism, bir yandan Durkheim’ci organic toplumsal yapıları çözerken, diğer yandan da demokratik yönetişim biçimlerini işlemez hale getirmektedir. Toplumsal ve demokratik yönetişim biçimleri çözülürken, yerlerini cemaatler ile, müzakereden, diyalogdan ve uzlaşıdan yoksun, dışlayıcı, homojen ve hiyerarşik yönetişim biçimleri almaktadır. Akıl yürütmenin yerini öfke, nefret, hınç, öç alma gibi duygular alırken siyaset de büyük oranda bu duygular üzerine inşa edilmeye başlanmıştır (Flinders, 2020). Siyaseti takip eden bizler, kitleler arasında giderek yaygınlaşan hoşnutsuzluğun ve mutsuzluğun duygusal ağırlığıyla yüzleşirken, Nietzscheci ressentiment kavramını araştıran çalışmalar giderek önem kazanıyor. Ressentiment temel bir duygudur ve mağduriyete dayanan kolektif kimliklerin merkezinde yer alır. Sözcük, kökeni Latince olan ve “yeniden hissetmek” anlamına gelen re-sentire fiilinden türetilmiştir ve Fransızcada daha çok kullanılmıştır (Ure, 2015: 603). Kavram, hoşnutsuzluk, kırgınlık veya öfke duygularını kapsayan İngilizce resentment kelimesiyle yakından ilişkili olsa da, ressentiment hem kavramsal derinliği hem de özellikle Nietzsche'nin (1967) yazılarında olmak üzere on dokuzuncu yüzyıldaki kullanımı açısından önemli farklılıklar göstermektedir. Ressentiment kavramının tarihini araştırırken, Adam Smith'in 1759 tarihli The Theory of Moral Sentiments (Ahlaki Duygular Teorisi) adlı eserinde kızgınlığı, gündelik hayatta öfke yaşayanların protestolarının artmasına neden olan bir tür katalizör olarak tanımladığı da görülebilir. Oysa ressentiment, Nietzsche ve Scheler tarafından tanımlandığı üzere patolojik bir ruh halidir. Başka bir deyişle ressentiment, adaletsizliğin sahibine karşı ortaya çıkan ve derin kökleri olan bir incinme duygusudur.
Sosyo-ekonomik, siyasi, mekânsal ve kültürel haklarından mahrum bırakıldıklarına inanan bireyler, siyasi sisteme, düzene, devlete ve ana akım siyasi partilere karşı kızgınlık, kırgınlık, hınç, öfke, kin ve diğer tepkisel duygular gibi çeşitli duygular geliştirebilirler (Brown, 2018). Bu gibi durumlarda, Friedrich Nietzsche'nin (1968) 19. yüzyılda belirttiği gibi, uysal ve zayıf olanlar kendilerini daha fazla değerli görme ve güçlü olanları kınama eğiliminde olabilirler. Diğer bir deyişle, aşağılanma hissi yaşayan bireyler ve gruplar, bu duygu ile mücadele edebilmek için asalet ve üstünlükle karakterize edilen bir öz kimliğe sahip olmayı isteyebilirler (Nietzsche, 1967; Scheler, 1915/1961; Aeschbach, 2017; Demertzis, 2020; Salmela ve Capelos, 2021; Capelos ve Demertzis, 2022). Ressentiment duygusu, algılanan zalimlere karşı derinlerde yatan intikam ve haklı çıkma arzusundan kaynaklanmaktadır (Scheler, 1915/1961).
On dokuzuncu yüzyılın sonunda Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü adlı eserinde ahlaki sistemlerin değerini sorgulamaya çalışmış ve ressentiment duygusunu olumsuz ve patolojik çağrışımlarla dolu bir kavram olarak tanıtmıştır (1967). Ressentiment duygusunu, özellikle Hıristiyan etiğinin baskın ahlaki değerleri tarafından şekillendirilen modern Batı Avrupa kültürünün simgesi olan bir duygu olarak nitelendirmiştir. Nietzsche bu değerlerin ressentiment ve hınç duygularını beslediğini, iyi ve kötü anlayışını temelden değiştirdiğini savunmuştur. Onun çizdiği bu çerçevede, azla yetinmeyi ve itaat etmeyi öğrenen Hristiyan ahlakı bir tür 'köle ahlakı' olarak adlandırılabilir. Söz konusu ‘köle ahlakı’, iyiliği asalet, güç, güzellik ve mutluluk gibi niteliklerle değil, sefillik, yoksulluk, iktidarsızlık, alçaklık ve acı çekme gibi niteliklere tanımlamayı seçmiştir (1967: 34):
Ahlaktaki köle isyanı, ressentiment duygusunun kendisi yaratıcı hale geldiğinde ve değerleri doğurduğunda başlar: gerçek tepkiden, eylemlerden mahrum bırakılan ve kendilerini hayali bir intikam eylemiyle telafi edenlerin sahip olduğu ressentiment duygusudur bu. Her soylu ahlak kendi kendisinin muzaffer bir olumlamasından gelişirken, köle ahlakı en başından itibaren 'dışarıda' olana, 'farklı' olana, 'kendisi olmayana' Hayır der; ve bu Hayır onun yaratıcı eylemidir (1967: 369).
Nietzsche'ye göre, ressentiment kendini doğrulamaktan ziyade temelde dışa dönüktür. Ressentiment yaşayan birey, köle ahlakının şekillenmesi için harici bir düşmana -bir “öteki ”ye- ihtiyaç duyar. Sonuç olarak, bu tür bireylerin eylemleri ağırlıklı olarak tepkiseldir. Bu çerçevede, zehirli ressentiment duygusundan muzdarip bireyler, içgüdüsel olarak acıları için dışsal bir neden ararlar (Nietzsche, 1967: 127–128).
Nietzsche'nin keskin ve polemikçi analizi ressentiment duygusunu modern benliğin tanımlayıcı bir özelliği olarak konumlandırır: güçsüzün ve ezilenin, efendiye karşı olan kölenin yaygın duygusu. Adalet ve tanınma talepleri gibi yapıcı sonuçlar doğurabilen kızgınlığın (resentment) aksine, ressentiment bu tür olumlu boyutlardan yoksundur ve zehirleyicidir. Bunun yerine Nietzsche ressentiment duygusunu, içsel acılarını metaforik veya hayali bir intikam planına dönüştüren bireylerin veya grupların kendilerini ifade etme biçimi olarak tanımlar (Fantini vd., 2013: 7-8). Nietzsche'nin yaygın bir hastalığa ya da zehre benzettiği hınç, geçmiş acılara sürekli bir saplantı ve eski yaralara takıntılı bir bağlılık biçimi olarak ortaya çıkar ve paradoksal bir haz duygusu sağlar. Kızgınlığın aksine, ressentiment duygusu, tanınma eksikliğinden değil, içsel ve tedavi edilemez bir zayıflıktan kaynaklandığı için, söz konusu bireylerin veya grupların sosyal statülerinde olumlu anlamda değişiklik olsa bile varlığını sürdürür. Klasik Nietzscheci bakış açısına göre, köle ahlakı/değerleri kendi varlığını onaylamaz, aksine efendiyi değersizleştirerek değerler yaratır. Fakat şiddetli intikam duygusu statü kaygılarını hafifletir. Tanınmaya giden yolun aksine, birikmiş, intikamcı ve tatmin edilmemiş arzu, savunmacı bir biçimde toplumsal saygınlığın onaylanmasına yönlenir (Ure, 2015: 603). Nietzsche ayrıca ressentiment duygusunun, dünyevi işleri ve eylemleri değersizleştiren ve öteki dünyanın varlığını yüceltirken ruhun tüm özgürlüğünü, tüm gururunu ve tüm özgüvenini feda eden Hıristiyan ahlakıyla ilişkilendirilebileceğini ileri sürmüştür.
Max Scheler'in Ressentiment (1915) adlı çalışması, güçlü olarak algılananlara karşı kızgınlık, kıskançlık ve düşmanlık duygularıyla karakterize edilen karmaşık bir duygusal durumu tanımlayan bir kavram olan ressentiment duygusunu incelemektedir. Scheler, ressentiment duygusunun, otorite ya da ayrıcalık sahibi kişiler tarafından marjinalleştirildiğini ya da ezildiğini hisseden bireylerin yaşadığı aşağılık ya da güçsüzlük duygusundan kaynaklandığını savunur. Scheler'e (1915) göre, ressentiment, zalim olarak algılananlara karşı derinlerde yatan intikam ve haklı çıkma arzusundan kaynaklanır. Bu duygusal durum saldırganlık, günah keçisi ilan etme ve başkalarının başarılarını baltalama veya sabote etme arzusu gibi yıkıcı davranışlara yol açabilir. Scheler, toplumsal hiyerarşilerin, eşitsizliğin ve adaletsizliğin marjinalleştirilmiş bireyler arasında kızgınlık ve düşmanlık duygularına nasıl katkıda bulunduğunu vurgulayarak, sosyal ve kültürel faktörlerin kızgınlığı körüklemedeki rolünü anlatır. Max Scheler, ayrıca, yetersizlik, acı ve çarpıtılmış adalet duygusu da dahil olmak üzere, hıncın ortaya çıktığı psikolojik mekanizmaları da incelemektedir. Scheler'in ressentiment duygusunu incelemesi, insan duygularının ve sosyal dinamiklerin karmaşıklığına dair içgörüler sunmakta ve başkalarına karşı kızgınlık ve kıskançlık duyguları beslemenin yıkıcı sonuçlarına ışık tutmaktadır.
Scheler, Nietzsche'nin ressentiment duygusunu Hıristiyan etiğiyle ilişkilendirmesine itiraz eder (1915: 32) ve kavramın Hıristiyan değerleriyle ilişkisinden bağımsız olduğunu savunur (1915: 7). Bunun yerine Scheler, ressentiment duygusunu çağdaş toplumun eşitsiz yapılarından doğan ve güç, mülkiyet, eğitim ve modern demokratik yaşamın diğer yönlerindeki eşitsizliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan modern bir olgu olarak tanımlar (Minkkinen, 2007: 522; Kaya vd., 2023). Dolayısıyla Scheler, ressentiment duygusunu, Hristiyan etiğinden ayırarak, modernitenin istikrarsızlaştırıcı etkileri ve gündelik hayatta hayal kırıklığına uğramış bireylerin, kendilerine öğretilen demokratik önermelerin (eşitlik, özgürlük, adalet vs.) yanlışlığının farkedilmesi karşısında gösterilen tepki ile ilişkilendirir. Başka bir deyişle, ressentiment duygusu, modern toplumun tanımlayıcı duygusal özelliğidir. Buna göre, ressentiment duygusunun tarihi, Fransız Devrimi'nin dünya siyaseti üzerindeki etkisinin ardından on sekizinci yüzyılın sonları ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında meydana gelen dönüşümlerle yakından bağlantılıdır. Bu dönem, bireylerin ilk kez özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi demokratik önermelerle aynı sosyal koşullar altında beklentilerini gerçekleştirme fırsatına sahip oldukları düşünülen liyakate dayalı bir toplum vaadiyle şekillenmiştir (Fantini vd., 2013). Ancak, zamanla bir takım toplumsal gruplar, söz konusu demokratik vaatlerin gerçekleşmemesi durumunda siyasal sisteme, toplumsal düzene ve algıladıkları her türlü adaletsizliğe karşı içten içe garez, kin ve öfke biriktiriler.
Scheler, ressentiment duygusunu, Fransızca karşılığındaki iki temel özelliği üzerinden tanımlar: birincisi, başka bir kişiye karşı anlık eylem veya ifadenin ötesine geçen ve kişinin kişiliğine gömülü hale gelen ve kendini tekrarlayan duygusal bir tepki; ikincisi, doğası gereği bir düşmanlık unsuru taşımasıdır (1915: 2-3). Scheler'e göre ressentiment, insan doğasının normal bileşenleri olan belirli duygu ve duygulanımların sistematik olarak bastırılması anlamına gelir. Ressentiment duygusunun başlıca tezahürleri arasında intikam dürtüsü, nefret, kötü niyet, kıskançlık, iftira ve değersizleştirici bir düşmanlık yer alır ve bunların hepsi de altta yatan bir travma veya yaralanma deneyiminden kaynaklanır (1915: 7). Scheler bu duygular arasında, ressentiment duygusunun temel kaynağı olarak gördüğü intikamcılık, kindarlık ya da rövanşizm üzerinde özellikle durur. İntikamcılık, her ikisi de geçici ve kontrol edilebilir duygusal tepkiler olan öfke ve kızgınlıktan kaynaklanır. Örneğin öfke, ani bir tepkinin daha fazla yenilgiye ve çaresizlik duygusunun artmasına yol açabileceği kabul edilerek bastırılabilir veya engellenebilir. İntikamcılık ise genellikle bir iktidarsızlık deneyiminden ortaya çıkar ve özünde zayıflıkla bağlantılıdır. İntikam dürtüsü, ona kaynaklık eden nesnesi ele alındıktan sonra bile devam ettiğinde ve buna artan bir haklılık duygusu eşlik ettiğinde, ressentiment duygusuna dönüşerek kendisini başka nesnelere yönlendirir (Scheler, 1915: 7).
Ressentiment duygusu, kimliklerini acı çekerek ve mağduriyetlerinin müsebbibi olarak gördükleri bir kişiyi/kurumu suçlayarak tanımlayan bireylerin, grupların ve ulusların karakteristik özelliğidir. Bu duygu, kendilerini güçsüz ve değersiz hissedenler arasında gelişir.
Ressentiment duygusunun bir diğer önemli bileşeni olan haset, ulaşılamaz bir şeyi arzulamanın yarattığı hayal kırıklığından kaynaklanır:
Arzu ve yerine getirilmeme arasındaki bu gerilim, sahibine karşı nefrete dönüşene kadar kıskançlığa yol açmaz, ta ki sahibinin yanlış bir şekilde yoksunluğumuzun nedeni olduğu düşünülene kadar (Scheler, 1915: 13).
Haset, tipik olarak nesnesi elde edildiğinde dağılsa da, iktidarsızlık duyguları ve arzulanan nesnenin ulaşılamazlığının kabulü eşlik ettiğinde kızgınlığa dönüşebilir. Bu dönüşüm, aşağılanma ve kınanma kaynağı olarak algılanmaya başlanan imrenilen şeye karşı düşmanca bir tutumu beraberinde getirir (1915: 9-14). Kedinin erişemediği ete mundar demesi veya tilkinin erişemediği üzüme koruk demesi gibi, arzu edilen ancak erişelemeyen nesnenin değersizleştirilmesi duygusudur ressentiment aynı zamanda.
Hıncın bir diğer duygusal öncülü olan iftira atma, kötüleme ve değersizleştirme dürtüsü, intikam ya da kıskançlığın aksine ne belirli hedeflere yöneliktir ne de belirli nedenlere dayanır. Bu dürtü, kolay çözülmeye karşı dirençlidir. Daha ziyade, iç gerilimleri hafifletmek ya da eşitlik duygusu elde etmek isteyen bireyler, bunu genellikle başkalarının niteliklerini değersizleştirerek yapar. Bu dürtüler ressentiment olarak birleştiğinde, özne potansiyel karşılaştırma nesnesini yüceltebilecek her türlü değeri yadsır (Scheler, 1915: 8-19). Scheler, iftira, kıskançlık veya kızgınlık gibi önceki duygusal durumların hiçbirinin ressentiment ile özdeş olmadığı, ancak ressentiment duygusuna yol açan süreçleri oluşturan farklı aşamalar olduğunu iddia eder. Ancak bu duygular özellikle yoğunlaştığında, algılanan güçsüzlük, zayıflık veya korku nedeniyle ifade edilmediğinde, bastırıldığında inatçı hale gelir ve ressentiment duygusuna yol açar (Scheler, 1915: 9-10). Sonuç olarak, ressentiment esas olarak ezilenlerin duygusudur. Otoriter veya baskıcı güçler bu duygusal önkoşulların ifade edilmesini veya serbest bırakılmasını engellediğinde, kaygı ortaya çıkar. Ressentiment duygusuna neden olan korkulara ve öfkelere kaynaklık eden nesne veya neden ortadan kalksa da ressentiment dugusunun yarattığı kaygılar etkisini sürdürmeye devam eder (Scheler, 1915: 24).
Ressentiment duygusu, kimliklerini acı çekerek ve mağduriyetlerinin müsebbibi olarak gördükleri bir kişiyi/kurumu suçlayarak tanımlayan bireylerin, grupların ve ulusların karakteristik özelliğidir. Bu duygu, kendilerini güçsüz ve değersiz hissedenler arasında gelişir. Ancak bu durum sadece ezilenlere özgü değildir. Tarih, güçlü figürlerin bile ressentiment duygusu sergilediğini göstermektedir. Gregorio Marañón (1956), Roma İmparatoru Tiberius (MÖ 42-MS 37) üzerine yaptığı çalışmada, büyük güce ulaşmış kişilerde bile aşağılık kompleksiyle bağlantılı bir ressentiment duygusunun gelişebileceğini göstermiştir. Tiberius gibi liderler, otoritelerini ve kişisel kızgınlıklarını içinde bulundukları duygudan kurulabilmek için kullanmışlar ve geçmişte yaşadıkları aşağılanmaların intikamını almaya çalışmışlardır (Fantini vd., 2013).
Ressentiment içinde hayal edilebilecek tek gelecek, düşman olarak algılanan bireyleri, toplulukları veya sistemleri yok etmeye çalışan saplantılı bir intikam arzusuyla yönlendirilen bir gelecektir (Fantini vd., 2013: 5). Ressentiment yaşayan insanlar, toplumdaki bazı grupları şeytanlaştıran ve günah keçisi ilan eden demagojik ve popülist anlatılara karşı duyarlıdırlar.
Neoliberal Zamanlarda Kızgınlık ve Ressentiment
Geleneksel anlamıyla kızgınlık (resentment), aşağılanma ve yoksunluk deneyimlerinden kaynaklanan hoşnutsuzluk, öfke veya kırgınlık anlamına gelir. Kızgınlık, hem algılanan adaletsizliğe bir tepki olarak hem de benlik algısına yönelik algılanan tehditlere karşı bir savunma mekanizması olarak işler (Meltzer ve Musolf, 2002: 241). Kızgınlık, ahlaki bir duygu olarak işlev görür, zedelenen saygınlığın onarılmasını ister ve tanınma ve saygı talep eder (Tokdoğan, 2024). Bu çerçevede, kızgınlık, adaletin koruyucusu ve demokrasinin temel taşı olarak hareket eder ve maruz kalınan adaletsizliğin telafi edilmesi yönündeki çağrı ahlaki ilkelerle uyumludur. Adaletsizlik mağdurları, intikam arzusu uyandırmak zorunda kalmadan kolektif sorumluluk çağrısında bulunabilirler (Ure, 2015: 601). Daha da önemlisi, bu kızgınlık biçimi doğası gereği geçicidir ve onarıcı talepler karşılandığında dağılabilir. Buna karşılık, ressentiment duygusu daha kalıcı ve yaygın bir duygusal güçtür. Kızgınlığın geçici doğasından farklı olarak, ressentiment sürekli bir şikayet ve yakınma üzerine kuruludur ve kendisini kolektif kimliklerin derinliklerine gömer (Salmela ve Capelos, 2021; Demerzis, 2020). Ressentiment duygusu, sadece adaletsizlik ve aşağılanma duygularını büyütmekle kalmaz, aynı zamanda bu duyguları kalıcı hale getirerek uzun vadeli yaklaşımları, tutumları ve eylemleri şekillendirir.
Wendy Brown (2018) tarafından detaylandırılan Nietzsche'nin (1968) analizi, acının, özellikle de aşağılanmanın yol açtığı acının, ressentiment duygusuyla birlikte, söz konusu acıya kaynaklık eden şeyin ahlakçı bir şekilde kınanmasına yol açabileceği gözlemiyle başlar. Nietzsche'nin köle ahlakı konusundaki analizi, güçlülerin aşağıladığı zayıfların kendilerini beğenmiş bir şekilde yüceltilmelerine odaklanır. Bununla birlikte, Nietzsche köle ahlakının hamaset, nefret, anti-Semitizm ve ırkçılıkla karakterize olan bireyler tarafından da benimsendiğini kabul eder ve bu bireylerin davranışlarını kin ve öfke gibi bir 'tepkisel duygular' sistemi ile açıklar. Dolayısıyla Nietzsche'ye göre nihilizm çağı, değerlerin ortadan kaldırılmasını değil, daha ziyade en yüksek değerlerin temellerinden koptukça kendilerini değersizleştirdiği bir dünyayı ifade eder. Demokrasi ve demokrasinin ifade ettiği değerler de bu sınıflamaya girebilir. Eşitlik, adalet, insan haklarına saygı gibi demokrasi değerlerinin varlığının sorgulanması, bu değerlerin en azından belli kişiler ve kitleler açısından varlığının şüphe götürüyor olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Nihilist bir çağda hakikat ve akıl yürütme de temellerini yitirir. Hala savunuluyor olsa da, hakikat artık kanıt ya da rasyonalite gerektirmez. 'Yalan haber' iddiaları etkilidir ve etno-kültürel, dinsel, çevrimiçi, epistemik özellikleri olan farklı cemaatlere bölünmüş ve bazen de kutuplaştırılmış toplulukların yerleşik kanaatlerine göre uyarlanmış olay anlatıları anlamına gelir. Bununla birlikte, bu kanaatler tartışmaya dirençlidir. Brown'ın (2018: 71) vurguladığı gibi, bu nihilizmin doğurduğu özgürlüktür: “İstiyorum çünkü yapabilirim ve yapabilirim çünkü hiçbir şey değilim, hiçbir şeye inanmıyorum ve dünya hiçbir şey haline geldi” ile özetlenen özgürlük. Nihilizmin artık bir ürünü olan bu özgürlük, yüzyıllardır gelişmekte ve spekülatif piyasalardan elde edilenin ötesinde hiçbir değer tanımayan neoliberalizmin mantığında somutlaşmaktadır.
Brown'a (2018) göre neoliberal dönem, radikal sağcı popülist partiler ve aktörler tarafından etkili bir şekilde istismar edilen bir nihilist ressentiment biçimini ve demokratik boşluğu temsil etmektedir. Günümüzdeki sağcı kadın düşmanlığı, ırkçılık, İslamofobizm ve göçmen karşıtı adaletsizlik patlamaları, "mağdur gücün" kendine özgü kızgınlıklarını ve öfkesini taşır. Başka bir deyişle, ayrıştırılmış nüfuslar da yerleşik inançlarını hedef alan olayların anlatımlarıyla beslenir. Yine de inançların kendisi giderek inançtan uzaklaşır ve tartışmaya karşı bağışıktır; kızgınlıktan, dürtüden veya öfkeden kaynaklanan yayılımlarını gizleyemez hale gelirler (Brown, 2018). Bu bağlamda, duygusal yakınma literatürü de ressentiment duygusundan kaynaklanan demokratik itirazların sonuçlarını ve gerçekliğini araştırmaktadır. Capelos ve Demertzis (2022) ve Capelos ve diğerleri (2022) ressentiment ve resentment (kızkınlık) arasında kavramsal ve pratik bir ayrım yapmaktadır. Buna göre, ressentiment basit bir öfkeli siyaset göstergesinden daha fazlasını ifade eder ve dolayısıyla demokratik yönetişim üzerinde önemli etkileri olabilir. Ressentiment duygusu, savunmasız benliğe yöneltilen olumsuz duygu ve hislerden kaynaklanır. Genellikle aşağılanmışlık hissi yaşayan bireyler, kendilerini aşağıladıklarına inandığı bir grubu bütün kötülüklerin müsebbibi olarak etiketleyebilirler ve bu duyguyu çok uzun süre canlı tutabilirler. Demertzis'e (2020) göre, öfke, kıskançlık, düşmanlık veya nefretin birleşerek ressentiment duygusuna dönüşmesi, beraberinde öznenin normal koşullarda değer verdiği şeyi değersizleştirmesini de getirmektedir.
Kendini mağdur etme ve sosyal izolasyon, tanınma ve statü arayışını engelleyerek hayal kırıklığını körükler ve temel değerleri ve benlik algısını bozar. Bu durum bireylerin geleceği tasavvur etmek yerine geçmişe takılıp kalmalarına yol açarak nostaljiyi besler. Ressentiment, bizi karanlık anılarla dolu bir geçmişe hapsederek bugünü yaşamamızı ya da geleceğe umutla bakmamızı engeller. Ressentiment içinde hayal edilebilecek tek gelecek, düşman olarak algılanan bireyleri, toplulukları veya sistemleri yok etmeye çalışan saplantılı bir intikam arzusuyla yönlendirilen bir gelecektir (Fantini vd., 2013: 5). Ressentiment yaşayan insanlar, toplumdaki bazı grupları şeytanlaştıran ve günah keçisi ilan eden demagojik ve popülist anlatılara karşı duyarlıdırlar.
Capelos ve arkadaşları (2022), sosyal değişim yanlısı eylem odaklı öfke ve kızgınlık (resentment) ile şikayetleri ahlaki açıdan haklı bir kızgınlığa, yıkıcı öfkeye, nefrete ve hiddete dönüştüren anti-sosyal kızgınlık (ressentiment) arasında bir ayrım yaparak günümüzdeki nefret siyasetini incelemektedir. Bulguları, ressentiment yaşayanların güçsüzlüğü bir mağduriyet algısıyla birleştirme eğiliminde olduklarını ve adaletsizliği değiştirilemez bir kader olarak görmelerine yol açtığını göstermektedir. Bu tür insanlar, mutsuzluuklarına yol açan adaletsizlikleri ele almak ve üstesinden gelmenin yollarını aramak yerine, güçlü bir mağduriyet hissine kapılıp bu hissi toksik bir sekilde yaşama eğilimindedirler. Bu tür insanlar için öne çıkan başa çıkma mekanizmalarından biri, dünyanın “her şey iyi” ve “her şey kötü” gibi karşıt kategorilere bilişsel olarak bölünmesidir. Bu durum, dışarıdaki grubu şeytanlaştırırken içerideki grup içinde birliği teşvik eder. Ressentiment, önceden belirlenmiş bir kader duygusu yaratarak bireylerin durumlarını değiştirilemez olarak algılamasına neden olur ve böylece etkisiz ve pasif tepkiler vermelerine yol açar. Dolayısıyla, tepkisel öfke biçimlerinden farklı olarak, bu kavramsallaştırmada ressentiment, genellikle nostaljik bir sahiplenme ile göreceli bir pasiflik oluşturan ve yakınma politikalarına katkıda bulunan yaygın ve karmaşık bir çekiciliğe işaret etmektedir.
Ressentiment liderler tarafından gerçek ya da hayali şikayetler yoluyla takipçi kazanmak için etkili bir şekilde araçsallaştırılabilir. Artan sosyo-ekonomik, politik ve coğrafi eşitsizlikler, mağduriyeti yoğunlaştırmaktadır. Bu eşitsizlikler karşısında ortaya çıkan hüzün, öfke, haset ve nefret gibi duygular, günümüzde özellikle popülist siyasetçiler tarafından kullanılabilmektedir. Özellikle ekonomik krizin yoğun olduğu ve istikrarın olmadığı dönemlerde, popülist liderler ve popülist söylemler mağduriyetleri hedef alarak duyguların sömürülmesi yoluyla kitleleri kolayca harekete geçirebilirler. Erdoğan'ın 2002 seçimlerinde siyasi lider olarak yükselişi de ülkeyi ciddi şekilde etkileyen 2001 mali krizinden çok zarar gören yurttaşlara hitap eden bu duygu siyasetinin bir örneğidir (Arpac ve Bird, 2009; ve Kaya ve Tecmen, 2019). Daha sonra ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere, Recep Tayyip Erdoğan'ın ressentiment söylemi, nostalji, yakınma, meydan okuma, öç alma ve kefaret temaları üzerine inşa edilmiştir.
Yeni Osmanlıcılık, kolektif bir İslami muhafazakar öznenin duygusal çerçevesine başvurur ve ontolojik ressentiment bu grubun kimliğinin temel taşıdır (Tokdoğan, 2024). Tarihsel olarak, yeni Osmanlıcılık sağ kesimlerde yankı bulmuş, onların duygularına, tutkularına ve arzularına hitap ederek, onları büyülemiştir.
Erdoğan'ın Yükselişi: Çevreden Gelen Karizmatik Bir Lider
Demokratik Sol Parti (DSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Anavatan Partisi'nden (ANAP) oluşan koalisyon hükümetinin iktidarda olduğu 2001 yılında tecrübe edilen yıkıcı mali ve ekonomik krizin ardından, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan AKP ile birlikte Türkiye yeni bir siyasal zemine girmiştir (Kaya, 2015). Eski bir İstanbul belediye başkanı olan Erdoğan, 1997 yılında Türkiye'nin güneydoğu illerinden Siirt'te okuduğu dini içerikli bir şiir nedeniyle 1998 yılında dört ay hapis yattıktan sonra Türk toplumunun muhafazakâr kesimlerinin gözünde bir kahraman haline gelmiştir. Madun, muhafazakâr ve dindar çevrelerin onu kendilerinden biri, aristokrasiden, ordudan, “baskıcı devletten” ve elitist Kemalist cumhuriyetçilikten uzak biri olarak gördüklerini de hatırlatmak gerekir (Tuğal, 2009: 176; Tuğal, 2012). Aile geçmişi ve yetiştiği muhafazakâr mahalle (İstanbul'un banliyö semtlerinden Kasımpaşa) nedeniyle, gündelik hayattaki İslami söylemi, vaaz benzeri konuşma tarzı, İstanbul'da ve başka yerlerde zaman zaman kullandığı argoya kaçan dili ve Sünni İslam ağırlıklı söylemi onu geniş bir kitle için oldukça çekici kılmıştır (Tuğal, 2009).
Recep Tayyip Erdoğan nostaljik söylemi ve hıncı uyumlu bir retorik strateji içinde etkili bir şekilde harmanlamıştır. Osmanlı ihtişamı, İslami miras ve ulusal şikayetler temalarını kullanan Erdoğan, Türkiye'yi tarihsel olarak büyük haksızlığa uğramış bir ulus olarak konumlandıran bir anlatı sundu seçmenlere. Bu sentez, halk desteğini harekete geçirmeye, politikalarını meşrulaştırmaya ve kutuplaşmış bir ülkede ve uluslararası ortamda otoritesini sağlamlaştırmaya hizmet etmiştir. Erdoğan'ın Osmanlı nostaljisi ve özellikle muhafazakar kesimde Kemalist rejimin yarattığı iddia edilen mağduriyetlerin giderilmesi kullandığı ressentiment söylemi, tarihsel gurur ile mağduriyet duygusunu iç içe geçirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle de altın çağı, bir güç ve refah dönemi olarak tasvir edilmiştir. Bu anlatı, Türkiye'nin imparatorluk geçmişiyle gurur duyulmasını sağlarken, dış güçleri ve içerideki Kemalist elitleri ülkenin tarihsel ve güncel mücadelelerinde suç ortağı olarak temsil etmiştir. Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesi (Tokdoğan, 2024), Çamlıca Tepesi'ne İstanbul'un her yerinden görülebilen ve Ayasofya ile yarışan devasa bir cami inşa edilmesi ve Panorama 1453 Fetih Müzesi'nin açılması (Bozoğlu, 2019) gibi Osmanlı dönemi sembollerinin restorasyonu ve Osmanlı ihtişamı ve üstünlüğüne dair yeni hatırlatıcıların yerleştirilmesi bu ikili söylemi örneklemektedir. Bu eylemler Türkiye'nin İslami ve emperyal mirasıyla gurur duyarken, aynı zamanda algılanan Batı egemenliğine ve “kültürel erozyona” karşı meydan okuma eylemleri olarak da işlev görmüştür. Gurur ve hıncın bu karışımı Erdoğan'ın destekleyen kitleler içerisinde yankı buluyor ve şanlı ama haksızlığa uğramış bir mirasın varisleri olarak kimliklerini güçlendirmiştir.
Aşağılanma, kıskançlık, iğrenme, nefret, kaygı ve öfke gibi duyguların karmaşık etkileşimi, AKP'nin görev süresi boyunca Erdoğan'ın sembolik eylemleri ve retoriği aracılığıyla vücut bulmuştur. Bu olgu, Yeni Osmanlıcılığın temelde, bireysel duyguların toplamını aşan daha derin bir duygusal hınç temeline dayandığının altını çizmektedir. Erdoğan’ın politik başarısı, konuşmalar ve sembolik eylemler yoluyla halkın arzularına, hırslarına ve şikayetlerine hitap ederek, halkın duygularını harekete geçirme becerisinde yatmaktadır. Yeni Osmanlıcılık, cumhuriyetçi tarih yazımına ve onun yaydığı kolektif kimliğe karşı formüle edilmiş alternatif bir ulusal kimlik anlatısını temsil eder. Yeni Osmanlıcılık, kolektif bir İslami muhafazakar öznenin duygusal çerçevesine başvurur ve ontolojik ressentiment bu grubun kimliğinin temel taşıdır (Tokdoğan, 2024). Tarihsel olarak, yeni Osmanlıcılık sağ kesimlerde yankı bulmuş, onların duygularına, tutkularına ve arzularına hitap ederek, onları büyülemiştir.
Erdoğan'a verilen desteğin geniş tabanının merkezinde yer alan bu duygular, elitler ve halk şeklindeki ikili karşıtlığa derinden bağlıdır. Bu karşıtlığın kökleri, kayıpların kolektif hafızasına ve cumhuriyetin tarihsel anlatısında emperyal geçmişin silinmesine dayanmaktadır. Seçkinler ile halkın karşıtlığı söylemi, AKP'nin yıllar içindeki yönetiminde fark edilebilen güçlü bir retoriktir. Örneğin AKP, çevrimiçi iletişim merkezleri aracılığıyla yurttaşlar ile devlet arasında doğrudan temas kurduğunu iddia ederek seçmenlerin büyük bir kısmına hitap etmeyi başarmıştır. AKİM (AK Parti İletişim Merkezi), BİMER (Başbakanlık İletişim Merkezi, 2006-2018 yılları arasında yeni cumhurbaşkanlığı sistemine geçilip Başbakanlık kaldırılana kadar hizmet vermiştir) ve CİMER (Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi) gibi iletişim merkezleri, “milletin gerçek ve sadık hizmetkârları” olarak ve “devlet ile millet arasındaki geleneksel uçurumu kapatmak” amacıyla, “siz yönetin” söylemi altında geliştirilen popülist kurumsal çerçevelerin önde gelen örnekleri olarak hizmet vermektedir (Boyraz, 2018).
Bölgesinde artan cazibesine rağmen Türkiye, özellikle bölgesel siyasi elitlerden gelen şüphecilik ve eleştirilerle karşı karşıya kalmaktadır. AKP'nin Arap İslamcılarına verdiği destek ve Arap ayaklanmalarından sonra bölgesel güç olma yönündeki projeksiyonu, siyasal İslam'ı bir tehdit olarak gören Orta Doğu’daki otokratik rejimleri yabancılaştırdı.
Karşı Kültürel Hegemonya Olarak Yeni Osmanlıcılık ve İslamcılık: Batı'ya Karşı Ressentiment
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 3 Mart 2017 tarihinde İstanbul'da düzenlenen üçüncü Milli Kültür Şurasında bir konuşma yaptı. Konuşma, Erdoğan'ın Kemalist moderniteye karşı alternatif bir kültürel hegemonya oluşturma vurgusu hakkında bazı ipuçları vermesi açısından özel bir öneme sahip. Erdoğan'ın uzun süredir kültürel bir hegemonya kuramamaktan şikâyetçi olduğu biliniyor. Bu nedenle üçüncü Milli Kültür Şurasında yaptığı konuşma, Türk kültürünün İslamcı ve yeni Osmanlıcı yönlerinin altını çizmesi açısından özellikle dikkat çekicidir:
“Kültürün sadece kitap, müzik, mimari değil, bütün bunları içine alan bir hayat biçimidir… Selamlaşmamızdan başlayan, oturup kalkışımıza, giydiğimize, yiyip içtiğimize, evimizin düzenine kadar kimliğimizin tüm unsurlarını sahip olduğumuz kültür belirler. Son birkaç asırdır dünyamız tekdüzeleşme yolunda hızla ilerlemektedir. Bu durum sadece Türk kültürü değil, diğer tüm kültürler bakımından da büyük bir tehdittir. Aslında bunu biz fırsata dönüştürebiliriz. Bizim kuşağımız, deyimlerden kimi araç gereçlere kadar mahalli kültürümüzün zenginliklerinin önemli bir kısmının son şahitleri, son kullanıcılarıdır. Yeni kuşakların önemli bir bölümü, maalesef bu zenginlikten mahrum kalmıştır, bu gidişle kalacaktır. Eğer bugün İstanbul'un sokaklarında yürüyen bir kişinin kıyafetinden, ayakkabısından, şapkasından, vücut çalımından hangi kültüre mensup olduğunu çıkartamıyorsak, kültürel kuraklığın pençesindeyiz demektir. Bir sofranın başına geçtiğimizde örtüsünden tabaklarına, yemeklerinden sunumuna tüm unsurlarıyla hangi milletin ürünü olduğunu anlayamıyorsak, durum gerçekten vahimdir. Bu tartışmalar dünyanın pek çok yerinde yapılıyor, aynı sancılar oralarda da çekiliyor. Fakat bizim bir farkımız var. Biz hem medeniyet birikimi hem tarihi geçmişi hem de devlet geleneği bakımından çok farklı bir milletiz. Çağ kapatıp, çağ açmış bir ecdadın torunları olarak, kendimize yeni ve büyük bir gelecek inşa etme gücüne, iradesine, imkanına sahibiz. İşte onun için 'Büyük, güçlü Türkiye' diyoruz. Onun için 2023 hedeflerimize ulaşmak istiyoruz. İşte bunun için gençlerimize 2053 ve 2071 vizyonlarını miras bırakıyoruz. Bunun için anayasa değişikliğiyle ülkemizi yeni bir yönetim sistemine kavuşturmanın mücadelesini veriyoruz. Her konuda siyasetimizin, hareket noktamızın merkezine yerli ve millî olanı yerleştirmemizin sebebi de işte budur” (İtalikler benim).
Cumhurbaşkanı’nın 3. Milli Kültür Şurasındaki konuşması, farklı etnisiteler, kültürler ve inançlar arasında müzakere fikrine dayanan Osmanlı'nın bu coğrafyadaki kültürel ve dini çeşitliliği yönetme biçimine duyduğu nostaljinin açık bir tasviridir. Cumhurbaşkanı'nın kamuya açık bu tür konuşmaları, Osmanlı geçmişine Batılı, modernist ve Kemalist müdahaleden kaynaklanan bir tür nostaljik yoksunluk yaşayan takipçilerinin duygularıyla çok iyi örtüşüyor gibi görünüyor. Erdoğan'ın bu sözleri Osmanlı nostaljisinin bir göstergesi olarak okunabilir, zira Erdoğan'ın Osmanlı millet sisteminin bir parçası olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda dini farklılıklara göre giyim kuşamdaki farklılaşmaya atıfta bulunduğu görülmektedir. Osmanlı millet sistemini yeniden canlandırmaya yönelik bu tür girişimler, Kemalistlerin ulusu etnik-ulusal parametreler temelinde inşa etme yönteminin yerini artık nasıl dinsel-ulusal parametrelere bıraktığının da bir göstergesidir. Bu tür bir dönüşümün, dinsel olarak tanımlanmış bir medeniyet paradigmasının her yerde yaygınlaştığı küresel bir bağlamda gerçekleştiğine dikkat edilmelidir (Brubaker, 2017). Erdoğan, Türkiye'nin küresel nüfuzunu yeniden kazanma potansiyelinin altını çizmek için nostaljiyi kullanırken, bu dirilişin önündeki engelleri vurgulamak için de seçmenleri arasında yaygın olan ressentiment duygusunu kullanmaktadır. Yurt içinde ise kendisini, ulusun tarihi misyonuna ihanet edenler olarak çerçevelediği seküler elitlere, siyasi muhalefete ve eleştirel medyaya karşı “otantik” Türk değerlerinin savunucusu olarak konumlandırmaktadır. Bu retorik, Türk toplumunu sadıklar ve düşmanlar olarak ikiye ayıran Kartezyen düşünce biçimini beslemektedir (Çağatay, 2017; Kaya ve Tecmen, 2019). Ressentiment duygusunun politik bir araç olarak kullanılması fikrinin en somut olarak görüleceği yer belki de, milli eğitimin daha çok İmam Hatip Liselerine kaydırılması amacıyla Cumhurbaşkanı’nın 2012 yılından bu yana zaman zaman tekrarladığı “dindar ve kindar bir nesil yetiştireceğiz” sözü olabilir.
Türkiye bağlamında modernleşme genellikle (Batı) Avrupa medeniyeti çizgisinde bir dönüşüm süreci olarak tanımlanmış, bu da kaçınılmaz olarak Türkiye'nin Batı ile bağlarının güçlenmesi ve Doğu ülkeleriyle bağlarının zayıflaması anlamına gelmiştir. Modernleşme genellikle, 19. Yüzyıl Avrupalı sosyologlarınca ifade edildiği şekliyle, geleneksel toplumdan modern topluma doğrusal bir ilerleme olarak tanımlanagelmiştir. Türkiye’de modernleşme kavramı çoğu zaman Avrupalılaşma, Batılılaşma ve sekülerleşme ile eş anlamlı kullanılmıştır. Bu nedenle “Avrupa” genellikle oldukça naif bir ilerleme biçimini temsil eder. Özellikle Kemalist dönemde, Osmanlı alfabesinin yerine Latin harflerine dayalı bir Türk alfabesinin getirilmesi ve İslam'ın kamusal alandaki rolünü kısıtladığı düşünülen laik devletin kurulması, Türkiye'nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinin dinamiklerini değiştirmiş ve Batı medeniyetinin varsayılan üstünlüğünü onaylamaya hizmet etmiştir (Bozdağlıoğlu, 2008). Ancak daha yakın zamanlarda AKP hükümeti, Türkiye'nin Batı ve Doğu kültürleri arasındaki yönelimini vurgulamıştır. Örneğin Başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan 22 Nisan 2012 tarihinde Bursa'da düzenlenen Türk Arap Turizm Zirvesi'nde yaptığı konuşmada Türkiye'nin Ortadoğu bölgesine karşı tarihsel bağlardan kaynaklanan sorumlulukları olduğunu belirtmiş ve şunları söylemiştir
“Türkiye, her ne kadar yönünü Batı'ya çevirmiş olsa da veya böyle tanıtılıyor olsa da sırtını asla ve asla Doğu'ya, Güney'e dönmeyecektir. Son yüzyıl içinde, aramıza konulmuş olan mesafelerin, sınırların, aramızdaki engel ve bariyerlerin tamamının sanal olduğuna inanıyoruz. Bin yıllar boyunca bir arada yaşamış, birbirine dost, komşu, akraba, hatta kardeş olmuş milletlerin, bugün yapay engellerle birbirinden uzak kalmasına, uzak tutulmasına bizim gönlümüz razı gelmiyor. İşte bu anlayıştan hareketle, son 9,5 yıl içinde, Hükümet olarak, kadim dostlarımızla, kardeşlerimizle, çok farklı bir iletişim ve iş birliğini tesis ettik.
Bu konuşma, AKP elitinin Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar ve özellikle Arap dünyası ile siyasi, toplumsal, kültürel ve ekonomik bağları nasıl algıladığının bir tasviridir. Kemal Kirişçi, AKP'nin Arap dünyası ile güçlü bağlarını şekillendiren farklı saikler olabileceğini daha önce tartışmıştı. Kirişçi'ye göre, Türkiye'nin bölgede, özellikle de Arap dünyasında değişen rolü, temel olarak benimsediği dört farklı dürtü tarafından şekillendirilmektedir: a) Erdoğan'ın Filistin meselesine ilişkin söylemi ve AKP'nin İsrail'den giderek uzaklaşmasıyla belirginleşen siyasi dürtü; b) Kemalist laiklerden ziyade AKP'nin Arap dünyasıyla kültürel-dinsel yakınlığıyla görünür olan kültürel-dinsel dürtü; c) 2005'ten bu yana Avrupa şüpheciliğinin arttığı bir dönemde AKP seçmeninin ve palazlanan Anadolu burjuvazisinin Orta Doğu, Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya'daki yükselen pazarlara açılma isteğinden kaynaklanan ekonomik dürtü; ve d) istikrarlı, demokratik, liberal, barışçıl ve verimli bir ülke olarak görünmeye öncelik veren dönüştürücü dürtü ya da Avrupa Birliği (AB) çıpası (Kirişçi, 2011). Geriye dönüp bakıldığında, sonuncu dürtü oldukça zayıflamışken diğerleri gücünü korumaktadır.
Kemal Kirişçi'nin Türkiye'nin Orta Doğu kamuoyuna hitap etmesine ilişkin yorumundan alınan dört unsur, 2000'li yıllar için daha geçerlidir. Sinem Adar (2024), AKP'nin 2010'larda, özellikle de Arap Baharı'ndan sonra, Arap dünyasıyla güçlü ama giderek kırılganlaşan bağlar kurmayı başarmasının nedenlerindeki değişime dikkatimizi çekmektedir. Buna göre, AKP'nin Arap dünyasına yönelik cazibesi üç temel faktöre dayanmaktadır. İlk faktör, Ekonomik ve Kültürel Etkileşimdir. Türkiye 2002'den bu yana Arap dünyası ile ekonomik bağlarını güçlendirmiş, insani yardım sağlamış, güvenlik iş birliğini derinleştirmiş ve kültürel nüfuz kazanmıştır. Arap turistleri, öğrencileri ve sürgünleri kendine çekerken, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda Avrupa tarzı bir yaşam tarzı imajı yansıtmıştır. İkinci faktör, “Türk Modeli” Yönetim biçimidir. Bu model, artan otokratikleşmeye rağmen Erdoğan’ın meşruiyetini, yüksek siyasal katılım ve parti rekabeti ile pekiştirilen halk iradesinden aldığını düşündürmektedir. Türkiye'nin demokratik bir model olarak algılanması, özellikle Arap ayaklanmaları sırasında Sünni İslamcılara verdiği destekten sonra gelişmiştir. Son faktör ise, Küresel Savunuculuk ve Kimlik Siyasetidir. Türkiye, Filistin'e verdiği desteği, İslamofobi ve (yeni) sömürgeciliğe karşı olduğunu ve uluslararası sistemde reform çağrılarını vurgulayarak kendisini haklarından mahrum bırakılanların savunucusu olarak konumlandırmaktadır. Bu, çok kutuplu bir dünyada yükselen orta ölçekli bir güç (middle power) olduğu şeklindeki ülke imajıyla uyumludur.
Bölgesinde artan cazibesine rağmen Türkiye, özellikle bölgesel siyasi elitlerden gelen şüphecilik ve eleştirilerle karşı karşıya kalmaktadır. AKP'nin Arap İslamcılarına verdiği destek ve Arap ayaklanmalarından sonra bölgesel güç olma yönündeki projeksiyonu, siyasal İslam'ı bir tehdit olarak gören Orta Doğu’daki otokratik rejimleri yabancılaştırdı. Türkiye'nin Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Suriye ile diplomatik yakınlaşması bu ülkelerin ideolojik beklentileriyle çatıştığı için Erdoğan'ın popülaritesi İslamcılar arasında azaldı. Buna ek olarak, Türkiye'nin rejimin bekası için artan otoriterliği bölgedeki pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğrattı. Son olarak, Türkiye içinde Suriyeli mültecilere ve Arap turistlere yönelik artan düşmanlık, Türkiye'nin bölgesel nüfuzunu zayıflatmaktadır (Adar, 2024). Son on yılda yaşanan tüm bu gelişmelerin ortasında Erdoğan, 2020 yılında Türkiye'deki Arap Toplulukları Birliği tarafından düzenlenen bir etkinlikte “1,3 milyar Müslüman adına fedakârlık yapan ve zalim güçlere karşı duran İslam ulusunun lideri” olarak ilan edildi (Aktaran Adar, 2024: 18). Arap halkı ve elitlerinin gözünde Erdoğan, demokrasinin destekçisi olmaktan çıkıp ümmetin ve “İslam medeniyetinin” lideri haline gelmiştir.
Geçmişin romantikleştirilmesi ve mağduriyetlere odaklanılması, var olan sosyo-ekonomik, politik ve bürokratik yapısal sorunların genellikle içerideki ve dışarıdaki mihraklara yükleniyor olması, sistemik sorunların ele alınmasını ve çözülmesini engelleyebilir.
Sonuç
Yeni Osmanlıcı anlatı, aşağılanma, kıskançlık, iğrenme, nefret, kaygı, öfke ve intikam gibi iç içe geçmiş duyguların oluşturduğu bir zeminde ortaya çıkmıştır. Bu duyguların kümülatif yoğunluğu ve dışavurumlarının iktidarın ele geçirilmesine bağlı olması, Yeni Osmanlıcılığın şekillenmesinde ressentiment duygusunun oynadığı önemli rolün altını çizmektedir. Birbirine benzeyen negatif duyguların basit bir toplamından farklı olarak ressentiment, dışa vurumcu bir şekilde ifade edilemeyen duyguların uzun süre içselleştirilmesinden kaynaklanan farklı bir bastırılmış psikolojik durumu ifade eder. Tarihsel olarak acı, zulüm ve adaletsizlik deneyimlerinin damgasını vurduğu mağduriyet anlatısı Erdoğan'ın iktidara gelmesiyle büyük ölçüde hafiflemiş olsa da ressentiment'ın duygusal tezahürleri ortadan kalkmamıştır. Aksine, Cumhurbaşkanı ve destekçileri tarafından gerçekleştirilen sayısız sembolik eylemde ifadesini bularak devam eden bu duygu biçimi yoğunlaşarak varlığını korumaktadır. Bu kalıcı durumu en iyi karakterize eden duygusal durum, telafi talepleri görünürde yerine getirilmiş olmasına rağmen geçmişin yaralarına bağlı kalan ve bu halet-i duygu biçiminden çıkamayan özneleri yansıtan bir duygu olan ressentiment duygusudur.
Ressentiment duygusuna neden olan söz konusu yaralar ve travmalar her defasında sadece hatırlanmakla kalmayıp, aktif bir şekilde fetişleştirilerek doymak bilmez, uzlaşmaz bir intikam arzusunu besliyor gibi görünmektedir. Yeni Osmanlıcılık sadece nostalji duygusu ile değil, kimliğin oluşumuna içkin hale gelen daha derin, varoluşsal bir durum olan ontolojik ressentiment duygusu ile desteklenmektedir. Erdoğan, ressentiment duygusundan yararlanarak, Türkiye'nin tarihsel ve güncel adaletsizliklerin üstesinden gelen dirençli bir millet olduğu söylemini güçlendiriyor. Ancak bu yaklaşım aynı zamanda kutuplaşmayı yoğunlaştırmakta ve belli kesimlerin yabancılaşmanı ve hayal kırıklığına uğraması risklerini taşımaktadır. Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin kimliğini ve politikalarını şekillendirirken hem nostaljiyi hem de ressentiment duygusunu kullanmaya devam ederken, bu stratejinin uzun vadeli olası olumsuz sonuçları açısından kritik bir tartışmayı beraberinde getirdiği görülmektedir.
Nostalji ve ressentiment duygusunun birleşimi, Erdoğan’ın iktidarını konsolide eden önemli iki yapı taşı olarak varlığını sürdürmektedir. Bu siyaset yapma biçimi, iktidar yanlıları açısından geçmişi idealize ederek gelecek için umut aşılarken, diğer yandan da geçmişten gelen şikayetleri ve mağduriyetleri sürekli vurgulayarak olası hayal kırıklıklarının yükünü dış ve iç düşmanlara yönlendirmektedir. Bu ikili yaklaşım, özellikle ekonomik veya siyasi belirsizlik dönemlerinde iktidarın politikalarını meşrulaştırmakta ve tabanını konsolide etmektedir. Erdoğan'ın nostalji ve ressentiment duygusu sentezinin etkili olduğu kanıtlanmış olsa da birtakım riskleri de beraberinde getirdiği görülmektedir. Araştırmacılar, bu yaklaşımın toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren ve muhalif sesleri yabancılaştıran bir kuşatma zihniyetini beslediğini ifade ediyorlar. Geçmişin romantikleştirilmesi ve mağduriyetlere odaklanılması, var olan sosyo-ekonomik, politik ve bürokratik yapısal sorunların genellikle içerideki ve dışarıdaki mihraklara yükleniyor olması, sistemik sorunların ele alınmasını ve çözülmesini engelleyebilir. Buna ek olarak, iktidara desteğin sürdürülmesi için büyük ölçüde milli gurur, içe kapanmacı yerlilik ve tarihsel travmaların sürekli hatırlatılmasına bel bağlanması, somut gelişmelerin gerçekleşmemesi halinde hayal kırıklığı riskini de beraberinde getirmektedir. Erdoğan'ın düşmanların üstesinden gelme ve güçlü-büyük Türkiye hedefine ulaşma vaatleri, ekonomik zorlukların devam etmesi veya dış politika hedeflerinin daha fazla izolasyona yol açması halinde boşa çıkabilir.
i. “PLEDGE: Yakınma Siyaseti ve Demokratik Yönetişim” adlı araştırma projesi Avrupa Birliği tarafından esteklenmektedir. Sözleşme Numarası 101132560 olan PLEDGE araştırma projesinin internet sayfasına erişim için bkz., https://www.pledgeproject.eu. Katkıları için projede benimle birlikte yer alan Dr. Özlem Cihan’a teşekkür ederim.
ii. Kemalist mirasın neo-Osmanlıcı bir mirasa dönüştürülmesiyle ilgili olarak AKP döneminin ayrıntılı bir anlatımı için bkz. Chudziak'a (2024). Miniatürk'ün yerleştirilmesi, her 29 Mayıs'ta İstanbul'un fethinin kitlesel olarak kutlanması ve İstanbul'da Panorama 1453 Tarih Müzesi'nin açılması gibi çeşitli örneklere atıfta bulunan Chudziak (2024), AKP iktidarı altında değişen hafıza politikalarını açıklamaktadır.
iii. Erdoğan’ın konuşmasının detayları hakkında bkz., https://basin.ktb.gov.tr/TR-175032/3-milli-kultur-surasi-basladi.html erişim tarihi 21 Mayıs 2025.
iV. Erdoğan’ın “dindar ve kindar gençlik” retoriği hakkında bkz., https://www.gercekgundem.com/siyaset/180604/sosyologlar-dindar-nesil-projesinin-basarisizligini-degerlendirdi-amac-rejimi-kalicilastirmakti?utm_source=chatgpt.com erişim tarihi 22 Mayıs 2025.
v. Erdoğan, Recep Tayyip, Sırtımızı Doğu’ya, Güney’e dönmeyiz, Dünya Gazetesi https://www.dunya.com/gundem/sirtimizi-dogu039ya-guney039e-donmeyiz-haberi-172151 Erişim Tarihi 21 Mayıs 2025.
Kaynakça
Adar, Sinem (2024). “Turkey in MENA, MENA in Turkey: Reasons for Popularity, Limits of Influence,” SWP Research Paper, Stiftung für Wissenschaft und Politik, Berlin.
Aeschbach, Sebastian (2017). Ressentiment: An anatomy. Université de Genève.
Arpac, Özlem and Graham Bird (2009). “Turkey and the IMF: A Case Study in the Political Economy of Policy Implementation,” Review of International Organizations 4, No. 2: 135–157.
Boyraz, Cemil (2018). “Neoliberal populism and governmentality in Turkey: The foundation of communication centers during the AKP era,” Philosophy and Social Criticism, Vol. 44(4): 437–452
Bozdağlıoğlu, Yücel (2008). “Modernity, Identity and Turkey’s Foreign Policy”, Insight Turkey 10, No. 1/4: 55–75.
Bozoğlu, Gönül (2019). “‘A great bliss to keep the sensation of conquest alive!’: the emotional politics of the Panorama 1453 Museum in Istanbul,” in Chiara di Cesari and Ayhan Kaya, eds., European Memory in Populism. London: Routledge: 91-111.
Brown, Wendy (2018). “Neoliberalism’s Frankenstein: Authoritarian Freedom in Twenty-First Century Democracies.” Critical Times 1(1): 60-79.
Brubaker, Roger (2017). “Between Nationalism and Civilization. The European Populist Moment in Comparative Perspective,” in Ethnic and Racial Studies 40, No. 8/15: 1191–1226.
Çağaptay,Soner(2017). The New Sultan: Erdogan and the Crisis of Modern Turkey. London: I.B.Tauris.
Capelos, Tereza and Nicolas Demertzis (2022). “Sour grapes: Ressentiment as the affective response of grievance politics,” The European Journal of Social Science Research, 35(1), 107-129.
Capelos, Tereza and Nikos Demertzis (2018). “Political action and resentful affectivity in critical times”, Humanity andSociety, 42 (4): 410–433.
Capelos, Tereza, Mikko Salmela, and Gabija Krisciunaite (2022). "Grievance politics: An empirical analysis of anger through the emotional mechanism of Ressentiment. Politics and Governance, 10.4: 384–395.
Capelos, Tereza, Stavroula Chrona, Mikko Salmela, and Cristiano Bee (2021). “Reactionary Politics and Resentful Affect in Populist Times”, Politics and Governance, Volume 9, Issue 3, Pages 186–190, https://doi.org/10.17645/pag.v9i3.4727
Chudziak, Mateusz (2024). “Neo-Ottoman Memory of ‘New Turkey’,” Balcanica Posnaniensia. Acta et studia, XXXI: 277–297,
Demertzis, Nicolas (2020). The political sociology of emotions: Essays on trauma and ressentiment. Routledge.
Fantini, Bernardino, Dolores Martín Moruno and Javier Moscoso, eds. (2013). On Resentment: Past and Present. Cambridge: Cambridge Scholars Publishing.
Flinders, Matthew (2020). “Why feelings trump facts: Anti-politics, citizenship and emotion.” Emotions and Society, 2(1): 21-40.
Kaya, Ayhan (2015). “Islamisation of Turkey under the AKP Rule: Empowering Family, Faith and Charity,” South European Society and Politics, Vol. 20, No. 1: 47-69
Kaya, Ayhan and Ayşe Tecmen (2019). “The use of the past in populist political discourse: Justice and Development Party rule in Turkey,” in Chiara di Cesari and Ayhan Kaya, eds., European Memory in Populism. London: Routledge: 69-90.
Kaya, Ayhan, Ayşenur Benevento, Metin Koca, eds. (2023). Nativist and Islamist Radicalism: Anger and Anxiety. London: Routledge.
Kirişçi, Kemal (2011). “Turkey’s “Demonstrative Effect” and the Transformation of the Middle East,” Insight Turkey 13, No. 2/4: 33–55.
Marañón, Gregorio (1956). Tiberius: A Study in Resentment. London: Hollis and Carter.
Meltzer, Brnard R., & Musolf, Gill R. (2002). “Resentment and Ressentiment,” Sociological Inquiry, 72(2): 240–255.
Minkkinen, Panu (2007). “Ressentiment as Suffering: On Transitional Justice and the Impossibility of Forgiveness,” Law & Literature, 19(3): 513–531.
Nietzsche, Friedrich (1967). On the Genealogy of Morals. Vintage Books.
Nietzsche, Friedrich (1968). The Will to Power. Translated by Walter Kaufmann. New York: Vintage.
Salmela, Mikko and Tereza Capelos (2021). “Ressentiment: A Complex Emotion or an Emotional Mechanism of Psychic Defences?” Politics and Governance, Volume 9, Issue 3, Pages 191–203,
Scheler, Max (1915/2010). Ressentiment. Translated by Louis A. Coser. Milwaukee: Marquette University Press
Smith, Adam (1759). The Theory of Moral Sentiments. Edinburgh: A Millar, A Kinkaid, and J. Bell.
Tokdoğan, Nagehan (2024). Neo-Ottomanism and the Politics of Emotions in Turkey: Resentment, Nostalgia, Narcissism. Switzerland: Springer Palgrave
Tuğal, Cihan (2009) Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism, Stanford University Press, California.
Tuğal, Cihan (2011) “The Islamic making of a capitalist habitus: the Turkish sub-proletariat’s turn to the market.” Research in the Sociology of Work, Vol. 22: 85–112.
Tuğal, Cihan (2012). “Fight or Acquiesce? Religion and Political Process in Turkey’s and Egypt’s Neoliberalizations,” Development and Change 43, No. 1/6: 23–51.
Ure, Michael (2015). “Resentment/Ressentiment,” Constellations, 22(4): 599–613.

Yorum Yazın