Medyada yer alan görüntülerde Beyaz Ev’in o ünlü şöminesinin her iki yanında Donald Trump ve Tayyip Erdoğan samimi bir pozda oturuyorlar. Anlaşmaya vardıkları başlıklar da arkalarındaki listede maddeler halinde yer alıyor. Erdoğan’ın arkasındaki Türkiye’nin taahhütleri arasında “Türkiye Heybeliada Ruhban Okulu için üzerine düşeni yapacak” başlığı yer alıyor.
Bu kararın da çok önce verildiği anlaşılıyor: Şu anda Ruhban Okulu’nu tam donanımlı bir “teoloji üniversitesi”ne -ya da belki başka bir şeye- dönüştürecek inşaatlar devam ediyor. Tanınmış bir mimarın hazırladığı mimari projeler çoktan tamamlanmış, onaylanmış ve uygulamaya geçilmiş. Proje için gerekli finansman kaynakları bulunmuş. İşlevlere göre tasarlanmış mekan düzenleri, toplantı ve seminer salonları, çalışma mekanları için kararlar verilmiş. Bu çalışmaların devletin onayı ve izni olmadan yapılması imkansız.
Belli ki anlaşma bu açıklamanın epey öncesine uzanıyor.
Büyük bir ihtimalle, tam da bu karar arifesinde devlet içindeki milliyetçi çevrelerin, Türk Tarih Kurumu önderliğinde Heybeliada’daki lisede çocukların karşısında bir konferans düzenlediklerini hatırlıyorum. Konuşmacıların kürsüye vurarak, “Patrikhane ve Ruhban Okulu içimizdeki hainlerdir, buradan atılıp, Yunanistan’a gönderilmelidirler” gibilerinden sözler sarf ettiklerini de. O tarihlerde devlet içinde iki görüşün çatışma evresinde oldukları belli oluyor. Milliyetçi tarafın böyle gerilimli bir toplantı düzenleyerek hükümeti geri adım attırmaya çabaladıklarını tahmin etmek zor değil.
Ancak hükümetin başındakilerin yalnızca “ABD istedi” diye bu kararı verdiklerini düşünmüyorum. Ruhban sınıfının İstanbul’dan yetiştirilmesinin “anlam ve önemi”ni –Ukrayna-Rusya Savaşı ile- anladıklarını ve tercihlerini bu yönde yaptıklarını varsayıyorum.
Patrikhane, Ruhban Okulu Osmanlı modernleşme sürecinin kurumları
1971 yılında Anayasa Mahkemesi’nin “özel” yüksek okulların kapatılmasına dair aldığı kararla kapatılan olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun durumu on yıllardır uluslararası platformlarda tartışılıyor. Lozan Anlaşması’nın İstanbul’daki Rum topluluğuna tanımış olduğu hakların ihlali yanında Ruhban Okulu ve Patrikhane’nin statülerindeki tanımsızlık önemli bir çelişki oluşturuyor.
Kimileri Ruhban Okulu’nu (ve Rum Ortodoks Patrikhanesi’ni) “Bizans’tan kalma” kurumlar olarak görüyor. Adalar’daki –ülkede yegane açık kalmış olan- Ortodoks manastırlarını da.
Oysa Patrikhane, Ruhban Okulu gibi dini kurumlar (tıpkı Rum topluluğunun kültür ve eğitim kurumları gibi) Osmanlı modernleşme sürecinin kurumları.
Bunlar modernleşme sürecinde Ortodoks kimliğinin inşa kurumları. Diğer taraftan Patrikhane, Ruhban Okulu, Halki Ticaret Mektebi, Büyükada Yetimhanesi Yunan kimliğinden ayrı, “milli olmayan” imparatorluk yönetimselliği içinde yer alıyorlar. Ruhban Okulu’nun mekânsal düzeni bu Bizans geçmişine referansla oluşturulmuş. Tıpkı Halki Ticaret Enstitüsü (Üniversitesi) gibi buradaki önemli bir manastırın etrafına inşa edilen binalardan oluşuyor.
Bu kurumlar modernleşme sürecinde Ortodoksluğun yeniden keşfiyle yeniden canlandırılan ulus-aşırı ağlara sahip bir yapılar. İmparatorluğun modernleşme sürecinde şehrin bu yeni dönemdeki ticari, siyasal, kültürel ağ yapısının içinde yer alan eğitim kurumları.
İstanbul klasik dönemde olduğu gibi, Sanayi Devrimi sonrasında da eşsiz konumu nedeniyle bir Avrupa’nın en önemli ticaret ve finans merkezlerinden biri halini alıyor. Taşınan emtialar açısından Avrupa’nın en büyük limanlarından biri. Çok geniş bir coğrafyadan, birbirinden çok farklı toplulukların göçleri yaşanıyor. Şehrin nüfusu üç kat artıyor. Bu diğer topluluklarda olduğu gibi farklı Rum-Ortodoks toplulukları -aynı kimlik altına alabilmek- için eğitim kurumları inşa ediliyor. Bu kurumların kurulmasını padişahlar teşvik ediyor.
Böylece imparatorluğun merkezinde dünyada eşi benzeri olmayan kimlik inşa kurumları yer alıyor: Hem “Bizans’ın icadı” ile inşa edilen İstanbul merkezli bir Ortodoks kimliği… Hem de aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimsellik kurumları . Bunlar bir taraftan “millet” kavramını inşa ederlerken bir taraftan da -bugün dahi- ulus-aşırı özellikler taşıyorlar.
Farkındaysanız aynı zamanda bir kutuplaştırma alanı, “kültürel miras” denen şey. Şehirdeki kozmopolit yaşamın yok edilmeye çalışılması -tıpkı diğerleri gibi- Yunan milliyetçiliğinin ideallerine denk düştü. Böylece Ortodoks dünyası üzerindeki güçlü bir kültürel merkez, İstanbul devre dışı kalmış oldu. Şimdi bir parça neyin, nasıl bir değerin kaybedildiği biraz olsun fark ediliyor.
Osmanlı yurttaşlığı fikri klasik Osmanlı mirası değil, modern bir politik bir tasarımdı
Osmanlı modernleşme süreci, sonradan “millet” adı verilen toplulukları kendi kompartımanları içinde benzerlikler üzerine kurulmuş prototiplere dönüştürdü. Her millet kendi diniyle, diliyle, edebiyatıyla, kültürüyle, alfabesiyle nispeten ayrı bir kamusal alana kavuştu. Bu geleneksel cemaat yapılarından farklı bir durumdu. .Aynı millet topluluğu içine girenler arasında farklı dilleri konuşanlar vardı. Modernleşme sürecinde bu kültürel merkezler önemli bir rol oynadılar. Kimlikler, benzerlikler üzerinden din ve eğitim kurumları tarafından prototipleştirildi. Milletlerin inşasında kültür ve sanat başat bir rol oynadı.
Osmanlı yurttaşlığı fikri, klasik Osmanlı, ya da Roma mirası değildi. İmparatorluğun modernleşme sürecinde, ulus-devletler kurulurken hayatta kalmak için inşa etmeye çalıştığı politik bir tasarımdı. Bu nedenle geleneksel olarak devralınmış bir yapı değil, kamu gücüyle uygulanmaya çalışılmış bir projeydi.
Bu açıdan bakıldığında Osmanlı modernleşme sürecinde inşa edilen bu kurumların dünyada eşleri benzerleri yok.
Heybeliada’daki Ruhban Okulu örneğin. Bizans döneminde burada bulunan manastır yeniden yapılandırılarak Ortodoks dünyasının bir kimlik inşa merkezi halini alıyor. Patriklik makamının temel kurumu. Hatırlatalım: Büyükada’nın Hristos tepesine o tarihlerde “şehrin en görkemli oteli” olarak inşa edilen Prinkipo Palace 2. Abdülhamit’in desteğiyle Patrikhane tarafından Yetimhane’ye dönüştürülüyor.
Bu eğitim kurumlarının varlığı bir bakıma imparatorluk ağlarıyla bütünleşen, ulus-devletler gibi ayrışmayan, hayırseverlik mekanizmalarıyla zenginleşen farklı bir kamu anlayışının zaferi.
Buna karşılık hala ulus-devletin kamu kavramı içinde Ruhban Okulu’nun ve Patrikhane’nin varlığı bu nedenle hala bir sorun gibi algılanıyor. Onun Yunanistan’a gitmesini isteyenler farkında olmadan savaş sonrası yaşanan farkındalığa sahip olmadıklarını gösteriyorlar. Osmanlı imparatorluğunun -Avrupa Birliği daha yokken- nasıl bir modernleşme deneyimi yaşadığını görmezden geliyorlar.
Birisi Ruhban Okulu’nu neredeyse “Yunan devletinin bir kuruluşu” olarak görürken ve onu ülke dışına atmak isterken, diğeri onun -belki de bir takım dürtülerle- başka bir şey olduğunu ve bölge için nasıl bir değer, bir miras özelliği taşıdığını anlıyor. Birisi onu Fatih kaymakamlığının altına yerleştirirken -ve şehirde mevcudiyeti kalmamış Rum topluluğunun müftülük benzeri bir kurumu olduğunu düşünürken- diğeri onun küresel ağlar içinde yer aldığını ve bunun nasıl bir önem taşıdığını fark ediyor.
İşte o zaman o birileri “kendi kalesine gol atan” futbolculara benziyor
“Bu devletin kafası da amma karışık” diyeceksiniz, biliyorum:
Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ABD Başkanı Trump’a verilen bir ödün mü? Yoksa tam tersine binlerce yıldır imparatorluklara başkentlik yapmış bir şehrin elindeki en önemli miras değerlerinden biri mi? Hangisi?
Birisi Ruhban Okulu’nu neredeyse “Yunan devletinin bir kuruluşu” olarak görürken ve onu ülke dışına atmak isterken, diğeri onun -belki de bir takım dürtülerle- başka bir şey olduğunu ve bölge için nasıl bir değer, bir miras özelliği taşıdığını anlıyor.
Birisi onu Fatih kaymakamlığının altına yerleştirirken -ve şehirde mevcudiyeti kalmamış Rum topluluğunun müftülük benzeri bir kurumu olduğunu düşünürken- diğeri onun küresel ağlar içinde yer aldığını ve bunun nasıl bir önem taşıdığını fark ediyor.
Farkındaysanız aynı zamanda bir kutuplaştırma alanı, “kültürel miras” adı verilen şey. Şehirdeki kozmopolit yaşamın yok edilmeye çalışılması -tıpkı diğerleri gibi- Yunan milliyetçiliğinin ideallerine denk düştü. Böylece Ortodoks dünyası üzerindeki güçlü bir kültürel merkez, İstanbul devre dışı kalmış oldu. Şimdi bir parça neyin, nasıl bir değerin kaybedildiği biraz olsun fark ediliyor.
Anladığım kadarıyla kafaların nerede karıştığı belli. Asıl sorun İstanbul’un küresel ağlar içindeki rolünün iptal edilmeye çalışılması.
İşte o zaman o birileri “kendi kalesine gol atan” futbolculara benziyor.

Yorum Yazın