Şiddet dediğimiz şey çoğu zaman bir yumruğun izi kadar görünür değildir.
Bazen insanın ruhundaki en keskin yarayı açan, işte tam o görünmeyen dokunuştur.
O dokunuş, bir evin mutfağına, bir fabrikanın atölyesine, bir inşaatın gövdesine ya da bir hastane odasına siner. Kimi zaman sofraya konan bir tabakta, kimi zaman çocuk ellerin taşıdığı bir tuğlada, kimi zaman bir yaşlının sessiz adımlarında belirir.
Çoğu zaman kimse fark etmez; çünkü bu şiddet bağırarak değil, gündelik hayatın içine ince ince sızarak gelir.
Ve işte tam da bu yüzden en tehlikeli halini, kimse onu adlandırmadığında alır.
Yani bu ülkede bazı acılar bir anda olmaz; sistemli bir sessizliğin birikmiş ağırlığı ile meydana gelir.
Johan Galtung’un kavramsallaştırdığı yapısal şiddet, tam da bu görünmezliğiyle keskindir. Galtung’a göre bir insanın hayatını tehlikeye atan şey doğrudan bir saldırıdan değil; o insanı korumasız bırakan ihmal zincirinden doğar.
Bir çocuğu, bir kadını, bir yaşlıyı savunmasız bırakan her kurumsal eksiklik; fark ettirmeden o insanın canını acıtır, hayatını sessizce kısıtlar ve onu görünmez bir tehdidin içine atar.
Ben de Maltepe Üniversitesi’nde yürüttüğüm “Güvenlikleştirme Kuramı Kapsamında İstanbul Sözleşmesi” başlıklı tez çalışmamda, tam olarak bu görünmez şiddetin söylemle nasıl korunduğunu, siyasetin diliyle nasıl yeniden üretildiğini incelemiştim. Devletin ve iktidarın “tehdit”, “risk”, “tehlike” gibi kavramları nasıl politik araçlara dönüştürdüğünü analiz ederken fark ettim ki: Bu ülkede şiddet sadece bir eylem değil; bir anlatı, bir çerçeveleme, bir siyasal tasarımdır.
Son haftalarda art arda gelen zehirlenme vakaları bunun en çarpıcı örneği. Günlerce hayattan koparılan bir ailenin neden zehirlendiğini tartıştık. Midye mi suçluydu, çorba mı, lokum mu? Sonra ailenin kaldığı otelde yapılan ilaçlama sonucunda zehirlenme olduğu ortaya çıktı. Otel suçluydu. Hadi bir adım daha öteye gidelim. Otelin yöneticileri ve ilaçlama firmasının sahipleri suçluydu. Şimdilik tutuklandıklarına dair bilgiler mevcut. Ne kadar sürer tutukluluk halleri bilinmez. Ama gerçekte kim suçluydu?
Bu olaydan sadece birkaç gün sonra başka restoranların yemeklerinden zehirlenen onlarca insan haberleri gelmeye başladı. Bir anda gıda güvenliği ‘‘risk’’ olarak konuşulur hale geldi.
Ama gerçekten bir anda mı oldu bunlar?
Yoksa yıllardır biriken ihmallerin, eksilen denetimlerin, göz ardı edilen uyarıların sessiz patlaması mıydı?
Bu yaşanılanlar gerçekten bir kaç kişinin ihmali ile açıklanabilir miydi?
Bu, basit bir ihmalkârlık değildir. Bu, “hayatın değeri”nin ekonominin hızına ve piyasanın çıkarına kurban edilmesidir.
Galtung’un teorisine göre fail asla görünmez. Yani bu durumda bozuk olan yemek değil; bozuk olan sistemin kendisidir.
Eren Eroğlu ve Eren Dağ…
Yaklaşık 11 yıl arayla hayatını kaybeden iki çocuk işçi.
Yalnızca iki isim değil, 11 yıldır değişmeyen güvensizliğin sembolü.
Türkiye’de 15-17 yaş aralığında yaklaşık 1,5 milyon çalışıyor. Kayıtdışı ve 15 yaş altı çocuklar dahil edildiğinde gerçek sayı uzmanlara göre 3-4 milyona ulaşıyor.
Çoğu korunaksız, güvencesiz ve çaresiz…
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği ( İSİG) Meclisinin verilerine göre bu yıl en az 82 çocuk çalışırken hayatını kaybetti. İnşaatta, tarlada, fabrikada, yüksek gerilim hattında… Bunlar sayı değil, hayattan koparılan çocuklar…
Bu ölümler “kaza” değil. Bunlar yoksulluğun, denetimsizliğin, eğitimsizliğin ve politik tercihlerle yaratılmış kırılganlığın sonucudur. Yani çocukların yaşam hakkı, sistemin eksiklikleri yüzünden ellerinden alınmaktadır.
Ve Abdullah Amca…
Kanser gibi zor bir hastalığı yenmiş, umutla yeni bir başlangıca hazırlanmış bir insan. Gözlerinde yeniden kazandığı hayatın ışıltısıyla yürürken, bir sabah sokak ortasında hunharca öldürülüyor.
Görmüş olduğumuz şey yalnızca bir cinayet değil; ölümün ötesinde, bir devletin koruma görevini yerine getirmemesinin, sosyal mekanizmaların çökmüş olmasının, güvenlik politikalarının bireyi değil sistemi merkeze almasının sonucudur.
Bu ülkede insanlar, saldırıya uğradıkları için değil, kimse onları korumadığı için ölmektedir.
Tıpkı kadınların yaşadıkları gibi…
Bu ülkede kadınların yaşadığı sistemsel şiddet de yalnızca bireysel failden değil, söylemle yaratılan kurumsal boşluklardan beslenir. İstanbul Sözleşmesi üzerine yürüttüğüm tez çalışmamda da gördüğüm gibi: Bir sözleşmenin “tehdit” olarak sunulması, kadınların gerçek güvenlik ihtiyacının göz ardı edilmesidir. Bu da yalnızca söylemsel bir şiddet değil, kadınların yaşam hakkını siyasetin diline kurban eden, devletin koruma sorumluluğunu bilerek geri çektiği, sistematik bir şiddet üretimidir.
Ve belki de en acı olan, bütün bu şiddetin zamanla “normal” sayılmasıdır. Zehirlenen insanlar için “olur.” Ölen çocuklar için “kader.” Sokakta öldürülen yaşlılar için “yazık.” Şiddet gören kadın için “aile meselesi.”
Normalleşen her kelime, yapısal şiddetin dildeki izidir.
Çözüm ise ancak görünmeyeni görünür kılmakla mümkündür.
Gündelik hayatın içindeki bu yıpratıcı örüntülerin, bir bireyin değil bir sistemin suçu olduğunu kabul etmek gerekir.
Türkiye yaralarını ancak bu görünmez şiddeti görünür kıldığında iyileştirebilir.
Ve belki o zaman hayat, herkes için aynı ağırlıkta akmaya başlar.




























Yorum Yazın