Eğer Türkiye, “Rojava statüsünün kabul edilmesi mi, yoksa çözüm sürecinin sona ermesi mi?” ikilemiyle karşılaşırsa, hiç kuşkusuz çözüm sürecinin sona ermesi tercihini yapacaktır. Çünkü Ankara, Rojava meselesini esasen bölgesel güvenlik perspektifiyle okumakta ve bu konuda ABD ile bazı mutabakatlara vardığı anlaşılmaktadır.
PKK’nin silahsızlandırılması sürecinde kritik bir eşik aşılırken, Rojava sahasında süreci rayından çıkarma potansiyeli taşıyan gelişmeler yaşanıyor. Geçtiğimiz hafta yerel lokasyonlarda SDG ile HTŞ, SDG ile Arap aşiretleri arasında çatışmalar patlak verdi. Paris’te planlanan çözüm konferansı gerçekleştirilemedi. Şam’da Colani ile YPD arasında yürütülen temaslardan da henüz somut bir sonuç çıkmadı. Tüm bu belirsizlikler içinde PYD, 10 Mart 2025’te imzalanan 10 maddelik anlaşmayı yeniden gözden geçireceğinin sinyallerini verdi. 8 Ağustos’ta Haseki’de düzenlenen Ortak Tutum Konferansı’nda mevcut Rojava statüsü ve silahlı yapısının korunacağı ve bundan taviz verilmeyeceği açıklandı.
Ankara, bu tutumu 10 Mart anlaşmasının ruhuna aykırı buldu. Rojava-Şam-Ankara hattındaki gerilim tırmanırken son olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan devreye girdi. YPG’nin sisteme entegre olmak istememesini “açık bir meydan okuma” olarak niteledi ve SDG’ye hitaben, “Sizin küçük kurnazlıklarınızı görmüyor değiliz. Türkiye’de yürüyen süreç bizi ilgilendirmiyor. Peki sizi ne ilgilendiriyor? Bölgedeki Kürt kardeşlerimizi İsrail’in maşası yapmak mı?” diyerek sert bir çıkış yaptı. DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan ise Fidan’ın açıklamalarını eleştirerek, “Sürece uygun bir dil kullanmıyor, demagoji yapmayı tercih ediyor. Bu buyurgan, kibirli dil ancak süreç karşıtlarının elini güçlendirir” ifadelerini kullandı.
Süreci bozmaz tezi
Peki, bu gelişmeler Türkiye’de yürüyen PKK’nin silahsızlandırılması sürecini bozacak bir karaktere bürünür mü? Bu soruya iki farklı tez üzerinden yanıt verilebilir. Birinci tez, Rojava’daki gelişmelerin Türkiye’deki süreci etkilemeyeceği yönündedir. Bu görüşe göre silahsızlandırma süreci Rojava eksenli yürütülmemektedir. Ankara, başından itibaren Rojava’nın süreçle nedenselleştirilmesine karşı çıkmış; Rojava’nın geleceğini esasen uluslararası güç mücadelesinin konusu olarak görmüş ve Türkiye’deki sürecin bundan bağımsız şekilde ilerletilmesi gerektiğini savunmuştur. Kulislerde sıkça dile getirilen bu yaklaşım, Mazlum Abdi’nin Öcalan’ın 27 Şubat çağrısının kendilerine yönelik olmadığını açıklamasıyla da örtüşmektedir. Dolayısıyla bu tez, Türkiye’deki silahsızlandırma sürecinin Rojava’daki dalgalanmalardan bağımsız olarak sürdürülebileceğini öne sürmektedir.
Süreci bozar tezi
İkinci tez tam tersini savunmaktadır: Rojava’daki gelişmeler, PKK’nin silahsızlandırılması sürecini bozabilir. Çünkü Rojava hem PKK, hem PYD hem de Öcalan açısından “kırmızı çizgi” niteliği taşımaktadır. Sızdırılan İmralı tutanaklarına bakıldığında, Öcalan’ın geçmişte iki kez Rojava meselesi nedeniyle süreçten çekilmek istediği, Rojava’yı defalarca “kırmızı çizgi” olarak tanımladığı görülmektedir. Bu nedenle Rojava’nın süreci bozma ihtimalini tümüyle dışlamak mümkün değildir. Ancak bu ihtimal, yaşanacak krizin derinliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin, HTŞ’nin Amerikan onayıyla 10 Mart anlaşmasının gereklerini uygulama adına Rojava’ya operasyon düzenlemesi ve burada kendi hâkimiyetini tesis etmeye çalışması durumunda, bunun faturası doğrudan Türkiye’deki sürece kesilmeyebilir. Buna karşılık, Türkiye’nin açık ve aleni bir Rojava operasyonuna girişmesi farklı sonuçlar doğuracaktır. Bu senaryoda sürecin sarsılması kaçınılmaz hale gelebilir.
Tercih zorlaması
Bu noktada dikkat çekici olan, geçmişte çözüm sürecinin Rojava nedeniyle akamete uğramış olmasıdır. Eğer bugün de benzer bir tablo ortaya çıkar ve süreç Rojava yüzünden bozulursa, bu durum tarafların süreci yeterince sağlam bir zeminde kurgulamadıklarının gerçeğini su yüzüne çıkartır. Böyle bir senaryoda her iki taraf da kamuoyu önünde zorlayıcı sorularla karşılaşır. Devlet ve iktidar kanadı, “Neden önceki çözüm sürecinden ders çıkarılmadı? Neden Rojava baştan itibaren sürecin bir parçası olarak değerlendirilmedi ve müzakere konusu yapılmadı?” eleştirilerine muhatap olacaktır. Kürt cenahı ise “Çözüm sürecini bozma nedeni olarak daha önce gösterdiğiniz bir başlıkta uzlaşı sağlanmadan neden yeni bir sürece başladınız? Rojava’yı yine gerekçe göstererek süreçten çekilmenizin mantığı nedir? Neden bu hayati konuyu süreç bağlamında ele alıp bir çerçeve oluşturmadan yola çıktınız?” sorularıyla karşılaşır. Dolayısıyla, sürecin Rojava yüzünden bozulması hem devlet hem de Kürt tarafı açısından ciddi meşruiyet tartışmalarını beraberinde getirecektir.
Olası denklem
Bununla birlikte, bu zorluk belirli bir denklemde farklı bir yönelim kazanabilir. Eğer Türkiye, “Rojava statüsünün kabul edilmesi mi, yoksa çözüm sürecinin sona ermesi mi?” ikilemiyle karşılaşırsa, hiç kuşkusuz çözüm sürecinin sona ermesi tercihini yapacaktır. Çünkü Ankara, Rojava meselesini esasen bölgesel güvenlik perspektifiyle okumakta ve bu konuda ABD ile bazı mutabakatlara vardığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Rojava ekseninde ortaya çıkacak bir kırılmanın, Türkiye açısından süreci sürdürmekten daha büyük bir risk olarak görüleceği açıktır. Yine de tarafların, meseleye bir uzlaşı zemini yaratarak yaklaşması ve krizi büyütmeden yönetmesi, hem sürecin hem de bölgesel istikrarın geleceği açısından en rasyonel seçenek olarak önümüzde durmaktadır.

Yorum Yazın