Biz, Otomatik Portakal’da olduğu gibi, sistemin bireyi dönüştürmek için her yolu meşru gördüğü bir oyunun içindeyiz. Bu oyunun adı: modern Türkiye’de Ludovico Tekniği. Fark şu ki, Alex gözlerini zorla açmak zorundaydı. Bizse kendi ellerimizle açıyoruz gözlerimizi — ama bakmamayı, hatta görmemeyi tercih ediyoruz. Çünkü görmek, anlamak; anlamak ise sorumluluk getiriyor. Belki de en çok bundan kaçıyoruz.
Stanley Kubrick’in 1971 yapımı Otomatik Portakal (A Clockwork Orange), yalnızca çarpıcı şiddet sahneleriyle değil, birey ile devlet arasındaki ilişkiye getirdiği radikal eleştirilerle sinema tarihine damga vurmuş bir başyapıttır. Anthony Burgess’in aynı adlı romanından uyarlanan film, özgür irade ile toplumsal düzenin çatışmasını distopik bir evrende sorgular. Suçlu genç Alex karakteri üzerinde uygulanan “Ludovico Tekniği” adlı deneysel yöntemle bireyin kötü olanı seçme hakkı bile elinden alınır. Devlet, şiddeti ortadan kaldırmak uğruna bireyin karar verme özgürlüğünü yok eder. Sonuç: suç işlemeyen ama düşünemeyen bir insan modelidir: itaatkâr, duygusuz ve mekanik.
Filmin en çarpıcı sorularından biri hâlâ zihnimde yankılanıyor:
“İyi olmak zorunda kalırsan, hâlâ iyi olabilir misin?”
Türkiye’de bu sorunun cevabını her gün yeniden yaşıyoruz.
Bugünün Türkiye’si, giderek bir Ludovico laboratuvarına dönüşüyor. Üstelik bu dönüşüm, gözlerden gizli değil; aleni ve sistemli biçimde, devletin bütün aygıtlarıyla yürütülüyor. Sorgulayan, düşünen birey değil; biat eden, uyum sağlayan ve itaat eden kitle makbul sayılıyor. Eğitim sistemi, merak etmeyi değil ezberlemeyi öğütlüyor. Gençlerin hayal kurmasına değil, hazır kalıplara göre yaşamasına çalışılıyor. Üniversiteler bilgi üreten değil, sadakat öğreten kurumlara dönüşüyor.
Medya, iktidarın dilini çoğaltan yankı odasına dönüşmüş durumda. Haber, hakikatin değil; iktidarın işaret ettiği “gerçeğin” peşinden gidiyor. Alternatif sesler bastırılıyor; ya susturuluyor, ya marjinalleştiriliyor, ya da hedef gösterilerek “vatan haini” ilan ediliyor. Toplumun düşünsel çeşitliliği, otoriter bir tekliğe indirgeniyor.
Sokakta, üniversitede, iş yerinde ya da sosyal medyada farklı bir fikir dile getirmek cesaret gerektiriyor. Linç kültürü, hukukun yerini almış gibi. Eleştiri değil, sadakat talep ediliyor. Düşünce değil, ezber ödüllendiriliyor. Bu baskı ortamında insanlar kendi kendini sansürlemeye başlıyor. Tıpkı Alex’in gözleri zorla açılarak şiddet görüntülerine maruz bırakılması gibi, bizler de sürekli olarak tek bir anlatıya bakmaya, onu kabullenmeye zorlanıyoruz. Ancak fark şu: Alex orada direniyor, kusuyor, çırpınıyor. Biz ise susuyoruz.
Bu dönüşüm yalnızca bireysel değil, toplumsal belleği de dönüştürüyor. İnsanlar gördüklerini görmezden geliyor, duyduklarını duymamış gibi yapıyor. “Demek ki bir şey yapmıştır” cümlesi, toplumsal vicdanın yerini alıyor. Şiddet yalnızca olağanlaştırılmıyor; meşrulaştırılıyor, kutsanıyor.
Toplumun içine itildiği bu ahlaki körlük, Alex’in Beethoven sevgisiyle kurduğu bağda sembolik bir yankı bulur. Alex, şiddet eğilimli bir karakterdir; ama aynı zamanda Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni tutkuyla sever. Müzik, onda saf bir duygu, neredeyse ilahi bir haz uyandırır. Ne var ki, Ludovico Tekniği uygulanınca artık Beethoven dinlemek bile ona işkenceye dönüşür. Çünkü sistem, sadece şiddeti değil, estetiği, tutkuyu, bireysel zevki de denetim altına almak ister.
Tıpkı Türkiye’de sanatın, kültürün, müziğin bile siyasal sadakate göre şekillendirilmeye çalışılması gibi. Sanatçılar ya iktidarı alkışlamak zorunda ya da susturulmakla karşı karşıya. Estetik ve ifade özgürlüğü, tıpkı Alex’in Beethoven’ı gibi, bir zevk olmaktan çıkıp, bir tehdit unsuru hâline geliyor.
Bir noktadan sonra şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz:
“Seçme özgürlüğümüz elden alındığında, kimliğimizin ne kadarı kalır?”
Gerçek özgürlük yalnızca seçim hakkı değil; seçmeyi, yanılmayı, itiraz etmeyi, değiştirmeyi de kapsar. Ancak Türkiye’de bugün, bu alanlar giderek daraltılıyor. Özgürlük, vitrin süsü gibi gösteriliyor ama içi boşaltılmış durumda. Onun yerine “ahlak”, “vatan”, “güvenlik” gibi kavramlar sunuluyor — ama bu kavramlar sadece kontrol mekanizmaları olarak kullanılıyor.
Ve biz, Otomatik Portakal’da olduğu gibi, sistemin bireyi dönüştürmek için her yolu meşru gördüğü bir oyunun içindeyiz. Bu oyunun adı: modern Türkiye’de Ludovico Tekniği.
Fark şu ki, Alex gözlerini zorla açmak zorundaydı. Bizse kendi ellerimizle açıyoruz gözlerimizi — ama bakmamayı, hatta görmemeyi tercih ediyoruz. Çünkü görmek, anlamak; anlamak ise sorumluluk getiriyor. Belki de en çok bundan kaçıyoruz.

Yorum Yazın