Son birkaç yüzyılın en çok konuşulan sorusu — hayatın anlamı — çoğu zaman kent yaşamının içinde görünür olur. Çünkü şehirler yalnızca mekân değildir; modern zamanın hızını, ritmini ve beklentilerini düzenleyen yapılardır. Bir şehirde günlük hayat yalnızca akmaz; bizi yetişmeye, yargılamaya, kıyaslamaya zorlayan bir yoğunluk da üretir. Neden çalıştığımıza, başardığımıza tükettiğimize neden bulmak zorundayız, üstelik çoğu zaman, nedenlerimizin meşruluğunu çevremize de kanıtlama gerekliliğini hissederiz. Bu baskının sosyolojik arka planını en iyi tarif edenlerden biri Georg Simmel’dir. Ona göre “modern hayatın en derin sorunları, bireyin metropolün devasa güçleri karşısında kendi özerkliğini koruma çabasından doğar.” Şehir büyüdükçe, bireyin kendini koruma gayreti de artar — hatta bazen biz küçülüyormuşuz gibi hissederiz.
Bu baskı, gündelik dilde ve kamusal söylemde de iz bırakır. Reklam panolarından belediye duyurularına, kurumsal kampanyalardan kişisel motivasyon cümlelerine kadar pek çok yerde benzer bir vurgu karşımıza çıkar: daha hızlı, daha iyi, daha erken, daha güçlü, daha verimli… Bu ifadeler tek bir kelimeyle açıklanamaz; fakat hepsi modern hayatın aynı yönünü işaret eder: sürekli artması, gelişmesi, çoğalması gereken bir şey varmış gibi yaşamak - Neyseki Uluslararası Olimpiyat Komitesi 2021 yılında geleneksel Olimpiyat sloganı "Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü” ifadesine bir tire işaretinden sonra “birlikte” kelimesinin eklenmesini onayladı.
Walter Benjamin’in flanörü, vitrinin, pasajın ve hareketli caddelerin arasında dolaşırken, tam da bu artış fikrinin ürettiği modernlik halini hisseder. Kentin vaat ettiği “daha fazla” imgesi, bazen insanı güçlendirir, bazen de içini boşaltır. Bu noktada aklıma Kırmızı Başlıklı Kız masalındaki o sahne geliyor. Çocuk, anneannesinin yüzündeki tuhaflıkları fark eder ama tehlikeyi henüz göremez; yalnızca “daha büyük gözler, daha büyük kulaklar, daha büyük bir ağız…” diye tekrarlar. Kurdun yüzümüze baktığını göremiyoruz. Kurt çoktan anlama dair sorularımızı mideye indirmiştir bile.
Oysa anlam sorusu yalnızca şehirde ortaya çıkmaz; ama şehirde keskinleşir. Ritmi, ışığı, yoğunluğu bize sorularımızı büyüten bir ortam sunar. Fakat mekân değiştiğinde — örneğin bir göl kıyısında, bir ormanın içinde ya da sessiz bir patika boyunca yürürken — aynı soruların tonu değişir. Hatta belki bir sorunun çözümünü değil, gerekliliğini yitirdiğini fark ederiz.
Sanki insan nerede duruyorsa sorusu da o mekânın ritmini alır. Ralph Waldo Emerson’ın Nature denemesinde söylediği gibi:
“Vahşi doğada, sokaklardan ya da köylerden çok daha yakın ve içsel bir şey bulurum.*”
(Emerson, 1836)
*“In the wilderness, I find something more dear and connate than in streets or villages.”
Ralph Waldo Emerson, Nature, 1836.
Henry David Thoreau, Walden; or, Life in the Woods, 1854.
Georg Simmel, “The Metropolis and Mental Life”, 1903.
Walter Benjamin, The Arcades Project (Passagen-Werk), Harvard University Press, 1999.
Charles Baudelaire, “The Painter of Modern Life”, 1863.
Marc Augé, Non-Places: Introduction to an Anthropology of Supermodernity, 1995.
Emil Cioran, The Trouble with Being Born, 1976.



























Yorum Yazın