Birden fazla konuşmacının olduğu toplantılarda işi en zor olan ama aynı zamanda en şanslı olan ilk konuşmacı, işi en kolay olan ama aynı zamanda en şansız olan da son konuşmacıdır. İlk konuşmacının işi zordur, çünkü nereden başlayacağını ve neyi ne kadar söyleyeceğini kestiremez. Hep “doğru mu başladım”, “eksik bir şey kalır mı”, “şunu söylesem mi, söylemesem mi” gibi soruları kendi kendine sorar. İlk konuşmacı şanslıdır, çünkü konuyla ilgili her şeyi içine alan bir konuşma ile toplantının genel çerçevesini çizip, toplantıyı yönlendiren de olabilir. Son konuşmacı olmanın kolaylığı, ne söyleyeceğinin çerçevesi kendinden öncekiler tarafından çizilmesidir. Tabi bu aynı zamanda şansızlıktır çünkü aynı zamanda söyleyeceklerinin, senden öncekiler tarafından söylenilmiş olma riskini taşır.
Bu kitapta benim şansım her iki pozisyona da aynı anda sahip olmam. İlk makaleyi yazarken, ilk konuşma gibi nasıl ve nereden başlayacağım soruları ile başladım. Ama şimdi anlıyorum ki şanslıyım, çünkü o makale ile bu kitabın çerçevesi çizildi. Şimdi son konuşma yapma sırası yine bende. Son metni kaleme alırken kendimi işi kolaylaşmış ama şansız sayıyorum. Hem son sözü söylemenin şansı hem de kendince yeni şeyler söyleme şansı. Bu kısa yazıda söyleyeceklerim bir iddiadan ziyade zamanla test edilecek öneriler olarak yazıyorum.
Değişen siyaset sahnesi
Öncelikle ilk makaledeki kısa çerçevesini çizdiğim tezi biraz açarak devam edeyim. Türkiye’de var olan siyaset yapısı değişen Türkiye’yi kavramakta ve taşımakta yetersiz kalmaktadır. Bu yüzden siyaset yelpazesinin yeniden inşası diğer bir ifadeyle partileri bu yelpazede kendilerini konumladıkları yerleri gözden geçirmeleri zorunludur. Bu yeniden konumlanma 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerle kısmen başlamıştır. 2002 seçimlerde yüzde 35’e yakın oy alan AKP bu yelpazenin sağındaki en büyük kitle partisi olmuştur. Aynı seçimlerde meclise ikinci parti olarak giren CHP, bu başarıyı, sol parti olduğundan değil, büyük ölçüde AKP’nin beklenen başarısı karşısında kendilerinin siyaseten AKP karşıtlığında tanımlayanların tercihleri ile sağlamıştır. Bu açıdan bakıldığında 2002’de meclise giren ikinci parti olarak CHP, varlık ve meşruiyetinin sol olmaktan çok merkez partisi olmasına dayandırmak yanlış olmayacaktır. Keza, 2007 seçimlerinde MHP’nin de meclise girmesi hatta seçimlerden önce bazılarının mitinglerde; “solcular CHP’ye sağcılar MHP oy versin” sloganı ile kurulmak istenen koalisyon bir anlamda “merkez” koalisyonudur. Ve burada merkez devlettir.[1] Bu anlamda 2002’de ortaya çıkan tablo bir sonuçtur. Bu sonuç, küreselleşme olarak yaşadığımız sürecin yani 1950’lerde göçle başlayan 1960-1970’lerde kimlik, vatandaşlık politikalarının yaşanan değişime yanıt verememesinin sonuçlarıdır. Ve AKP’nin gerek 2002 gerekse 2007 seçimlerindeki başarısı, Türkiye’de yaşanan değişime siyasal söylem olarak cevap verebilmesinden kaynaklanmaktadır.
Kürselleşmenin ve modernliğin krizi, ulus-devlet yapılarının toplum içinde farklılıklarını keşfeden toplumsal kesimlerin kamusal alanda kendileri ifade etmesine yeterine sıcak bakmadığı olarak görüyoruz. Bunun nedeni açıktır. Ulus-devlet yapılanmaları vatandaşlık bağıyla toplumu homojenize eder, bireysel farklılıkları özel alan hapsederek bireyleri kamusal alanda eşit birer vatandaşa dönüştürür. Kamusal alanda bireysel farklılıklar bir anlam ifade etmez. Oysa modernliğin krizi tamda bu noktada vatandaşlık tanımını sorgular ve ikinci boyut olarak da bireyin farklı kimliklerle kamusal alanda var olma talebini ifade eder.
Bu durum Batı’da farklı ülkelerde farklı işlemektedir. Devlet-toplum ilişkisinin göreli olarak dengeli olduğu ülkelerde bu tür sorunlar daha azken; devlet-toplum ilişkisinin devlet lehine geniş olduğu ülkelerde bu sorun daha derin yaşanmaktadır. İlk grup içinde yer alan ülkelerde farklı toplumsal kesimler sol siyaset, yerel siyaset ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla siyasete katılması hatta gündelik sorunların öncelikli olarak ölçek düzeyinde yerelde çözülmesi, özünde otoriter olan devletin üzerinde bir tür denetim mekanizmasını sürekli canlı tutmuştur. Oysa ikinci grup ülkeler modernleşmeyi bir tür hızlandırılmış süreç olarak yaşadıkları için temel yapısal farkla birlikte devletin neredeyse tek belirleyici güç olması Türkiye örneğinde olduğu gibi siyaset alanını bile devlet tarafından çizildiği ve kimlerin bu alana girebileceği bile belirlenmiştir. Bu otoriter bir devlet yönetimidir.
Türkiye bu ikinci grupta yer almaktadır. İlk bölümde tartıştığımız gibi Türkiye’de devlet toplum ilişkisi, devletin belirleyici olduğu ve toplumun devletin tanımladığı norm ve biçime uydurulmaya çalışıldığı ve “Tek Parti” dönemi de bu sürecin kurumsal olarak işletildiği yıllar oldu. Türk/laik kültürel kimliğe sahip olanlar askeri ve sivil seçkinci bir sınıf ortaya çıktı. Bu bir anlamda kültürel/siyasal bir merkez oldu. Ve bunun dışında kalanlar otomatik olarak çevre/dışardakiler/ötekiler oldu. Ancak ilginç olan bu merkez/çevre ayrımının idari merkezden taşraya indikçe de devam etmesi oldu. Yani en küçük yerleşim biriminde bile askeri/sivil bürokrasi bir tür merkez, dışında kalan yerel halk da çevre oldu. Bu yapıda elitist sınıf merkez ve çevrede bir tür hayat tarzının yayılmasının adeta misyonerleri oldular. Önce kimlerin siyaset yapabileceği ile kamusal alanının, sonra da kimlerin yerli burjuvazi olacağı ile ekonomik alanın sınırları çizilmiş ve yönetici elit meşruiyet sorununu çözmüştür.
Kabul etmek gerekir ki, süreç Kemalist ilkelerin meşruiyetinde olmuştur. Devletçilik arka planında milliyetçi ve laik bir yönetin sınıf, halkçılık ile yönetilenlerin homojenizasyonu, Cumhuriyetçilik ve devrimcilik ise toplumsal dönüştürmeye araç olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Kemalist ilkeler, birbirini tamamlayıcı ve tutarlılık içinde olan bir dizge olarak okumak da mümkündür. Sonuçta Batı’dan farklı olarak Türkiye’de “sağ/sol” tanımları; sınıfsal bir temel yerine, kültürel kimlik üzerine olmuştur. Bu farklılaşma kaba bir gözlem ile milliyetçilik(sağ)/laiklik(sol) ekseninde olmaktadır.
1946’da başlayan çok partili hayat, genel anlamıyla çok partiden çok temel çerçevesi devlet tarafında çizilmiş siyasi alana izin verildiği ölçüde partinin girebildiği bir sahne olmuştur. Ve bu siyasal alanın çerçevesini çizen yasal düzenlemeler (Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu gibi) ile çizilmiştir. Öyle ki, partilerin program ve tüzüklerine bakıldığında Atatürkçü olmayan, laikliği hatta delege sistemini savunmayan parti göremezsiniz. Bu durumu şu benzetme ile açıklamak mümkün: Türkiye’de bir siyaset sahnesi var, belli dönemlerde seçimler yapılıyor, aktörler değişiyor ama sahne hep aynı kalıyor. Sahneyi değiştirip oyuna dahil olmak isteyen aktörler ya sahneden çekilmeye ya da diğer oyunculara benzetilmeye çalışılıyor.
Bu sahnenin değişmesine iki dönemde yaşananların etkisi oldu. Bunlardan birisi modernliğin krizinin yarattığı kimlik eksenli tartışmaların sonuçları ikincisi ise 1980 Darbesi’nin siyasal sonuçları.
İlkinden başlayayım. Tüm dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de küreselleşme, vatandaşlık, kimlik çok kültürlülük gibi tartışmaları başlatmış ve esas olarak heterojen bir toplum olan Türkiye’de siyasallaşan yeni aktörlerin doğmasına yol açmıştır. Çevre içinde kalan ve sağ partiler içine nüfuz etmiş olan İslami kimlik ve sol partilere eklemlenmiş olan Kürt kimliği bu siyasallaşmanın esas aktörleri olmuşlardır. Ve bu kimliğin temsilcileri de siyasal alana dahil olmak üzere siyasallaşmışlardır.
İkinci olarak 1980 Darbesi’nden sonra kurulan ve 1983 yılında yapılan seçimlerde tek başına iktidar olan Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP), 1990’ların ortasından itibaren İslami kimliği ile Refah Partisi’nin (RP) yerel ve genel seçim başarıları ve son olarak 2002 seçimlerinde AKP bu sahnede ciddi değişikler yaptı. 3 Kasım 2002’nin ardından 22 Temmuz 2007’de AKP’nin yeniden tek başına hükümet olması artık siyasetin başka bir sahnede oynanmaya başladığını gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında hem sahne hem de aktör değişmiştir. Ve bu yeni sahnenin daha kalıcı olması için sahneye başka oyuncuların da çıkması, AKP’yi o sahnede yalnız bırakmaması gerekiyor.
İşte siyaset sahnesindeki bu değişimle bu sahnede şimdilik AKP’nin tek başına duruyor olması, Türkiye’deki değişimin ve dönüşümün en iyi bu parti tarafından siyasete taşınabildiğini göstermektedir. Toplum değişmekte, dönüşmekte, dünyaya adapte olmakta ancak siyasi partiler bunu görememektedir. Ya da görülmez hale getirilmektedir. Bu açıdan Türkiye’de siyaset denince en önemli sorun temsil sorunu olarak karşımıza çıkıyor.
Değişen toplumsal taleplerin siyasete taşınamaması toplumsal talepler açısında bir temsil sorunu yarattığı ölçüde bunun doğal sonucu olarak da siyasi partiler açısından da bir meşruiyet sorunu doğmaktadır. Bu durumu 1991, 1994, 1999 seçim sonuçlarından izlemek mümkündür. Bu dönemlere ait seçim sonuçları dikkate alındığında, en yüksek oy 1991 seçimlerinde Doğru Yol Partisi (DYP) tarafından yüzde 27 olarak gerçekleşmiştir. 1995 ve 1999 seçimlerinde ise birinci olan partilerin oy oranları giderek düşmüştür.[2] Yine bu üç seçim sonuçlarını dikkate aldığımızda seçimlerde oy kullanmayanların oranı da şu şekilde dedir: 1991’de yüzde 16.1, 1995’de yüzde 14.2 ve 1999 seçimlerinde ise yüzde 12.9’dur. Bu oranlara bir de yüzde 10’luk ülke barajının altında kalan oyları eklediğinizde karşımıza çıkan tablo;
- Seçime katılmayanlar ve yüzden 10 barajı yüzünden neredeyse en yüksek oyu olan partinin seçmeni kadar oy TBMM’de temsil edilememektedir,
- TBMM’ye giren partilerin oyları birbirine yakındır. Bunun anlamı toplumsal taleplerin çeşitlendiği ve partilerin toplumla bağlarının pozisyonel olmadığıdır. Yani onları seçmen gözünde farklılaştıran bir özelliğin olmamasıdır.
Bu kitaba konu olduğu üzere sol/sağ ayrımın yani siyasal pozisyon bağlamındaki en net ayrım 1991 seçimlerinde Süleyman Demirel başında olduğu DYP ile Erdal İnönü’nün başında bulunduğu SHP arasındadır.
Toplumla siyaset arasında bu kopukluğun sebebi ne diye baktığımızda bunun tek cevabı var, partilerin var olan siyasal yapının dışına çıkmaya cesaret edememeleridir. Bir başka okuma ile partiler meşruiyetlerinin toplumdan değil, devletten almayı yani toplum yerine devleti tercih etmektedirler.
Görüldüğü gibi, 1991’den 1999’a kadar olan seçimler dikkate alındığında toplumsal taleplerin siyasette temsili ve tersten söylersek siyasi partilerin toplumsal meşruiyeti kriz noktasındadır. Bu tabloya 2001’de yaşanan ekonomik krizi de eklediğimizde 2002 seçimlerinde ortaya çıkan tablo/sonuç daha anlamlı ve okunması kolay hale geliyor. Bu okumadan sol adına yeni siyasi arayış içinde olanların alacakları dersler vardır.
İlk ders, siyasetin alanının (yukarıda değinildiği üzere yeni siyasi sahne) yeniden tanımlanma süreci içinde olduğumuzdur. Bu ne demektir? AKP 2002 seçimlerinde aldığı yüzde 35’e yakın oyla (2007 seçimlerinde yüzde 47 oyla bunu perçinledi) artık siyasi yelpazenin sağındaki en büyük kitle partisidir. AKP’nin en büyük kitlesel sağ parti olması, bu siyasi alanının yeniden kurgulanması diğer değişle var olan yapıdan farklılaşması anlamını taşıyor.
AKP’nin sağında olduğu, 2002 seçimlerinde CHP ve 2007 seçimlerinde CHP+MHP’nin temsil ettiği siyasal konum bir anlamada siyasi yelpaze bağlamında olmasa da, devlet açısından “merkez”[3] olduğundan bu yelpazenin solu boştur. Ancak bu boşluğun nasıl dolacağı hala en büyük soru işaretidir. Çünkü eğer bu soru işareti giderilebilmiş olsa idi, farklı mekânlarda, farklı insanlarla süren siyasal arayışlara gerek kalmazdı.
Yeni siyasi arayışlar başarabilir mi?
İlk makalede yeni arayışların başarılı olabilmesi için;
1) Solun kendini yeniden konumlaması (siyaset yelpazesinin analizi),
2) Yeni sol kadroların zorunlu olduğunu ifade etmiştim.
Kendisini yeni farklı ya da var olan boşluğu doldurmaya niyetli bir siyasal oluşum/hareketin öncelikle yapması gereken iş var olanı analiz etmesi kendini konumlandıracağı alanı tespitidir. Ben bunun sol arayışlar açısından yeterince yapıldığını düşünmüyorum. Çünkü siyasal arayışlarda gördüğüm, onların sol adına rahatsızlığı CHP’nin yeterince sol olmadığı ve CHP bir alternatif olması gerekliliğidir. Yani siyasi oluşumların başlangıç noktası olarak kendilerine CHP’yi referans aldıkları sürece başarılı olma şansları yoktur. Başlangıcın CHP’nin yetersizlikleri, yeterince sol olmadı değil, değişen dünyayı ve değişen Türkiye’yi siyaset yeterince taşıyamıyor. Eğer sağda AKP diye bir kitle partisi varsa bunun karşısında duran bir sol partinin hangi referanslar üzerine kurulacağını tartışarak başlamak zorunda. Bu aynı zamanda hareketin kendini var olanlardan farklılaştırması anlamına gelir. Bu unsurları bir araya getiren bir siyasi hareketin/arayış zamanlama açısından başarıyı yakalaması çoğunlukla krizi/kırılma dönemlerinde olur. Toplum ancak böyle bir zaman diliminde tercihlerini değiştirebilir. Bu açıdan bakıldığında sol için böyle bir dönemin içinde olduğumuz gerçeğidir. Yani son şartın ben gerçekleşmiş/içinden geçtiğimiz dönem olduğunu düşünüyorum. O halde yeni siyasi hareketin/arayışın yapması gereken ilk ikisi yani var olanı analiz etmesi ve buna göre kendini farklılaştırmasıdır.
Yeni siyaset yelpazesi
Siyasi yelpaze denince çoğunlukla akla gelen muhafazakarlık-liberalizm-sosyalizm (F. Von Hayek) ya da muhafazakarlık-liberalizm-radikalizm (Immanuel Wallerstein) şeklinde bir ayrım geliyor. Oysa bu tür bir yelpaze sağı, solu, muhafazakârlığı açıklamakta yetersizdir. Bu tür bir ayrım siyasal kimliği açıklamaya değil ancak ideolojik kimliği açıklamaya yönelik olabilir. Aslında burada bir parantez açarak ideolojik kimlik ile siyasal kimlik farlılaşmasını da ortaya koymak gerekiyor. Aydınlanma ile kavramsallaşan ideolojik paradigmaların, onlardan bağımsız olarak var olan siyasal kimliklerle ilişkilendirilmesi solu, sosyalizmle, sağı liberalizmle özdeşleştirdi. Oysa durağan bir kavram olarak ideolojinin, durağan olmayan siyasal kimlikle modernliğin krizi ile iflas etti. Modernliğin çocuğu olan ideolojilerin artık yaşanılan dünyayı açıklayamaz hale geldiler. Evet ideolojiler yaşanılanları açıklamakta yetersiz kalmış olabilir ama bu siyasal kimlik olarak solun (ve sağın) bittiği anlamına gelmez.
Bu yüzden siyasal kimliği anlamak ve açıklamak için farklı bir siyasi yelpaze zorunludur. Burada bir siyasi hareket/arayış/parti için iki temel soru vardır. İlki “siyaset yaparken meşruiyeti nereden alacağı yani kim(ler)i temsil edeceği?” sorusudur. İkincisi ise “hangi değerleri temsil edeceği?” sorusudur.
İlk sorunun iki ucu vardır. İlki siyasi meşruiyeti toplumda arayan bireyi önceleyen bir tercih, ikincisi ise meşruiyeti devlette arayan ve devleti önceleyen tercihtir. İkinci sorunun iki ucu vardır. Bir ucunda yerel değerlerin, ikinci ucunda ise evrensel değerlerin temsili vardır.[4]
Bu dörtlü skala içinde kendisini solda tanımlayan bir hareketin iki soruya cevap vermesi gerekiyor. İlk soru, siyasette meşruiyetin kaynağı doğal olarak sol için toplum olmak zorundadır. Toplumu referans olan, bireysel hak ve özgürlükleri referans almak; meşruiyetini ona dayandırmak zorundadır. İkinci soruya yani siyasette hangi değerlerin önceleneceğine solun cevabı; yerel değerleri es geçmeyen, yereli kavramış bir evrensel değerler kümesidir. Görüldüğü gibi siyasetin meşruiyetin dayanacağı referans çok açıkken, siyasette temsi edilecek değerler konusunda tek bir uçta olmak söz konusu değildir.
Bu dört uçlu skalayı bir siyaset yelpaze kabul ettiğimizde sol bir siyasetin alanı meşruiyetini toplumdan alan, yerel değerleri kapsayan evrensel değerler kümesidir. Burada sol açısından sorunlu olan durum, bu siyasal alanın inşa edilmek zorunda olduğudur. Çünkü sol siyaset bu alana hiç geçmedi. Yukarıda tartıştığım devletçiliği referans alan, sağı solu, milliyetçilik, laiklik ikilemine sıkıştırmış siyasi anlayış bu yelpazede sağda durmaktadır. Çünkü Türkiye’de mevcut siyaset yelpazesi meşruiyetini devletten alan, milliyetçilik ve muhafazakar yerel değerlerle sağcı olunan, pozitivist laiklik yorumu ile solcu olunan bir alanda cereyan etmiştir. Yani yelpazenin devlet tarafında inşa edilmiş bir siyaset. Bunun doğal sonucu olarak kamusal alanın devlet alanı kabul edilmesidir.
İşte sol arayış/hareketin i) dünyada ve Türkiye’deki değişim ve ii) AKP veri almalı derken bu noktaya işaret etmek istedim. “AKP bu tabloda nerede duruyor?” sorusu sol için önemli bir soru haline geliyor.
AKP’nin öncüllerinden farkı yerel değerleri önceleyerek evrensel değerleri göz ardı etmemesi, diğer tüm partilerden farkı ise meşruiyetin devlet yerine toplumda aramaya (bazı politikalarda hala devlette) öncelik verme çabasıdır. Göreli bir değerlendirme AKP, kendinden önceki tüm partilerin kendini konumladıkları ve siyasetin sağında olan yerden uzaklaşarak yelpazenin soluna geçmiştir. Bunu sağlayanda bu partinin toplumu temsil etme iddiasıdır. Ki bu durum en basit okuma ile AKP’yi sol parti algılamasına götürmektedir.
AKP ile ilgili şu çelişkili görülebilecek şu tespitleri yapmayı anlamlı buluyorum: AKP evrensele açılmak isteyen toplumun (liberallerin, demokratların vs) desteğini alan, devleti değer olarak kabul edip toplumu merkeze alan bir harekettir.
AKP’nin kriz yaşadığı her nokta devleti bir değer olarak savunmaya başladığı noktada ortada çıkıyor. Böyle durumlarda yerel-evrensel ilişkisini kuramıyor. Toplumu da evrenseli yerelle uzlaşmış bir devlet içinden anlamlı görmekte ve okumaktadır. Devletin değer olarak öncelendiği durumlarda, toplumu devlet baskısıyla yerel değerlere hapsetme, statükoyu koruma kaygısına düşmekte bu da partiyi yelpazenin sağına çekmektedir. AKP’nin bu tavrının sol versiyonu Kemalist soldur. Kemalist sol ise, devleti korumayı evrensellik kisvesi ve görüntüsüyle sunmasıdır.
Kısaca bu tablo içinde solun yapması gereken: toplum-yerel değerler-evrensel değerler-devlet güzergâhını izlemektir. Toplumdaki değişim, talep ve istekleri kavrayıp, yereli kapsayan bir evrensellikle devletin demokratikleştirilmesidir. Sol bir parti sağ partiden ayıran nokta burada ortaya çıkmaktadır.
Sol için devletin demokratikleştirilmesi, topluma hizmet aracı öncelikli iken, sağ için devlet bir değer ve fetih unsurudur. Sol için evrensel değerler yereli dışlamadığı sürece hedefken, sağ için evrensellik pragmatik bir tercihtir. Bu yüzden AKP’nin kadın, cinsellik, eğitim gibi değerleri yerellik, geleneksel muhafazakârlık içinden okurken, sol bu değerleri evrensellik içinden okuyup pozisyon üretecektir. Bu sol partinin ana referansı özgürlük, sivillik, demokratikleşmeyi savunan, kadın, genç, Kürt, başörtülü ve diğer mağdurları kapsayacak bir üst politik dildir.
Kadro yenilenmesi
Bugüne kadar sol olarak bilinen ve sol arayışların içindeki aktörler baktığımızda bunların kültürel kimliğin “Türk/laik” olduğu hemen göze çarpıyor. Oysa özellikle 1960’ların ortasına kadar sol içinde yer almış Kürtlerin, İslami kimliğe sahip olanların sol arayışların içinde yer almıyorlar. Kürtlerin bu hareketlerin içinde olduklarını söylemek mümkünse de İslami kimlikleriyle bu hareketlerin içinde yer alanların sayısı yok denecek kadar az. Oysa eğer yeni arayış kendini yukarıda tartıştığım yelpazedeki konumda tanımlayabilirse, farklı kültürel kimlikteki insanların bu hareket içinde yer alamsının önündeki engeller kendiliğinden ortadan kalkar. Bugün Kürt kültürel kimliği, İslami görünürlüğün kamusala alanda karşılaştığı sorunlar sol bir siyasanın savunması gereken politikalardır. Kürt kimliğinin öğrenilmesi, kamusal alanda ifade edilmesi, başörtüsü sorunu gibi problemler solun hak temelinde savunması gereken politikalarıdır.
Bu açıdan farklı kimliklerin sol arayışlar içinde olmaması bu arayışların taşıyıcılarının sorumluluğu kadar, bu arayışlardan uzak duranların da sorunudur. Mesela başörtüsü öğrencilerin hepsi sağcı mıdır, Kürtler siyasal olarak nerede duruyorlar ve daha da arttırılabilecek sorular. Bu insanların da siyaseten sorumlulukları vardır.
Ben yeni sol arayışların siyasi yelpazede kendilerini konumlamaları kadar farklı kültürel kimliklerin bu hareket(ler)in içinde olmasının olmazsa olmaz olduğunu düşünüyorum. Eğer sol AKP’nin karşısına bir siyasal güç olarak çıkacaksa, bu farklı kültürel kimlikte olan ama aynı ahlaki kaygıyı duyanların bir araya gelmesi ile mümkün olacaktır. Ve sol bunun için buluşulabilecek en uygun platformdur.
Sağda AKP, solda yeni parti
Son olarak yukarıda sol arayışların siyasi yelpazenin sağında bulunan AKP’yi referans alması gerektiğini ifade etmiştim. Şimdi birkaç veri ile neden bunu tercih ettiğimi açıklayacağım.
28 Şubat döneminde Türkiye’de yaşanan postmodern darbe İslami kesim içinde hem kültürel hem siyasi ciddi bir iç tartışmanın başlamasına yol açtı. Dönemin partisi Refah Partisi (RP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılınca kurulan Fazilet Partisi’nde (FP) bu siyasal farklılaşma devam etti ve İslami gelenek içinde bir kırılma yaşandı. ‘Gelenekçi’ ve ‘yenilikçi’ olarak adlandırılan bu iki siyasal çizgi FP’nin kapatılması ile Saadet Partisi (SP) ve AKP olarak iki farklı siyasal parti olarak ortaya çıktılar. Bu iki partiden AKP hızla büyürken, SP tam tersine hızla eridi. 3 Kasım 2002 seçimlerinde AK parti yüzde 35’e yakın oy alırken, SP ise yüzde 2,5 civarında kaldı.
O halde soru şu: Neden? Neden aynı gelenekten gelen bir parti yüzde 35 alırken, diğeri yüzde 2,5’ta kaldı. Bunun basit bir cevabı var: AKP’yi SP’den ayran temel özellik dünyayı ve Türkiye’yi iyi okuması, değişimi görmesi ve bunu bir kadro hareketine dönüştürmesidir. Tabi parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik vasıflarını göz ardı etmeyelim.
2002’de yaklaşık yüzde 35 oy alan AKP, son bir yılı büyük çalkantılarla geçen beş yıllık iktidar sonucunda bu oyu yüzde 47’ye taşımıştır. Kültürel olarak İslami bir kimlikten gelen partinin aldığı yüzde 47 oyun tamamının bu kimliğe atfetmek haksızlık olur doğal olarak. Kitap için de kendisi ile konuştuğumuz Tarhan Erdem’in yöneticisi olduğu Konda Araştırma ve Danışmalık Şirketi’nin çeşitli dönemlerde yapmış olduğu araştırmalardan birkaç rakama bakarak AKP’yi tanımaya çalışalım. Tabi konumuz sol olduğu için AKP ile kendini solda tanımlayan CHP ile aynı araştırmalardaki verilere bakarak karşılaştırma imkânı bulmuş oluruz.
Seçmenlerin yaşa göre dağılımına baktığımızda ise şu tablo ile karşılaşıyoruz.
18–28 Yaş (%) 29–43 Yaş (%) 44+ Yaş(%)
AKP 27,4 36,0 36,6
CHP 27,6 33,9 38,5
Bu tabloda AKP seçmenlerinin yaş dağılımının, genel ortalamaya yakın dağıldığı görülürken; CHP seçmenlerinde ise, 44 yaş üstü oranı dikkat çekmektedir. Diğer yaş gruplarında ise, ortalamasının altında oy almaktadır.
Eğitim düzeylerine göre oy dağılımlarına tablo şu şekildedir.
Ortaokul altı Lise Mezunu Üniversite
AKP 76,7 18,6 4,7
CHP 49,1 30,6 20,3
Bu tabloyu şöyle okuyabiliriz. Eğitimin sınıfsal bir gösterge olduğu ülkemizde yüksek sınıf ve eğitim ile CHP’ye oy verme eğilimi arasında doğru orantı var. Bu da yukarıda bahsettiğimiz laik-Türk vatandaş tanımına götürür bizi. Dolayısıyla CHP ve AKP ekseninde sınıfsal ve kültürel bir gerilim bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Yine AKP, daha çok bugünün mağdurlarından oy almaktadır. Araştırmanın diğer verileri de (gelir, hane halkı sayısı, yaşadığı bölge) ülkemizdeki genel standartların altındaki kesimlerden daha fazla oy aldığı yönündedir. CHP’nin ise toplumun görece gelişmiş kesimlerine (gelir, eğitim, hane halkı bakımından) sıkıştığı açıktır.[5]
Yukarıdaki iki veriyi karşılaştırdığımız zaman söyleyebileceğimiz ilk şey; AKP, her demografik değerlendirme grubunda, kendi ortalamasının altında veya üstünde de olsa, kayda değer oranda temsil edilmektedir. Bu bulgu, AKP’nin tam bir kitle partisine dönüşmüş olduğunu göstermektedir. Burada AKP konusunda şu şerhi düşmekte fayda var. Normal şartlarda giderek sağ bir kitle partisi olan AKP’yi bu yoldan çıkaracak olan bir tehlike bulunmaktadır. O da bu kitabın konusu olan “sol”dur. Eğer AKP’yi dengeleyecek, yapıcı muhalefet yapacak bir parti olmadığında AKP’nin gerek muhafazakâr tabanı gerekse parti içinde taşra teşkilatlarında görülen muhafazakâr kadroların, partiyi muhafazakârlıktan milliyetçiliğe sürükleme riskidir. Çünkü AKP’yi vizyon olarak merkez sağ yapan seçmen kitlesi parti içinde değil, parti dışında ve seçmen düzeyindedir. Oysa partinin teşkilatlanması ise bu seçmen profilinde farklı merkezden taşraya gittikçe daha muhafazakâr bir kadronun elinde olmasıdır. Bu tespitin biraz Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramını hatıllattığı düşünülebilir ki, öyledir.
Burada AKP örneğini vermenin iki noktada önemli olduğunu düşünüyorum. İlki değişen toplumsal talepler kadar değişen dünyayı da iyi analiz etmesi, ikincisi ise AKP’nin kurulurken bir tür ‘reddi miras’ yaparak kendini büyütmesidir. Yukarıda AKP ile ilgili verilen rakamlara bakıldığında AKP’nin seçmeni olarak görülen seçmen tabanının, bir sol partinin tabanı olması gerektiği açıktır.
AKP’nin bu seçmen tabanı onu bir kitle partisine dönüştürmüştür. Artık AKP’nin bir İslamcı parti olduğunu iddia etmek zordur. Evet, şüphesiz parti teşkilatları içinde partinin öyle olmasını isteyenler vardır ama bu oran parti içinde marjinaldir. İşte Türkiye’nin temel sorunu, siyaset üreten, toplumla bağı olan, topluma değen, toplumu etkileyen bir sağ partisi varken, aynı özellikleri taşıyan bir sol partisinin olmamasıdır.
Somut bir soru: Sol nasıl ayağa kalkar?
Kitabı bütün olarak okuduğunuzda yabancısı olmadığınız bir duygunun ortaya çıkacağını düşünüyorum. Benim için öyle oldu. Son olarak birkaç tespit.
CHP sol parti değildir: İster CHP’nin izlediği günlük politikalardan, ister daha teorik düzlemde ileri sürülen haklı gerekçelerle bu partinin sol olmadığı genel kabul görüyor. Buna rağmen CHP hala ayakta. Bu nasıl oluyor? Bunun iti temeli var. İlki, şehirlerde belli bir yaş, belli bir eğitim ve kültür, belli bir yaşam tarzını benimsemiş olan bir sosyal sınıfın varlığı. İkincisi, 2002’den bu yana iktidar olan AKP karşısında siyasal alternatifsizliğin ve ideolojik yetersizliğin yarattığı ruh ile “laiklik korkusundan” CHP’nin sığınılacak “güvenli bir liman” olarak gören başka bir sosyal sınıfın varlığı.
İlk grubun içinde da daha çok şehir merkezlerinde yaşayan ve laikliği bir yaşam tarzı olarak gören ve bunu ancak CHP’nin koruyacağını düşünen bir kesimlerden oluşurken, ikinci gruptakiler için CHP’nin önemi Cumhuriyetle birlikte kavuşmuş oldukları hak ve özgürlüklerin kaybedilmemesini önceleyen toplumsal kesimlerden oluşmaktadır. Ve açık gerçek şudur ki, bu iki sosyal sınıf açısından büyük fark olmasına rağmen onları CHP’de birleştiren laik yaşam tarzıdır.
Fakat Hasan Bülent Kahraman’ın yerinde tespiti ile “CHP’nin tabanı sol değildir”. Bunu 2002 ve 2007 seçimlerinde net olarak gördük. Seçmen tabanının sol olmadığı bir partinin söylem olarak da sol olmasını beklemek ironiktir. İşte CHP sol parti olmamasına rağmen, solun önündeki en büyük psikolojik baraj, Benedict Anderson’dan gidersek “en büyük hayali engel”dir.
Bir spekülasyon yapma riskini göze alarak şu iddiada bulunacağım. Eğer CHP 1999 genel seçimlerinde CHP yüzde 10’luk barajın altında kalmasa idi, belki CHP bugün daha marjinal bir parti haline gelebilirdi. Çünkü 1999 seçimlerinde barajı geçen tüm partiler 2002 seçimlerinde meclis dışında kaldılar. CHP’nin bu sondan kurtulması için ortada somut bir neden görülmüyor. 1999 seçimlerinde CHP’nin meclis dışında kalması parti yıpranmaktan kurtarmış olduğu gibi geleneksel laiklik kimliği ile de güçlenen AKP karşısında tek alternatif haline getirmiştir. 2002 seçimlerinde FP içinden çıkan AKP’nin elde ettiği başarı yanında, bu partinin karşısında gözle görülür tek siyasal aktör olarak CHP, siyasi kimliği ile değil, ideolojik kimliği ile tek aktör olarak meclise girdi. Bu açıdan 1999 seçimlerinde barajın altında kalması CHP için şans olmuştur.
Demokrat olmadan sol olmaz: Bugünün dünyasında sol olmanın koşulu öncelikli olarak demokrat olmaktan geçmektedir. Demokrat zihniyet içinde sol inşa süreci, toplumsal karar süreçlerini çoğalması, ölçek bağlamında yerel katılım, her düzlemde katılımcı siyaset, eşitsizlikler karşısında pozitif ayrımcılık, adem-i merkeziyet, şeffaflık gibi çoğaltılabilecek ilkeleri temel alır. Oysa bugün sol arayışındaki aktörler önceliği demokratlığa değil, solculuğa veriyorlar.
Sol laiklikle imtihanı vardır: Türkiye’de solun siyasetinin “laiklik” ile sınırlı kalması ve bu laikliğin ise otoriter zihniyet içinde devletin dini tanımlayıp topluma empoze etmesi, solun kendi değerleri ile çelişmesi anlamına gelir. Bu yüzden sol arayışlar, değişen Türkiye’yi ve kurulmakta olan siyasi yelpazeyi analiz ederken, laiklikle de yüzleşmek zorundadırlar. Çünkü otoriter laiklik yorumu solun ayak bağından başka bir şey değildir. Toplumun kendine sol diyen siyasal arayışlara uzak durması büyük ölçüde, solun toplumsal değerle olduğunu düşündüğü mesafeyle ilgilidir. Toplumsal değerlere uzak olan sol, pozitivist soldur ve gümüz dünyasında muhafazalığın ötesine geçemeyecek bir soldur.
Bu yüzden solun sahip çıkması gerek demokrat zihniyet içinden yorumlanmış bir laiklik olmak zorundadır. Bu laiklik, toplumdaki farklı inançların hak ve özgürlüklerini koruma hakkı ve bunları sağlayabilmek için tarafsız bir devlete ihtiyaç duyar. Böyle bir ortam, farklı inançları ortak kamu sahasından soyutlamak yerine farklı inançların bir arada yaşamasına imkan yaratır. Bu laiklik tanımı dörtlü bir işlev yüklenmek durumundadır;
1. Din, devlet işlerinin ayrılması,
2. Devletin var olan tüm dinsel duyarlılıklara eşit uzaklıkta olması,
3. Farklı dinsel duyarlılıkların kamusal alanda kendilerini ifade edebilmelerinin yasal güvencesini sağlamak ve
4. Devletin yükleneceği hakemlik müessesinin var olan eşitsizlikleri de göz önüne alarak güç ilişkileri karşısında zayıf olanı, güçlülere karşı koruyan bir işlevi yerine getirmelidir.
Sol “sınıf”ını yeniden tanımlamalıdır: Geleneksel olduğu üzere sol denildiğinde kaçınılmaz olarak solun doğal tabanı olarak “işçiler” akla geliyor. Ve bu taban kaçınılmaz olarak sınıfı ima ediyor. Ancak XIX yüzyılın ortasında tanımlanmış biçimiyle işçi sınıfı toplumsal değişimin için göreli olarak tek aktördü. Bu açıdan sol/işçi (sınıf) bağlantısı aynı zamanda bir zorunluluğu ifade ediyor. Bugün bu ilişkinin mutlak olması gibi bir zorunluluk yok. Çünkü küreselleşme ve modernliğin yarattığı krizler bugün toplumsal değişim bağlamında yeni aktörler yaratmıştır. Ve bu aktörlerin ortak noktası sistem tarafın dışlanmış/ötekileştirilmiş kısaca “mağdur” olmalarıdır. Sol, sınıf kavramının sadece işçi ile tanımladığı sürece başarılı olma şansı yoktur. Yeni bir sınıf tanımına ihtiyaç vardır ve bu sınıf tanımı esas olarak toplumun daha adil ve eşitlikçilik talebinin taşıyıcısı olan aktörler olarak mağdurlar olmak durumundadır. Burada önemli olan bir sosyal kategori değil, siyasal dönüştürücülük gücüdür. Bu yüzden Kürtler, başörtülüler, vicdani retçiler, eşcinseller, işçiler gibi toplumsal gruplar bu mağdur sınıfının taşıyıcılarıdır.
Alternatif arayışların başarısı kurucu kadrolardaki kültürel kimliklerin çoğullaşması ile mümkündür: Şu soru çok haklı bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Bu kadar çok siyasal alternatif varken, bunlar neden başarısız oluyorlar? Bunun nedeni yeterince demokrat olamamaları yani siyaseti kendine benzeyenlerle birlikte yapma tercihleridir.
Mevcut koşullarda, siyasi yelpazesin solu boştur. Ve bu boşluk elbet dolacaktır. Ve bu sol, bugün kendine solcu diyenler tarafından “solcu” bulunmayan demokratlar tarafından doldurulacaktır. Bunun anlamı başka insanların solcu olduğu ancak bugün kendine solcu diyenler tarafından kabul edilmedikleri bir sürece doğru gidiyoruz. Oysa bugün toplumda sol değerleri savunan yani daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi gibi talepleri savunan kendini solcu olarak tanımayan ya da tanımlamayan ancak kimliği dolayısıyla solcu bulunmayan bir çok insan var. Özellikle yeni gelen kuşaklarda bu çok daha yoğun. Bu yeni sol hareketin kurucu kadroları içinde bu grup önemli bir yer tutacaktır. Özellikle İslami kimliği ile kendilerini solda tanımlayanlar, Kürt kimliği ile kendini solda tanımlayanlar gelecekte solun kurucu ve taşıyıcı aktörleri olacaktır.
Uzun vadede sol AKP’de çıkabilir: Son olarak, var olan siyasal arayışlar, kısa vadede bir sonuç vermezse, alternatif solun ortaya çıkabileceği başka bir platform var: AKP. Çok büyük siyasal hatalar yapmadıkları sürece en az bir seçim daha hükümette (tek başına ya da hükümet ortağı olarak) olacağı düşündüğümüzde, bu süreç AKP içinden solun çıkması olasılığının güçlendiriyor. Bu sürecin şu şekilde işleyeceğini düşünüyorum. Şu anda AKP içinde çeşitli kademelerde kendini solda tanımlayan insanlar bulunuyor. Bir sonraki seçimde bu sayının yine her kademede daha da artacağını düşünüyorum. Bu insanların daha sivil, daha özgür, siyasetin alanının genişlediği, devlet-toplum ilişkisinin normalleştiği kısaca demokrat bir Türkiye’de kendi doğal yerlerine sola geçeceklerini düşünüyorum. Bugün baktığımda AKP içinde ve tabanında böyle nüvelerin olduğu gerçek olarak ortada duruyor.
Ağustos 2007
[1] İleriki sayfalarda “merkez” kavramını ayrıca tartışacağım.
[2] 1995 seçimlerin birinci parti Refah partisi (RP) yüzde 21.4, 1999 seçimlerinde birinci parti Demokratik Sol parti (DSP) yüzde 22.2’dir.
[3] Merkez kavramını siyasal olarak okuduğumuzda, kast edilenin marjinal grup ve tercihler dışında kalan siyasal alan olarak anlamak mümkün mü? Eğer merkezi böyle anlamak mümkün ise bunun siyaseten de bir pozisyon olmadığını kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu haliyle kavram, sağı ve solu kapsayan ve aralarındaki farkı ikincilleştiren bir anlam taşır. Bu kavramın siyaseten bir anlam ifade etmesi ancak i) devlet-toplum ilişkisinin demokratik gücüne ve ii) toplumum siyasal kültürü ile yakından ilgilidir. Toplumun demokratik olgunluğunun güçlü olduğu ülkelerde merkezi siyaset yani sağ, sol siyaset daha ikincildir ve bu alandaki siyaset toplumun önceliği değildir. Böyle toplumlarda siyaset esas olarak yerelde yapılır. Yerel siyasetin gücü, merkezi siyaseti belirlemekte daha etkilidir. Bu yüzden Türkiye için merkez ve Türkiye partisi iddiası ayakları yere yeterince güçlü basmayan bir söylemdir. Türkiye'de siyasetin öncelikli sorumluluğu devlet-toplum ilişkisinin normalleşmesi, demokratik katılım ve katılım kanallarının güçlendirilmesi, mağdurların ve dezavantajlı grupların siyasete katılımı gibi çoğaltılabilecek sorunların çözümüdür. Bu yüzden sağ ve sol siyasi tercihleri, Türkiye için anlamsız değil tersine savunulması gereken siyasal pozisyonlardır. Bunu görmezden gelip siyaseti, merkez söylemiyle sahiplenmek ve bunun siyasetini savunmanın en somut iki sonucu i)iradi olarak siyasetsizliği tercih etmek, ii)toplumu siyasetin dışında tutmaktır. Ki bu iki sonuç, bu söylemi sahiplenenleri rejim açısından “tehlikeli değilim” mesajı taşır. Bugün CHP ve MHP’nin yaptığı gibi.
[4] Bu siyaset yelpazesini Etyen Mahçupyan’dan ödünç alıyorum. Bkz. Osmanlıdan Postmoderniteye, Patika Yayınevi, İstanbul, 1997
[5]Konda Araştırma ve Danışmanlık Şirketinin ‘Seçim 07 Siyasal Eğilimler Araştırmaları Özet Raporu’http://www.konda.com.tr/html/dosyalar/secim07.pdf




























Yorum Yazın