MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat

Milli açıklamaların yetersizliği

ANA SAYFASİYASETMilli açıklamaların yetersizliği
Milli açıklamaların yetersizliği

Kıyaslamanın toplum temelinde yapılması gerekirken, “milli devlet” veya “millet” temelinde yapıldığında kaçınılmaz olarak bazı geçersiz genellemeler yapılır ve analiz eksik ve yanlış olur. “Millilik” böyle bir genellemedir: Sözde özdeş olan, ortak değerler paylaşan vatandaşlardan oluşan bir birlik! Oysa bu tür genellemelerin gerçekten var oldukları kuşkuludur.

13 Eylül, 2025, Cumartesi 00:32
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
Herkül Millas
Herkül Millas

Türkiye, “her zaman” demeyeyim ama genellikle, Batı ile kıyaslanır. Doğu ile boy ölçüşmek,  “onlarla hiçbir ilişkimiz yoktur” anlamında bir ilgisizlikle, pek akla gelmez. Oysa İran veya Pakistan gibi ülkelerle birlikte ele alındığında, Türkiye “Batı” bile sayılabilir.  Bu “doğu-batı kıyaslaması”, ilginçtir, hem doğu-batı ekseninde, hem de kuzey-güney ekseninde tedrici  farklılıklarla uzanır gibidir. Avrupa’nın doğusu batısından farklıdır; Avrupa’nın doğusu o denli “gelişmemiştir” ve zaten genellikle “Avrupa” derken Batı Avrupa’yı anlıyoruz. Güney’i de Kuzey’ine göre göre o denli gelişmemiştir. Avrupa Birliği içinde Kuzey, Güney’e hâlâ kaynak kaydırır. Daha güneyde Afrika var ki, “çok geri” kalmıştır. İtalya’nın güneydoğusu da kuzeybatısına göre “geridir”.  Türkiye’nin batısı da doğusuna göre hem ekonomik hem de kültürel olarak farklıdır. Bir Hakkâri köyü bir Edirne köyüne pek benzemez. Bütün bunlar başka türlü de ifade edilebilir: odak sayılan Batı Avrupa’dan uzaklaştıkça “standart düşer” gibidir!

Bir an için, Türkiye hakkında sorduğumuz soruyu, Pakistan için soralım: Bu ülke neden geri kaldı, neden İngiltere gibi olamıyor? “Avrupa’dan uzak bir ülke olduğu için” dersek “mesafeyi” gelişmenin ve batılılaşmanın bir faktörü olduğunu kabul etmiş oluyoruz: Türkiye o denli uzak değildi; bu yüzden Avrupa etkisi de daha görülür olmuştu, dememiz gerekir, tutarlı olmamız için. Bir Pakistanlı, “bir yüzyıl İngiliz idaresinde yaşadık, resmi dilimiz bile İngilizce, neden onlar gibi olamıyoruz?” diye sorarsa ne diyeceğiz?  Belki aklımıza “belli bir coğrafyada yaşayan bir halkın kültür ve yaşam biçimini değiştirmesi uzun süre meseledir” dememiz gelebilir. Kısacası, kıyaslamalar bazen zorluklar, bazen tuzaklar içerir, bazen de saçmalığa varabilir.

Sevan Nişanyan’nın Osmanlı düzenini “benzer” toplumlarla kıyaslamaya kalkışması olumlu bir girişimdi ama sanırım bu tuzaklardan birine düştü. Yanlışı, öğretici ve özellikle de aydınlatıcıdır: bir yanlış yöntemin seçiminden, kıyaslamaların nasıl yapılmaması gerektiğini öğreniyoruz. Nişanyan, “Türkiye, birçok bakımda 19. yüzyılda Osmanlı devletinden kopan dört Balkan ülkesini – Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan – andıran bir sosyal yapı arzeder”(1) der. Bu benzerlikler, 1925 yıllarında, bazı ikincil farklılıklara karşın, sosyalekonomik, siyasi yapı, gelir, eğitim, sanayi, ulaşım, kentleşme gibi alanlarındadır. Oysa, diyor yazar, demokrasi eksikliği nedeniyle, 1925 yılından sonra Türkiye bu dört devlete göre “geri” kalmıştır.

Kıyaslamanın toplum temelinde yapılması gerekirken, “milli devlet” veya “millet” temelinde yapıldığında kaçınılmaz olarak bazı geçersiz genellemeler yapılır ve analiz eksik ve yanlış olur. “Millilik” böyle bir genellemedir: Sözde özdeş olan, ortak değerler paylaşan vatandaşlardan oluşan bir birlik! Oysa bu tür genellemelerin gerçekten var oldukları kuşkuludur. Orta Çağlarda toplumlar din temelinde, sonraları ırkçılar ırk, milliyetçiler millet, Marksistler sınıf, temelinde algılanmıştır. Oysa söz konusu olan toplumlardır; belli coğrafyalarda, örneğin Doğu Asya’da, Orta Afrika’da, Balkanlar’da, Orta Doğu’da, Güney Amerika’da yaşayan toplumlardır. Bunlar da,  köy ve mahallelere kadar daha küçük birimlere indirgenebilirler. Ama “millet” diye zoraki bir kategori oluşturmaya kalkıştığımızda, birbiriyle ilişkisiz grupları – farklı etnisiteleri, sınıfları, kültürleri vb. – hayali bir birlik içinde ele alıp yeniden zoraki sonuçlara varırız. Kaldı ki böyle bir yaklaşımla eski dönemleri ele bile alamayız; çünkü “millet” yeni bir toplumsal oluşumdur. Yani bu alanda milli açıklamalar yetersizdir.

Sırbistan, Romanya, Bulgaristan gibi Balkan ülkesine göre daha iyi bildiğim Yunan örneğine dayanarak bu konuda yapılan “yanlışları” açıklamaya çalışacağım. Bugünkü Yunan toplumu, yapısı ve kültürü ile oluşmaya başlaması, bağımsız devlet olmasından çok öncesindedir. Nişanyan’ın da dediği gibi “kurum ve değerler, ancak yüzyıllar süren bir evrimde, yavaş yavaş oluşur, güçlenir, törpülenir ve dengelenirler. Anayasalar, kanunlar, vb., ancak kendilerini taşıyacak olan toplumun ‘belkemiği’ güçlüyse bir anlar ifade ederler. Yoksa, devlet sahiplerinin keyfine uygun gelen dakikada, sabun köpüğü gibi uçup giderler.” (s. 135).

Hele Türkiye’yi öteki ülkelerle kıyaslamayı 1925 yılından başlatmak ve bitirmek, bize bir şey göstermez ve öğretmez. Yakın tarihe odaklanmak ve kısa süre ile uzun süreler ayrı süreçler olarak ele alınmadıklarında nedenler de açıklanamaz. Daha doğrusu, gerçek nedenler yerine, günlük politika ve “kişiler”, yani yöneticiler ve tabii “ötekiler” öne çıkarılır.

Kısa süre ve uzun süre kavramları açıklık kazanmalı. İyi veya kötü günlük politikalar ve yetenekli veya yeteneksiz yöneticiler doğal olarak gelişmeleri doğrudan etkiler. Ama bir toplumun genel durumunu, yapısını ve kültürünü etkileseler bile onu temelden farklı bir biçimde var edemezler. Toplumun bu yanı “yavaş yavaş” değişir. Yani en başarılı siyasi kadro bile bir “geri” ülkeyi kendi yaşam süresi içinde, örneğin, İngiltere yapamaz. Kısa süredeki inişli çıkışlı gelişmeler bizi aldatır; uzun süreli gidişi göremediğimiz için kimi zaman “geliştiğimize” inanırız, kimi zaman ise “batmakta” olduğumuzu sanırız. Uzun süreyi görmek ve ifade etmek zordur. Örneğin şu gidişe ne denebilir?

Bu adam ilk beş adımından sonra bir gelişme yaşadığını görecek, ama iki adımdan sonra işlerin çok kötüye gittiğine inanacak. Yanılmış da sayılamaz.  Ama uzun süreyi görebilen biri, genel trendin “gelişme” olduğunu söyleyecek. Yani “gelişme” veya “geri kalma” derken toplumların kısa ve uzun süredeki gelişmelerini ayrı ele alınması gerekir; ve uzun süredeki gelişmelerin “yavaş”, hele ilerleme beklentisi içinde olan biri için ise “çok yavaş”  ilerlediğini bilinmeli.

Kimi zaman kısa sürede benzeyen iki ülke, yani aynı yasaları, ilkeleri, hedefleri izleyen iki ülke, üzün süreden kaynaklanan nedenler yüzünden sonuç olarak önemli farklılıklar  sergileyebilirler. Geçen yazılarımda okunan kitaplar açısından ve Aydınlanma hareketi karşısında Osmanlılar ile “Batı Avrupalıların” farkları gösterildi. Şimdi üçüncü bir örnek olan Yunan toplumuna bakalım. Bu örnek, şu açıdan ilginçtir. Yunan toplumu Osmanlı Müslüman topluma göre Batı’ya daha “yakındı”, ancak yine de “Batı Avrupa” olmadığından hâlâ gerçek anlamıyla “Batı” olamadı.

Aydınlanma döneminde milli kimlik oluşmaya başladığında, o güne kadar kendilerini “Ortodoks Hristiyan Rum (Romyos)” bilen bir cemaat, yeni adın ne olacağı konusunda bile anlaşamamaya başladı. Kimileri eski isimlerini korumak isterken, başkaları “biz Heleniz” (Elin) başkaları da “bize Grek (Grekos) denmeli” diye çatıştılar. Ama en büyük çatışma “Batı” ve bu Batı’nın değerleri konusunda ortaya çıktı. Diaspora olarak Avrupa kentlerinde yaşayan, çoğu tüccar ve iyi eğitim görmüş olan Rumlar Aydınlanma’dan yana iken, Doğu’da yaşayan ve Patrikhane’ye yakın olan Osmanlı Rumları, Batı’da bir yozlaşma ve çöküş görüyordu. Yani “milli bütünlüğün” tam tersi yaşanıyordu. Doğu-Batı karşıtlığı Rum cemaat içinde kıyasıya bir mücadeleye dönüştü, karşılıklı suçlamalar ve aforoz etmeler yaşandı (2).

Yunanlıların “çağdaşlaşması ve batılılaşması” millilik ile açıklanamaz. Böyle bir olay yaşanmamıştır. Yaşanmış olan şudur: “Batı’da” yaşamış olan Rumlar Aydınlanma’dan etkilenmişlerdir; Doğu’da yaşamış olanlar, ki doğal olarak bunlar Osmanlı uyrukluydu, eskiye bağlı kalmışlardır. Konumuz açısından önemli olan, Hristiyan Rumların konumuyla Osmanlı Müslüman halkın karşılaştırılmasıdır.  Rumlar arasında Aydınlanmanın ve Batı’daki gelişmeler konusunda bir kaynaşma ve tartışma yaşanırken, Müslümanlar bu alanda “ilgisiz” kalmıştır. Bir önceki yazımda, varlıklı Rumların eğitim için çocuklarını Batı’ya gönderirken, Müslüman Osmanlı bir ailenin 18. yüzyılda çocuklarını eğitim için Batı’ya göndermesi söz konusu olmamıştır diye yazarken aklımda bu “fark” vardı.

Özellikle 18. yüzyılda Aydınlanmacı Rumlar “lise”, “akademi” gibi isimler taşıyan okullar kurup öğretmenlik ya da müdürlük üstleneceklerdi. Bu okullar genel olarak önceleri zengin kişiler tarafından, sonraları cemaat tarafından finanse edilmişti.  İki ünlü Yunanlı Aydınlanma yanlısının, Korais ve Kumas’ın o yıllarda yazdıkları şöyle: “Sizin [Sakızlılara sesleniyor] lüks kilise dekorlarına, mermerlere ve altın şamdanlara ihtiyacınız yok; gerekli olan liseler, kütüphaneler, basım evleridir, kısaca söylersek, eğitim için gerekli olanlardır. Sizi ünlü kılan ne oldu? Kuşkusuz lüks kiliseleriniz değildi. Liseleriniz, kütüphaneniz, fabrikalarınız, cemaatin akıllı yönetimi ve kültürünüzdü”. Kumas ise, “eğitimdeki başarımızı ticaretimize borçluyuz” diyecekti. Bunlar doğmakta olan Batı’daki Aydınlanma’dan etkilenen bir burjuva sınıfının varlığının işaretleri olduğu açıktır.

18. yüzyıl sonlarında Ayvalık’ta yetmiş sınıflı, amfili, kütüphaneli bir okul için 7000 kuruş harcanmıştı;  Bükreş ve Yaş’ta (Romanya) bundan çok daha büyük yatırımlara girişilmişti. Yanya’daki okul için, o yıllarda astronomik bir sayı olan 600.000 altın drahmi harcanmıştı . 1749’da Yaş’ta eğitim mecburi olmuştu (3). 

Ama “Doğucu” tutucu güçler de boş durmadı. Rum cemaatinin ilk matbaası, “aydın” bir Patrik olan Kyrillos Loukaris (1623-1638) tarafından 1627’de kurulmuştu. Bu patrik aynı zamanda zamanın “ileri” görüşlerine açık bir kimse olan Theophilos Korydaleas adlı aydın ile birlikte kimi reformlara, örneğin Kitab-ı Mukades’in halk diline çevrilmesine girişti. Ama kilisenin “tutucu” çevreleri tepki gösterdi: Loukaris, Kalvinist diye kovalanacak, kışkırtılan kitlelerce matbaa tahrip edilecek ve nihayet Loukaris de yaşamını yitirecekti. Yunanca kitap basan matbaalar, ancak Batı’da, Milano (1476), Venedik (15. yüzyıl sonu), Yaş (1639), Bükreş (1690) gibi kentlerde kurulabildi.

Kitap basımı, 18. yüzyıl sonralarına yaklaştıkça geometrik bir hızlanma sergilemiştir. Örneğin Büyük İskender’le ilgili bir “roman”ın, yüzyıllar içinde gittikçe daha büyük bir sıklıkla basıldığını görüyoruz: 16. yüzyılda 3 basım, 17. yüzyılda 6 basım, 18. yüzyılda 14 basım, 19.  yüzyılın ilk yarısında 16 basım.

18. yüzyılı onyıllara ayırarak Yunanca kitap yayınlarının sayıları ve türleri konusunda şunları görüyoruz:

 

ONYILLAR:         1         2        3        4        5        6        7        8        9        10

Dinî                    35       38      30      62       75     118    124    218    125     128

Dil/eğitim             2         6        3        1        11       14        23        25         31            56

Başka                  8         6        7        5        25       25        40        74          66          135

TOPLAM            45       45      48      68       111     157     187      317       224           319

Özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak bu alanda önemli değişiklikler gözleniyor.  Yüzyılın ilk iki onyılı ile son iki onyılını karşılaştırdığımızda, a) dinî kitaplar, b) dil ve eğitimle ilgili ve c)  dışında “başka” konular işleyen kitaplar konusunda dikkati çekenler şunlardır:

1-Bu yüzyıl içinde basılan ve piyasaya sürülen kitapların sayısı 90’dan 543’e çıkmıştır; bu altı kez bir artış demektir. Bu yüzyıldaki genel gelişmeler göz önüne alındığında bu artış normal sayılmalıdır. İlginç olan kitapların türündeki değişikliktir.

2-Genel artış altı kat iken, dini kitapların artışı 3.5 kattır. Dil/eğitim kitapları 11 kat artmıştır. “Başka” konular ise – ki bununla bilim, roman gibi metinler anlaşılıyor – 14 kat artmıştır. Başka türlü ifade edildiğin, ilk 20 yılda din kitapları bütün kitapların %81’ini (73/90) oluştururken son 20 yılda bu oran  %47’e (253/543) düşmüştür, hemen hemen yarı yarıya. Yani daha laik bir dünyaya doğru gidiş eğilimi belli olmakta (4).

Bu kültür faaliyeti genel olarak belli bir ticaretin, sanayinin ve dolayısıyla zenginliğin görüldüğü kentlerde ve yörelerde gerçekleşti. Okulları kuranlar, kitapları basanlar, öğretmenlerin maaşlarını ödeyenler, Batı’da gelişmekte olan kültürel yaşamla ilişki kurabilmiş olan laik kesimdi. Birçok istisna görülmekle birlikte, din çevreleri bu “aydınlanma” hareketinin karşısında, kimi zaman ilgisiz kalmış, kimi zaman ise karşı çıkmıştı. Kyrillos Loukaris’ten sonra Patrikhane yeniden bir basımevi kurduğunda, ilk yayımladığı risale, Aydınlanma’yı kötüleyen  Pederler Öğretisi olmuştu (1798). Zamanın Patriği Grigorios ise kilisenin ileri gelenlerine gönderdiği bir bildiri ile, bu matbaayı kurduktan sonra Batı’dan her türlü kitap ithalini yasaklayacağını, yalnız din kitapları basacağını ve dine zararlı kitaplara da el konacağını bildiriyordu.

Rum cemaati içindeki statükocu güçlerle “yenilikçiler” arasında çatışma, bu “aydınlanma” döneminde aşırılıklara varacaktı. Her iki grup da, uzlaşmaz iki anlayışın taraftarları olarak karşı tarafı yok etmeye çalışacaktı. Dönemin Rum aydınlarından Neophytos Vamvas eğitim konusunda şunları yazacaktı: “İster ilgisizlikten olsun, ister bir ilke gereği, Babıâli, Hellas’taki [Yunanistan’daki]eğitimin yeniden doğuşu konusunda hiçbir zaman karşı çıkmamıştır. Bu mutlu gelişmenin gerçek düşmanları kendi aramızdadırlar. Hellen ulusunun bir numaralı öğesi olan bu çok güçlü ruhani sınıfın peşin yargıları ya da ilgisizliği eğer çabalarımızla denetim altına alınabilirse Türkler’e karşı yapılacak çok az şey kalacaktır”.

Batı dünyasına açık Yunanlılar arasında görülen “aydınlanma” hareketi, temelde Avrupa’daki gelişmelerin belli bir gecikme ile benimsenmesi olarak görülmeli. Korais’in doğum yılı olan 1748 yılı ile 1751 yıllarındaki üç yıl gibi kısa bir süre içinde dünyayı sarsan kültür olayları yaşanmıştı: Montesquieu’nun Yasaların Ruhu, Buffon’un Doğa Tarihi yayımlanacak (5); Ansiklopedi, Rousseau, Diderot, David Hume ortaya çıkacaktı. 1766’da Voltaire’in ilk Yunanca çevirisini yayımlanacaktı. Yunanlıların bunlardan etkilenmeleri, Batı ile ilişkili olmalarından, kimilerinin Batı’da eğitim gördüğünden, kimilerinin ise orada yaşadıklarındandı.   

Ancak bütün bunlardan Yunanlıların Aydınlanma’yı yaşadıklarını anlamı çıkmaz. Çünkü bir toplumun Aydınlama’yı yaşaması, yani onu oluşturması ve geliştirmesi ile; Aydınlanma’nın, bazı aydınlarca benimsenmesi ve kendi toplumlarına uygulanmaya çalışmaları aynı toplumsal olay değildir. Birincisi, yeni tarihî toplumsal bir gelişmedir, ikincisi nereye varacağı önceden belli olmayan bir aydın hareketidir. Özellikle böyle bir aydın hareketi, yeni gelişmelere hazır olmayan bir toplumda yer aldığında sonucu da sınırlı olabilir. O zaman Aydınlanma “tepeden dayatılan” bir olaya dönüşebilir ve toplumu Aydınlama’ın doğurduğu gelişmelerden oldukça farklı yönlere götürebilir.

Sonunda, yani uzun sürede - “Batı Avrupa’nın Dinamiği” başlıklı ve 15.02.2025 yazımda belirttiğim gibi – Yunan toplumu Avrupa’nın en “geri kalmış” ülkelerinden biri durumundadır. Yunan Aydınlanması denen hareket, kuşkusuz yararlıydı, ama Batı Avrupa’da yaşanmış olan Aydınlanma’dan farklı bir tarihi olaydı. Yararlı ve kalıcı yanı, Yunan toplumunun eğitime ve okuryazarlığa olan eğilimidir;  sınırlı da olsa göbeğinden devlete bağlı olmayan bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasıdır; bir süre için de olsa bağnaz dini çevrelere karşı sesini yükseltebilen bir laik kesimin yaşamış olmasıdır.

Ama bunlar yetmedi! Zamanla “toplum”, tarihi miras, geleneksel yapı, toplum düzeni (ne denecekse)  ağırlığını hissettirdi. Bir sembolik gelişme olarak, temel dönüşümlere yeltenen ilk başbakanın katli gösterilebilir: 1831 yılında Kapodistrias sokak ortasında vuruldu. Sonra laik kesim ile dini çevreler uzlaştı. Aydınlanmacıların keskin söylemi duyulmaz oldu. Dinî çevrelere “laf edilmez” oldu; bu alanda eleştiri hakaret sayıldı. Bu konuda yararlı bir kitap var, Ioannis Grigoryadis’in Instilling Religion in Greek and Turkish Nationalism, (Palgrave Macmillan, 2013). Türkiye ve Yunanistan’da milliyetçilikle dinselliğin nasıl kaynaştığını anlatıyor. Aydınlanma’nın neden olduğu laik ve bireye değer veren devriminin bu iki ülkede nasıl yeşermediğini görüyoruz.

Türkçe’ye çevirdiğim ama henüz kitabı yayımlayacak bir yayıncı bulamadığım Nikos Dimu’nun Kayıp Sınıf başlıklı kitabı, ilk kez Siroz adasında doğmakta olan bir Yunan burjuva sınıfının nasıl gelişemeden “kaybolduğunu” anlatır. Oysa o adada 19'uncu yüzyılda, ticareti, tersaneleri, opera binası, görkemli belediye binası ve heykel müzesine benzer mezarlığı ile geriye yeşermeyen ve yalnız bir hayalin kalıntılarını bırakan bir Aydınlanma hareketi başlamıştı. Toplumun kendisi “hazır değildi” denebilir; devamı gelmedi! Yunanistan bu yüzden, örneğin, Belçika’ya benzeyen bir ülke olamadı. Yani Batılılaşmak birkaç “inkılap” yapmak değildir demek istiyorum.

 

Notlar;

1. Nişanyan, Sevan. Yanlış Cumhuriyet, İstanbul: Kırmızı Yayınevi, 2008, s.50.

2. Bu konuda ayrıntılar için bkz: Millas. H. Yunan Ulusunun Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990.

3. Bu Yunan okullarında Bulgarlar, Müslümanlar ve Türkler de okurdu. Kairis’in okulunda, sonraları Yanya ve Selanik valisi olacak olan Ahmet Rasim Paşa okumuştu. Yanya’daki ünlü Zosimeo okulunda, bir ara Adana valisi de olan  Prevezeli Abidin Dino okumuştu.

4. Bkz. Dimaras.  Κ. Çağdaş Yunanistan Aydınlanması, Ermis yayınları, 1995 s.122. (Yunanca).

5. Georges-Louis Leclerc, Comte de Buffon (1707 –  1788).

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?

Yorum Yazın

Herkül Millas
    Herkül Millas

    Bizi Takip Edin
    Facebook
    X (Twitter)
    Instagram
    Linkedin
    Mastodon
    Bluesky
    Köşe Yazarları
    Herkül Millas
    Herkül Millas Milli açıklamaların yetersizliği
    Deniz Nas
    Deniz Nas Dönüşen CHP, sol popülizm ve Özgür Özel
    Bilal Sambur
    Bilal Sambur Hakimiyet saplantısı, hassasiyet değildir
    Semih Çoban
    Semih Çoban Bir öğle arası: Stephansplatz’da 20 dakika
    Hakan Tahmaz
    Hakan Tahmaz İktidarın hukuksuz planları ve CHP’de derinleşen kriz
    Fahri Bakırcı
    Fahri Bakırcı “Bilimci” ve “Yiyimci” Makyavelizm üzerine (2)
    İlter Turan
    İlter Turan Vakit kaybetmeden sosyal güvenlik reformu yapmamız gerekiyor
    Çağatay Arslan
    Çağatay Arslan Nas nasıl Riba’ya dönüştü?
    Başak Yağmur Eray
    Başak Yağmur Eray Siyasetin kırılgan zemini: Mazlumluk ve güç ikilemi
    Ali Kılıç
    Ali Kılıç Türkiye’nin Avrupa anahtarı: Erdoğan ile Özel’in buluşma noktası
    Burcu Ağca Karakaya
    Burcu Ağca Karakaya Çocukları sevgiyle şımartmak
    Erdem Bağcı
    Erdem Bağcı Türkiye ekonomisi SWOT analizi
    instagram gel gel
    Yeni Arayış
    KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
    SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
    FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

    Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı