Şüphesiz, her parlamento bir tartışma, müzakere ortamıdır ama Özellikle Habermas’ın“müzakereci demokrasi” kavramlaştırması; öyle bir başlangıcı esas alsa da daha ayrıntılı bir yaklaşım sunar. İletişimsel eylem teorisinin derinleştirilmiş bir uzantısı olarak “müzakereci demokrasi”de (deliberative democracy) Habermas’ın amaçladığı; bilinçli kolektif eylemlere dayanan bütüncül bir karar almanın zeminine işaret etmektir.
Parlamento, demokrasilerde siyasal temsilin olmazsa olmaz zeminidir. Latince kökeni itibariyle genel olarak “temsil” (repraesentare) “mevcut” (present) olana “yeniden mevcudiyet” (representation) kazandırmaktır. Bu doğrultuda, asli zemini olarak parlamentolarda vücut bulan “siyasal temsil” (political representation), siyasal mevcudiyet bulmayı ifade eder.
Eski Yunan’dan on yedinci yüzyıla kadar demokratik veya cumhuriyetçi yönetimin teori ve pratiğinin dışında bırakılmış olan siyasal temsil; on dokuzuncu yüzyılda siyasal partilerin ortaya çıkışına paralel olarak demokrasi teorisinin merkezinde yer almaya başlamıştır. Bunun en başta gelen sebebi, demokrasinin mekânının ulus-devlete kayarak genişlemesi ise; bir diğeri siyasetin yasama faaliyeti olarak gerçekleşmesi ve ikincisi, siyasal eşitlik taleplerinin partiler aracılığı ile yasama meclislerine aktarılmaya başlamasıdır.
Demokrasinin ulus-devlet ölçeğine ulaşması, siyasete doğrudan katılım biçimlerinin yerini büyük ölçüde temsile bırakmasını gerektirmiştir. Böyle bir sonuç, her ne kadar demokratik imkânların boyutunu daraltmışsa da temsil mekanizması bir demokratik birimin önündeki tüm teorik engellerin kalkmasını sağlayarak, örneğin hukukun üstünlüğünü ülkenin tamamına yayma yönünde çalışmıştır. Bu da bir yandan demokrasinin pekişmesini sağlarken, öbür yandan parlamentoyu temsilin siyasal yuvası halinde inşa etmiştir. Fakat mesele bu kadar basit bir ilişkinin ötesine geçen boyutlara sahiptir.
Her şeyden önce temsilin “temsil” sayılmasını sağlayan koşullara bakmak gerekir. Öbür yandan, parlamentonun temsilin siyasal yuvası olarak sahip olduğu mahiyetin tam ne olduğu üzerine eğilmek elzemdir. Nihayet, demokrasinin siyasal ontolojisinin temsil-parlamento eksenindekisomut tezahürlerinin içerdiği meselelere odaklanmanın kaçınılmazlığını unutmamak lazımdır.
Tabii, bu hususlar için oluşturulacak izah çerçevesi, her şeyden önce temsilin gördüğü işlev açısından ortaya çıkardığı olguları içermelidir. Demokrasinin büyük teorisyeni GiovanniSartori’nin belirttiği gibi temsil, ilk başta, sınırsız, mutlak iktidarı önler; ikincisi, denetleme ve değiştirme yetkilerine sahip olunması, halka iktidarı kullanma imkânını sağlar.. Fakat Sartori’ninkendisi de “halkın iktidarı kullanmasının” sorunlu olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla, siyasal temsil, iktidarı halkın kendisinin kullanması değil, halk adına iktidarın temsilcileri aracılığıyla siyasal mevcudiyet kazanmasıdır. Bu doğrultuda, temsil süreci “ikili” bir aşama izleyerek parlamento dediğimiz siyasal zemine intikal eder. Birinci aşamada halk, seçimler vasıtasıyla sayısal (aritmetik) olarak vücut bulur. İkinci aşamada ise kendileri adına iktidarı kullanmak üzere seçtikleri temsilcileri üzerinden siyasal mevcudiyet kazanır. Bu iki aşama, demokratik sürecin suretidir ama iktidarın tamamen halkta olduğunu göstermez. Bu yüzden, demokrasinin bütünüyle “temsilî” nitelikte kalması, onun haddizatında eksik işlemesine, hatalı algılanmasına sebebiyet verir.
Nitekim siyasal temsilin gerçekleştiği zemin olan parlamentonun etimolojisine baktığımızda, söz konusu eksikliğin ve hatalı algılamanın ne olduğu daha iyi anlaşılabilir. Parlamento, İtalyanca parlare, Fransızca parler, yani konuşma anlamına karşılık gelir. O kadar ki, “parlamenter siyaset” dendiğinde, “konuşma marifetiyle hükümet etme” anlaşılagelmiştir. Örneğin, OrtaÇağ’da “Parlamenter” denilen figür, savaştaki taraflar arasında müzakereci, dolayısıyla savaşı önlemeye matuf politikayı ikame eden; kılıcı (sword) söze (word) tahvil etmekle yükümlü, taraflarla konuşarak (parliamenting) diplomatik bir görev ifa eden kişilere atıfta bulunurdu. Bu anlamda, parlamenter tarzda siyaset yapma, bir meselenin lehinde veya aleyhinde konuşmayı (speaking) siyasal eylemin esas formu olarak ortaya çıkarmıştır.
Şüphesiz, parlamento tarih sahnesinde yer aldığı andan itibaren, çatısı altında çeşitli, farklı toplulaşmalardan (meclislerden) oluşan çoğulcu bir mevcudiyete dayanmıştır. Hal böyle olunca, konuşma/müzakere marifetiyle siyaset yapma, parlamento içindeki farklı topluluklar arasında diyaloğu kaçınılmaz kılmıştır. Bu husus, tam da temsilin yuvası olan parlamentonun sadece bir kurum olarak kalmasının ötesinde, ona gerçek bir siyasal mevcudiyet kazandıran diyalojik bir zemin olma imkânını kazandırmıştır. Bir başka deyişle, demokrasinin temsilî olma vasfı, esasında, temsilin içerdiği ve bağlantılı olduğu bir özellik taşımaktadır. Söz konusu içeriği ve bağlantıyı açığa çıkarmak, aşağıda açıklanacağı üzere hem demokrasinin diyalojik özü hem bu özü çerçeveleyen parlamentonun gerçek işlevini aydınlatmaya yarayacaktır.
Toplumsal failler ve kesimler arasındaki olaylara farklı bakış biçimlerinin, kendi seslerini yansıtan konuşmalarının (açıklamalar, sloganlar, sembolik ve fiilî tavırlar olarak) etkileşime girmesine dayanan diyalojik demokrasi; temsilî olanı ete kemiğe büründüren bir siyasal çerçevelemedir: Temsil edilen kesimleri (ideolojileri, vs.) dilde yansıtır, taleplerinin bilinçaltını açık eder. Bu bize, aynı zamanda, yasamanın/yasa yapmanın gerekçelendirilmiş rasyonalitesinin mahiyetini verir. Dolayısıyla, diyalojinin varlığı ve devamlılığı, parlamentoyu bir yasama kurumu olmaktan daha çok, farklı kesimlerin talepleri üzerinden, çok sesliliğin yansıttığı fikirlerin çekiştiği siyasal bir alan niteliğine büründürür. Bu ise aslında, farklı seslerle birlikte varolabilme, sadece kendi sesini esas alan bir diyaloğu bırakma, karşıdan gelen sese, “cevap verebilme” (answerability) kapasitesini sergilemektir.
Nitekim parlamentonun dayandığı ontolojik zemini oluşturan “oturum” (hearing), yani bir mesele etrafındaki tartışmaların, müzakerelerin meydana geldiği ortam, aynı zamanda, “işitme/söylenene kulak verme”, dolayısıyla “cevap vermeyi” de içerir. Böyle bir zemin, bir iktidarın çoğunluğu sağlamış olmasının, demokratik bir yönetim icrası bakımından kendiliğinden yeterli olmadığına işaret eder: Kamusal söylemlerin, sivil toplumdaki fikir çekişmelerinin gerekçelendiriliş şekillerini ve amaçlarını da kurumsal ifade imkânına kavuşmasının zorunlu olduğunu gösterir. Parlamento, bu anlamda meşruluğu yüksek bir temsil kurumu olabilir ancak.
Buna karşılık, genel olarak siyasal teoride, özel olarak da demokrasi teorisinde dinleme (listening), iktidar olgusunu ve çıkar çatışmasını esas alan yaklaşımların gördüğü rağbet yüzünden ihmal edilmiştir. “Ses”e (voice), “hitabet”e (speech) ne kadar önem verildiyse; “seyretme” (sight) ve “kulak verme” (hearing) o kadar gölgede kalmıştır.
Jürgen Habermas başta olmak üzere, bazı düşünürlerin bu noktada, özellikle demokrasi teorisine “müzakere” (deliberation) unsurunu dâhil ederek yaptığı katkı önemlidir. Şüphesiz, her parlamento bir tartışma, müzakere ortamıdır ama Özellikle Habermas’ın “müzakereci demokrasi” kavramlaştırması; öyle bir başlangıcı esas alsa da daha ayrıntılı bir yaklaşım sunar.
İletişimsel eylem teorisinin derinleştirilmiş bir uzantısı olarak “müzakereci demokrasi”de(deliberative democracy) Habermas’ın amaçladığı; bilinçli kolektif eylemlere dayanan bütüncül bir karar almanın zeminine işaret etmektir.
Habermas, öznelerarası “saptırılmamış” bir iletişim doğrultusunda, yani “ideal bir konuşma” temelinde birbirini anlama ve buradan kaynaklanacak bir uzlaşmaya (consensus) varabilmenin ancak meseleleri “müzakere” yoluyla halledebileceğini vurgular. Habermas’a göre diyalog, müzakerenin bel kemiğidir. Birbirini dinleme, anlama ve bu doğrultuda oluşan bir tartışma, meselelerin çözümünde uzlaşmaya varmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Bu anlamda, demokratik süreci besleyen temel iki araç vardır: demokratik dil ve üslupla konuşma/iletişim (conversation) ve dinleme/söylenene kulak asma. Bu ise muhataplar arasında bir güven tesis edilmesiyle mümkün olabilecek bir durumdur. Habermas’ın“saptırılmamış iletişim” dediği de bu bağlamda hem güvenden kaynaklanan hem güveni sağlayan örtük bir araçtır esasında.
SAPTIRILMAMIŞ İLETİŞİM
Öte yandan, Habermas’ın herkese açık olanaklar şeklinde bir araya geliş, konuşma yoluyla etkileşime dayanan bir yapılanma olarak tanımladığı “kamusal alan”ın, halkın iletişimine hizmet eden siyasal kurumları da kapsayabileceği dikkate alındığında, parlamentoların “siyasal kamu alanları” olarak tanımlanması da uygun olur. Bu anlamda parlamentolar, temsilî katılım ekseninde toplumsal normları dikkate alan kolektif kararlara ulaşmada; o normların ve kararların muhataplarına söz hakkı tanıyacak prosedürlerin demokratik şekilde yaratıldığı zeminlerdir. Bir başka deyişle, yukarılarda tanımladığımız şekilde diyalojinin müzakereye dayanak olarak tezahür ettiği oranda, bir parlamentonun temsili, siyaseten yeniden var etmesi mümkün hale gelir.
Bununla beraber, diyalojinin demokratik bir ortamı kendiliğinden garanti etmediği belirtilmelidir. Elbette demokratik süreç uzlaşmayı esas alan bir mahiyet içerir, fakat esasen prosedürel olarak “çekişmeci” (contestability) bir şekilde meselelerin çözümüne yönelir ve her bir çözüm nihaideğil, bir başka müzakerenin başlangıcı mahiyetine bürünür.
Böyle düşünüldüğünde, diyalojinin ve/veya diyalojik demokrasinin genelde kamusal alanda, özelde ise parlamentoda “öteki” (“muhalefet” de diyebiliriz) ile karşılıklı tolerans içinde bir arada yaşamanın araçlarını sağladığı söylenebilir. Bu anlamda, demokratik süreci besleyen temel iki araç vardır: demokratik dil ve üslupla konuşma/iletişim (conversation) ve dinleme/söylenene kulak asma. Bu ise muhataplar arasında bir güven tesis edilmesiyle mümkün olabilecek bir durumdur. Habermas’ın “saptırılmamış iletişim” dediği de bu bağlamda hem güvenden kaynaklanan hem güveni sağlayan örtük bir araçtır esasında.
*Bu yazı, yazarın Demokrasi Arzusu. Diyalojik Demokrasi Meseleleri (DBY, 2021) kitabının bir bölümünden türetilmiştir.

Yorum Yazın