Bir kafede oturduğunuzu hayal edin. Her 40 dakikada bir yeni bir arkadaşınız geliyor ve size uzun uzun bir şeyler anlatıyor. İlkinde dikkatle dinliyorsunuz, ikincisinde hâlâ odaklanmaya çalışıyorsunuz ve gün boyu bu durum dokuz kez tekrar ediyor. Sonunda başınız ağrıyor, dikkatiniz dağılıyor ve duyduklarınızdan geriye çok az şey kalıyor. İşte aslında çocuklarımızın okulda yaşadığı tam da bu! Günün büyük bölümünü dinleyici olarak geçiriyorlar.
Bugün herkes yapay zekâdan, dijital dönüşümden ve iş gücünde köklü değişimlerden söz ediyor. Peki biz hâlâ neden sınıflarda öğrencileri pasif birer dinleyici olarak yetiştiriyoruz?
Değişmeyen Öğretmen Eğitimi
Türkiye’de ve pek çok ülkede eğitim hâlâ anlatım temelli sürüyor. Öğretmen “anlatıyor”, öğrenci “dinliyor”. Sonra öğretmen “anlatıyorum ama dinlemiyorlar” diye şikayet ediyor. Oysa sorun, yöntemin kendisinde. Öğrenciler bilgiyi pasif olarak almak yerine onu keşfetmek, sorgulamak, tartışmak istiyorlar.
Öğretmen eğitimi önce değişmeli ki sistem değişebilsin!
Ezbere dayalı yöntemlerle yetiştirilen öğretmenlerin, hiç tanımadıkları ya da deneyimlemedikleri aktif öğrenme modellerini sınıflarında uygulamaları beklenemez. Bu nedenle, öğretmen yetiştiren fakültelerde hâlâ ağırlıklı olarak kullanılan geleneksel anlatım ve ezber odaklı metotların yerini; proje tabanlı öğrenme, işbirlikli öğrenme, oyunlaştırma ya da teknoloji destekli öğrenme çalışmaları almalıdır. Öğretmen, kendi öğrenme sürecinde aktif öğrenmeyi deneyimlemediği sürece öğretmen olduğunda sınıflarda bunu uygulayamaz.
Bugün Türkiye’de tüm öğretmen yetiştirme programlarının temel derslerinden biri olan “Öğretim İlke ve Yöntemleri” dersi büyük ölçüde teorik içerikle yürütülmektedir. Çoğu zaman 3+0 saatlik bir müfredat yüküne sahip olan bu derste, öğretmen adaylarına daha çok kavramsal bilgi kazandırmaktadır. Sınıf içi uygulamalara, aktif öğrenme stratejilerini deneyimlemeye yeterli fırsat tanımamaktadır. Bu durum, öğretmen adaylarının mezun olduklarında hâlâ geleneksel yöntemleri doğal refleks olarak kullanmalarına yol açmaktadır.
Önce, öğretmenlerin değişime açıklığının sadece “isteme” meselesi olmadığını görmek gerekir. Bu koşulların uygunluğu ve kurumların destek kapasitesi ile doğrudan ilişkilidir. Örneğin, Avusturya’da yapılan bir araştırmada, öğretmenlerin “dijital eğitim” eğitimlerine katılma isteklerinin, eğitimin zamanlamasının esnek olması, destek materyali sağlanması ve öğretmen özerkliği gibi faktörlerle yakından bağlantılı olduğunu göstermektedir. Ayrıca, 2025 yılında yayımlanan “Pedagojik Yeniliğe Hazırlık” başlıklı karma yöntemli bir araştırma öğretmenlerin büyük çoğunluğunun dijital araçların avantajlarını kabul ettiğini, ancak profesyonel gelişim eksikliği, zaman baskısı ve kurumsal destek yetersizliği nedeniyle bu araçları sınıf içinde kullanmakta zorlandıklarını ortaya koymuştur (Alonso-Rodríguez vd., 2025). Çalışmada, yenilikçi pedagojilerin benimsenmesinde bireysel isteğin tek başına yeterli olmadığı belirtmektedir. Sistemin sunduğu olanaklar, eğitim modelleri ve kurumsal iklim belirleyici rol oynamaktadır.
MEB’in Yenilikçi Sınıflar Uygulama Kılavuzu (2024), eğitimde kalıcı bir dönüşümün ancak öğrenci merkezli, beceri odaklı ve dijital araçlarla desteklenen öğrenme ortamlarıyla mümkün olacağını vurgulamaktadır. Bu ortamların temelini ise aktif öğrenme yaklaşımı oluşturur. Katılım, eleştirel düşünme, gerçek yaşamla bağlantı kurma, bağımsız öğrenme ve işbirliği bu yaklaşımın başlıca unsurlarıdır.
Sınav Temelli Sistem ve Sonuçları
Türkiye’de öğrenciler neredeyse birinci sınıftan on ikinci sınıfa kadar sınav temelli bir sistemin içinde. Veliler daha ilk yıllardan itibaren çocuklarına özel ders veya ek kurslar aldırmaya başlıyor. Ancak buna rağmen her yıl milyonlarca öğrenci üniversite sınavlarında başarısız oluyor. Bu yalnızca soyut bir gözlem değil, somut verilerle de destekleniyor.
2025 Yükseköğretim Kurumları Sınavı sonuçları, sistemin öğrenciler üzerindeki baskısını net biçimde gösteriyor:
- Tercih hakkı olmasına rağmen hiç tercih yapmayanların oranı %40’dır.
- Sınava giren öğrencilerin yalnızca yaklaşık %30’u başarılı kabul edilebilecek düzeylere ulaşmıştır.
- Birçok testte %50 başarı sınırı aşılamamıştır.
Bu veriler, öğrencilerin bireysel yetersizliğini değil, sınav odaklı sistemin doğurduğu yapısal sorunları gösteriyor. Öğrencilerin başarısızlık oranları, yalnızca kişisel eksikliklerle değil; pedagojik yaklaşımlardaki tıkanmalar, öğretmen destek mekanizmalarının yetersizliği ve sınav odaklı eğitim politikalarıyla birlikte değerlendirilmelidir. Ancak bu sonuçları yalnızca sisteme bağlamak da eksik bir değerlendirme olur. Türkiye’de üniversiteye girişteki başarısızlıkların bir diğer nedeni, sınava giren öğrenci sayısının nitelikli üniversite sayısının çok üzerinde olmasıdır. Her yıl milyonlarca öğrenci sınırlı kontenjanlara yerleşmeye çalışmakta, bu da rekabeti olağanüstü artırarak başarısızlık oranlarını yükseltmektedir.
Peki Sonuç Olarak Çocuklardan mı Çok Şey İstiyoruz?
Aslında çok şey istemiyoruz, aksine onlara az veriyoruz. Daha az deneyim, daha az katılım, daha az özgünlük. Onlardan sadece dinlemelerini, ezberlemelerini ve sınavlarda ezberlediklerini bize geri vermelerini istiyoruz. Oysa onların ihtiyacı, yaratıcılıklarını kullanabilecekleri, işbirliği yapabilecekleri, hata yaparak öğrenebilecekleri bir eğitim ortamı.
Bugün yapmamız gereken, öğretmenleri sürekli uygulamalı mesleki eğitimlerle desteklemek, sınıfları dijital ve esnek tasarımlarla dönüştürmek ve öğrencilerin “öğrenmeyi öğrenme” becerilerini merkeze almaktır. Çünkü gelecekte ayakta kalacak olan, bilgiyi ezberleyen değil, bilgiyi dönüştürebilen nesiller olacaktır.

Yorum Yazın