MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat

“Bilimci” ve “Yiyimci” Makyavelizm üzerine (2)

ANA SAYFASİYASET“Bilimci” ve “Yiyimci” Makyavelizm üzerine (2)
“Bilimci” ve “Yiyimci” Makyavelizm üzerine (2)

Kendi kişisel ikballeri için iktidarı ellerinde tutmaya çalışanların kullandıkları araçların, bilimsel Makyavelizm anlamında meşruiyetleri yoktur; bunlar kendilerini mutlaka Makyavelizmle ilişkilendirileceklerse, Machiavelli’nin siyaset teorisi ile ilgili olmayan “yiyimci Makyavelist” olarak tanımlanmaları yerinde olur.

12 Eylül, 2025, Cuma 00:33
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
Fahri Bakırcı
Fahri Bakırcı

Türkiye tarihinden bir gerçek Makyavelizm örneği

Mustafa Kemal’in kafasındaki ulus devlet projesinin hayata geçirilmesi bilimsel anlamındaki Makyavelizm’e harfiyen uyuyordu.

600 yıllık bir teokratik padişahlık rejimi, çağın koşullarına ayak uyduramamış ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilmesiyle fiilen çökmüştü.

Proje, Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerinde yurttaşların özgürlüğüne dayanan bir cumhuriyet inşasıydı ve başarılması oldukça zordu.

Halkın büyük çoğunluğu okuryazar değildi ve yoksuldu.

Avrupa tarafından “hasta adam” olarak tanımlanan ve parçalanması tasarlanan bir imparatorluktan bir ulus devlet yaratmak devrimci bir projeydi ve gerçekleşmesini hayal etmek bile cesaret meselesiydi.

Dolayısıyla hedeflenen amacın kendisi meşruydu ve yüksek bir ahlaki değere sahipti.

Bu amacın gerçekleştirilmesi için gereken bütün yollara başvurulacaktı ve bunda yadırganacak hiçbir yön yoktu: Bir ulusa onun yararına bir gelecek hazırlanıyordu.

Bu çerçevede bir taraftan işgalci güçleri ülkeden kovmak ve onların yerli işbirlikçilerini etkisiz hale getirmek, bir taraftan da uluslararası alanda diplomatik ilişkileri yürütmek gerekiyordu.

Ama bundan daha önemlisi Meclis içinde Padişahlık ve halifelik yanlılarını ikna etmek; onların saltanatı kurtarma hamlelerine karşı koymak gerekiyordu ve bu hiç kolay değildi.

(Ülke kurulurken Meclis içinde yaşanan derin görüş ayrılıkları aslında günümüzdeki kutuplaşmaya da ışık tutabilecek niteliktedir.)

Homojen bir yapıda olmayan Meclis, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı.

Bir tarafta Mustafa Kemal gibi saltanat ve hilafete karşı olan ve yeni bir Cumhuriyet kurma amacında olan devrimciler ya da Cumhuriyetçiler vardı.

Onların karşısında Osmanlı’yı kurtarma ve bu yüzden de Padişah ve halifenin esaretine son vermeyi amaçlayan Osmanlıcılar vardı.

Bunun nedeni şuydu: Meclis üyelerinin önemli bir kısmı son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na seçilen üyelerden oluşuyordu.

Yayınlanan genelgeyle Meclis-i Mebusan üyelerinden TBMM toplantılarına katılmak isteyenlere üyelik hakkı verildi.

Öte yandan Meclisi Mebusan’a seçilecek üyeler doğrudan halk tarafından seçilmiyordu: Önce müntehibi sani’ler yani ikinci seçmenler seçiliyor ve mebuslar ikinci seçmenler tarafından seçiliyordu.

(1946 yılında çok partili hayata geçinceye kadar yürürlükte kalan bu sistem aslında eğitimsiz duyulan halka güvensizlikten kaynaklanıyordu.)

Bir sürprizle karşılaşmamak için ikinci seçmenler, sarayın gösterdiği adaylar arasından seçim yapıyordu; bu yüzden de seçilen kişilerin Padişaha bağlı olmaları ve saltanat rejimi ile barışık olmaları son derece doğaldı.

23 Nisan 1920’de toplanan ilk TBMM, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın gönüllü olarak katılan üyelerinden ve Anadolu’da her livadan seçilecek beşer kişiden oluşuyordu.

Bu durumda Meclis üyelerinin çoğunluğunun saltanata ve Padişaha bağlılık duymalarında ve Osmanlı Devleti’ni kurtarmayı amaçlarında şaşılacak bir yön yoktu.

Nitekim toplantıya katılanların önemli bir çoğunluğu Meclis-i Mebusan’nın olağanüstü toplantısına geldiklerini düşünüyor ve her fırsatta hilafet ve saltanata bağlılıklarını ifade ediyordu.

Meclisin karma yapıda olması yönetimine de yansıdı: Mustafa Kemal, Meclis’in birinci başkanı; Meclis-i Mebusan’ın başkanı Celalettin Arif Bey, Meclis’in ikinci başkanı oldu.

Bu karma yapıdan dolayı Meclis üyelerinin hedefleri birbirinden farklıydı ve her iki grup da diğerini kendi hedefleri yönüne çekmek için kıyasıya bir mücadele sürdürecekti.

Elimizde bu söylenenleri kanıtlayan üç önemli belge bulunmaktadır.

Bir: Kurucu Meclis- Olağanüstü yetkili Meclis

Bu tartışma Meclisin bir kurucu meclis mi yoksa Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı mı olduğuyla ilişkilidir.

Yeni bir devlet kurma hedefine sahip Mustafa Kemal, Meclisi “Kurucu Meclis” olarak adlandırmak istiyordu; buna karşılık Osmanlıcılar, toplantının Meclis-i Mebusan’ın olağanüstü bir toplantısı olarak görüyorlardı.

Mustafa Kemal Nutuk’ta bu konuda şunları söylüyordu:

Ben, ilk yazdığım müsveddede “kurucu meclis” tabirini kullanmıştım. Maksadım da toplanacak meclisin “rejimi” değiştirmek salahiyetiyle ilk anda donanmış bulunmasını temin etmek idi. Fakat bu tabirin kullanılmasındaki maksadı lüzumu gibi izah edemediğim için veyahut izah etmek istemediğim için, halkın alışmadığı bir tabirdir diye, Erzurum ve Sivas’tan ikaz edildim. Bunun üzerine “fevkalade salahiyete sahip bir meclis” tabirini kullanmakla yetindim.

Mustafa Kemal özetle diyor ki ben Meclisi yeni bir devlet kuran bir kurucu meclis olarak tasarlamıştım, ama yapılan uyarılar üzerine çağrıdaki kurucu meclis ibaresini değiştirdim.

Bu dolaylı olarak yapılan bir tartışma da değildi: Osmanlı Meclis-i Mebusanı Başkanı Celalettin Arif Bey, Mustafa Kemal’e 27 Mart 1920’de yazdığı mektupta “meclisi fevkalade”den söz ediyor ve “Gerçi, bizim Kanunu Esasi'mizde böyle fevkalade bir meclisin toplanabilmesine dair bir işaret mevcut değilse de…” ibaresiyle başlayan cümlede TBMM’nin Kanun-i Esasi’ye göre toplanmış bir olağanüstü Meclis toplantısı olduğu vurgusu yapıyordu.

İki: Kanun-i Esasi’nin yürürlükte olması meselesi

Yeni bir devlet kurulduğunda ilk yapılacak işlerden birisi, yeni bir anayasanın yapılması ve eski anayasanın yürürlükten kaldırılmasıdır.

Bu durumda TBMM’nin, 1876 yılında çıkarılan Kanun-i Esasi’yi kaldırması gerekiyordu.

Ancak bunun tam tersi yapıldı: Dönem boyunca yapılan çok sayıda tartışmada Kanun-i Esasi’nin yürürlükte olduğu hatırlatılıyordu; uygulanmasa da Kanun-i Esasi, 1924 Anayasası’na kadar da yürürlükte kaldı.

Bu husus burada söylenenleri ispatlamaktadır: Meclis üyelerinin önemli bir kısmı Osmanlı Devleti’nin devam ettiğini ve bu yüzden Osmanlı Anayasası’nın da yürürlükte olduğunu güçlü biçimde savunuyordu ve buna bir itiraz da gelemiyordu.

Üç: Hilafet ve Saltanatın kurtarılması meselesi

Osmanlıcılar Meclis içinde amacın hilafet ve saltanatı kurtarmak olduğunu açıkça söylüyorlardı.

Bunlar rastgele ve amaçsız olarak söylenmiş sözler de değildi.

Bu konuda elimizde bir de kanun var: 5 Eylül 1920 tarihinde çıkarılan 18 sayılı Nisabı Müzakere Kanunu.

Türkçesi Toplantı Yetersayısı Kanunu ama içeriği başlığı yansıtmıyor; aslında ilk anayasa sayılabilir, çünkü Meclis’in amaçlarını, varlık süresini, üyelerinin özlük haklarını düzenliyordu. Şunu söylüyordu:

“Büyük Millet Meclisi, hilâfet ve saltanatın, vatan ve milletin istihlâs ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şeraiti âtiye dairesinde müstemirren inikat eder.”

Türkçesi şu: Meclis hilafet ve saltanatı kurtarmadıkça vatan ve millet kurtulmuş sayılmaz; Meclis bu amacını gerçekleştirinceye kadar sürekli toplanır.

İlk bakışta bu amaç gerçekleştikten sonra Meclis’e ne olacağı belli değilmiş gibi duruyor.

Ancak 1876 Anayasası’nın da yürürlükte olduğu ve Meclisin olağanüstü olarak belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere toplandığı düşünüldüğünde, amaç gerçekleştiğinde eski rejimin yeniden işlerlik kazanmasının tasarlandığı görüşü ağırlık kazanıyor.

Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Bütün mebuslar aynı görüşte miydi?

Kesinlikle hayır!

Yukarıda, Mustafa Kemal’in bir kurucu meclis fikrine sahip olduğu halde yapılan uyarılar üzerine olağanüstü yetkiye sahip meclis tabirini kullandığı söylenmişti.

Mustafa Kemal’in hilafet ve saltanat konusunda da saltanatçılarla keskin biçimde ayrıştığı tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır; Nutuk’ta şunları söylemektedir:

“Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek!... Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette, Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemekti…. Hilafet vaziyetine gelince, ilim ve fennin nurlara boğduğu hakiki medeniyet aleminde gülünç kabul edilmekten başka bir mevzuu kalmış mıydı?...”

Mustafa Kemal’in gerçek düşüncesi bu olmasına rağmen, hem Nisabı Müzakere Kanunu’nda saptanan hilafet ve saltanatın kurtarılması amacına itiraz etmedi hem de daha sonra bu konuda yapılan uyarıları kabul ediyor gibi göründü.

Örneğin 1921 Anayasası’nın görüşmelerinin yapıldığı 25.09.1920 tarihli (Gizli Celse Zabıtları) konuşmasında Osmanlıcıların tereddütlerini karşılamak için şunları söylüyordu:

“Fakat bununla bütün kanunlarımızı elde mevcut olan Kanunu Esasimizi külliyen ilga etmiyoruz…Hilâfet ve saltanat mahfuziyeti zaten birinci esasımızdır. Hakikaten düşündüğümüz halâsı hakikiye vusul için, arzettiğim veçhile makamı hilâfet ve saltanat olan merbutiyetimiz ve o makamın bütün şeraiti lâzimesiyle mahfuziyeti birinci esasımızdır…Gayeye vusul için arzı ihtiyaç ve iftikar eylediğimiz kuvvetler birinci derece islâm dünyasıdır. Bu islâm dünyasının ikide birde Meclisi Âlinizin hilâfet ve saltanat, halife ve sultan meselesiyle iştigal etmesinde mehazir vardır….Bugün bu makamı işgal eden zat bu millet ve memleket için hain bir adamdır.”

Bu konuşma yapılmadan önce İstanbul Hükümeti Sevrés Anlaşmasını imzalamıştı ve Mustafa Kemal bunu fırsat bilerek son derece usta bir strateji geliştirmişti:

İlk olarak karşı grubun endişelerini gidermek için Kanuni Esasinin 1921 Anayasası ile yürürlükten kaldırılmadığını bildiriyordu.

İkinci olarak hilafet ve saltanatın korunması konusunda bir görüş değişikliği bulunmadığını açıklayarak muhalif grup rahatlatılıyordu.

Ancak bundan sonrasında karşı hamleler peş peşe geliyordu: Önce Osmanlıcılara hilafet ve saltanatın sürekli gündemde tutulmasının sakıncalı olduğu hatırlatması yapılıyordu.

Sonunda da Padişahlık kurumu ile Padişahın şahsı birbirinden ayrılıyor ve Padişahın hain olduğu yüksek sesle ilan ediliyordu.

Özetle aynı paragrafta hem saltanatın koruma altında olduğu söyleniyor hem de sultanın kendisi suçlu ilan ediliyordu.

“Padişahlıkla sorunumuz yok ama Padişahla sorunumuz” var denmiş oluyordu.

Hiç kuşkusuz karşı taraf da boş durmuyordu; onlar da bu hamleleri görüyor ve karşı hamleler geliştiriyorlardı.

1921 Anayasası yapılıyordu ve yeni bir Anayasa saltanatçı grup için kabul edilebilir değildi.

Bu yüzden 1921 Anayasasıyla 1876 Anayasası kaldırılmadı ve Mustafa Kemal yukarıdaki konuşmayı yaparak güvence verdi.

Ancak saltanat ve hilafet korumasız kalabilirdi; Mustafa Kemal’in hilafet ve saltanatın korunması konusunda bir görüş değişikliği bulunmadığı biçimindeki sözleri yeterli görünmüyordu.

Bunun üzerine bir ara formül bulundu: Hilafet ve saltanat 1921 Anayasası’nda dolaylı yoldan güçlü bir koruma altına alındı.

Cumhuriyet tarihinin bu ilk evresinde iki grup arasındaki derin görüş ayrılığını görmezden gelmeyi tercih eden tarihçiler 1921 Anayasası’nı okuduklarında şu çıkarımı yapabiliyorlar: “1921 Anayasası hilafet ve saltanata yer vermeyerek Cumhuriyetin işaretini verdi.”

Bu çıkarımın aslı yoktur: 1921 Anayasası’nın hiçbir maddesinde hilafet ve saltanat sözcükleri geçmemesine rağmen, hilafet ve saltanat 1921 Anayasası’nın tam göbeğindedir.

Anayasa’nın sonunda yürürlük maddesi işlevi de gören “madde-i münferide” başlıklı bir madde vardır.

1921 Anayasasını inceleyenlerin genellikle bir ayrıntı olarak gördükleri ve bakma gereği duymadıkları “madde-i münferide” şöyledir:

İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meri olur. Ancak elyevm münakit Büyük Millet Meclisi 5 Eylül 1336 tarihli nisabı müzakere kanununun birinci maddesinde gösterildiği üzere gayesinin husulüne kadar müstemirren müçtemi bulunacağı cihetle işbu Teşkilatı Esasiye Kanunundaki 4 üncü, 5 inci, 6 ncı maddeler gayenin husulüne elyevm mevcut Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyetle karar verildiği takdirde ancak yeni intihabdan itibaren meriyül icra olacaktır.

Bir yürürlük maddesi gibi duran madde, aslında 1921 Anayasasının özüydü.

Nisabı Müzakere Kanunu, hilafet ve saltanatın kurtarılmasını hedef olarak belirlediğine göre 1921 Anayasasının da aynı amacı benimsediğine hiç kuşku yoktu.

Bir başka anlatımla madde, Nisabı Müzakere Kanunu’nda belirlenmiş olan hedefin, yani hilafet ve saltanatın korunması hedefinin anayasal teminata bağlandığını gösteriyordu.

Dahası var: Maddede 1921 Anayasası’nın 4, 5 ve 6 maddelerinin yürürlüğe girmediği belirtiliyordu.

Bu maddelerin yürürlüğe girmesi koşula bağlanmıştı: Hilafet ve saltanatın kurtarılması hedefi gerçekleşmedikçe bu maddeler yürürlüğe girmeyecekti.

Peki, bu maddeler neye ilişkindi?

Bu 4, 5 ve 6. maddeler TBMM’nin kuruluşuna, seçimine, toplantıya çağrılmasına ilişkindi. Yani yürürlüğe girmesi koşula bağlanmış olan bu maddeler aslında 1921 Anayasası’nın özüydü.

Bu maddeler hiçbir zaman yürürlüğe giremedi.

Nedeni şu: Bu maddelerin yürürlüğe girmesi TBMM üye tamsayısının üçte ikisiyle (BMM adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyeti) hilafet ve saltanatın kurtarıldığı amacının gerçekleştiği kararının alınması koşuluna bağlanmıştı.

Bu karar verilmediği sürece Meclisin kuruluşunu düzenleyen 3, 4 ve 5. maddeler yürürlüğe giremeyecekti.

İşin özeti şuydu: Madde-i münferide üzerinden iki grup geçici bir uzlaşmaya varmışlardı: Önce ana amacımız olan hilafet ve saltanatı kurtaralım ve sonra yeni meclisin yapısını nitelikli çoğunlukla belirleyelim.

Kuşkusuz Mustafa Kemal tam aksi görüşte olmasına rağmen, bu tavizleri Cumhuriyet projesinin sekteye uğramasını engellemek için veriyordu.

Uygun koşullar oluştuğunda, gerçek amacının gerektirdiği bütün adımları zaman kaybetmeksizin atacaktı.

Mecliste Padişahı hain ilan etme noktasına gelmesine rağmen saltanatla ilgili olarak güvence vermek zorunda kalmıştı.

26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz 30 Ağustos’ta başarıya ulaşınca yeni bir hamlenin sırası geldi.

İtilaf devletleri 13 Kasım’da İsviçre’nin Lozan kentinde yapılacak görüşmeler için hem İstanbul, hem de Ankara hükümetini çağırdılar.

Mustafa Kemal bunu fırsat bildi ve bir devletin birden fazla temsilcisi olamayacağını ileri sürerek saltanatın kaldırılmasına ilişkin projesini hayata geçirdi.

Ama saltanatın kaldırılması zannedildiği gibi kolay olmadı; birden çok deneme ve denemeler arasında müdahale gerekti.

Saltanatın kaldırılmasına ilişkin ilk denemenin tarihi 30 Ekim 1922 idi.

Rıza Nur ve arkadaşlarının saltanatın kaldırılmasına ilişkin önergesi görüşüldü.

Görüşmenin sonunda saltanatçılar hilafetin neden kaldırıldığını anlayamadıklarını belirterek usul tartışması açmayı denediler.

Ancak önergede hilafetin kaldırılmadığı ve bu yüzden usul tartışmasına gerek olmadığı belirtilerek oylamaya geçildi.

Tutanakta sonuçlara ilişkin açıklamalar şöyleydi:

Efendim neticei arayı arz ediyorum. 132 beyaz, 2 kırmızı, 2 yeşil olmak üzere 136 kişi rey vermiş oluyor. Nisap olabilmek için daha 25 kişi lâzım... Binaenaleyh muamele natamamdır.

Yani diyor ki karar almak için yeterli sayı yok…

Açık oylama yapıldığı için tutanaklarda kabul, red ve çekimser oy kullananların isimlerini görmek mümkündür.

Ancak bu yazının tezi ile ilgili olarak şu tespiti yapmak mümkündür: TBMM’de, 1922 yılına gelindiğinde bile saltanatı kaldıracak çoğunluğa ulaşılamamıştı.

Ancak saltanatın kaldırılmasını istemeyenler, artık muhalefetlerini açıkça belli edebilme gücüne de sahip değillerdi.

Oylamaya katılıp ret oyu veren sadece iki isim vardı: İsmail Şükrü Efendi ve Necati Efendi.

Saltanatçılar oylamaya katılmayarak saltanatın kaldırılmasına ilişkin kararın alınmasını önlediler.

Görünüşte ileri sürdükleri gerekçe, saltanatın yanında hilafetin de kaldırılmış olmasıydı.

Başkan, “Yarın tekrar reye vaz’edeceğiz” diyerek oturumu kapattı.

Aslında usuller gereği yapılması gereken buydu; oylama tekrarlanmalıydı.

Ancak işi şansa bırakmamak gerekiyordu ve yeniden benzer bir durumla karşılaşmamak için oylanan önerge rafa kaldırıldı; hilafetin kaldırılmadığını açıkça belirten yeni bir önerge hazırlandı.

İkinci deneme 1 Kasım 1922’de yapıldı; önergeler üzerinde uzun görüşmeler yapıldı.

Saltanatçılar karşı hamleyi hayata geçirdiler: Konuyu komisyonlara havale etme önerisinde bulundular.

Belki komisyonda aksine bir karar çıkarılabilir ya da konu sürüncemede bırakılabilirdi.

Önergeler, Teşkilatı Esasiye, Şer’iye ve Adliye Encümenlerinden oluşan bir karma komisyona havale edildi.

Mustafa Kemal Nutuk’ta üç komisyonun karmasından oluşan bu komisyonda olanları Nutuk’ta şöyle anlatıyordu:

“…Üç encümen bir odada toplandı…Şer'iye Encümeni'ne mensup hoca efendiler, hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, bilinen safsatalara dayandırarak iddia ettiler….Bu iddiaları çürütüp kırmak hususunda serbest söz söyleyenler ortaya çıkar görünmediler. Biz çok kalabalık olan aynı odanın bir köşesinde münakaşayı dinliyorduk. Bu tarzda, müzakerenin istenilen neticeye kavuşmasını beklemek beyhude idi. …söz aldım….Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı ve bu tasallutlarını altı asırdan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir…”

Mustafa Kemal’in komisyonda yaptığı bu konuşma, karşı hamleyi etkisizleştirdi ve Komisyon saltanatın kaldırılmasına ilişkin raporunu Genel Kurul’a sunmak zorunda kaldı.

Ancak saltanatçıların toplantıya katılmayarak karar alınmasını önleme riski sürmekteydi.

Bu nedenle, bu defa, açık oylama yerine işaretle oylama yapıldı ve sonuç şöyle açıklandı:

“Şimdi encümenin müttefikan kabul ettiği beyannameyi reyi âlinize vaz’edeceğim… Üç encümenin müttefikan ihzar ettikleri beyanname ve mevaddı kabul buyuranlar lütfen ellerini kaldırsın. Efendim müttefikan kabul edilmiştir. (Şiddetli alkışlar)”

Başkanın açıklamasında önergenin “oybirliği” ile kabul edildiği ifade edilse de bu ifade gerçeği yansıtmamaktaydı; önergeye karşı olanların çoğu oylamaya katılmamışlardı.

Üstelik bu açıklamalardan sonra Lâzistan mebusu Ziya Hurşid bey muhalifleri temsil ederek şu sözleri kayıtlara geçiriyordu:

“Ben muhalifim. Binaenaleyh ittifakla değil, ekseriyetle kabul edilmiştir.” (Söz yok sadaları)

Hangi yöntemle kabul edilirse edilsin saltanat kaldırılmıştı ve bu en önemli devrimdi.

Saltanatın kaldırılması aslında fiilen Cumhuriyetin kurulması anlamına da geliyordu, ama Cumhuriyetin resmi ilanı için bir yıl daha beklenecekti.

Bu öykünün devamını izlemek ve uygulanan stratejileri saptamak mümkün, ancak yazı yine çok uzadı.

Bundan sonra da devrimlerin uygun koşullar oluştuktan sonra hayata geçirildiğini belirtmekle yetinelim.

Makyavelist teorinin kavramlarıyla söyleyecek olursak, bir ulus devletin kurulması aşamasında amaca giden her yol mubah görüldü ve Cumhuriyet ancak bu sayede kurulabildi.

Cumhuriyet devrimi, bıçak sırtında yürütüldü ve Cumhuriyet çok yönlü kesintisiz bir mücadeleyle kazanıldı.

Çoğunluğu padişah yanlılarından oluşan bir Meclis içinde en küçük bir hata işlerin tersine dönmesine neden olabilirdi.

Cumhuriyet, siyaset biliminin kurucusu Machiavelli’nin Prens’te öğütlediği yöntemle kuruldu.

Şimdi Cumhuriyeti yine Machiavelli’nin Söylevlerde öğütlediği biçimde özgür yurttaşlara dayandırılması gerekiyordu.

Devrimin yerleştirilmesinden sonra Cumhuriyetçiler, Cumhuriyetin özgür yurttaşların omuzları üzerinde yükselmesi için özellikle din, eğitim ve ekonomiyle ilgili çok kapsamlı düzenlemeler yaptılar.

Bu dönemde çok büyük alt yapı yatırımları ve eğitim reformları yapıldı.

Cumhuriyet’in demokratik yönünün güçlendirilmesi için çok partili yaşama geçiş denendi.

Bazı adımlar başarısız olsa bile şunu gösteriyordu: Devrimi yapanların amacı, kişisel iktidar elde etmek değil, özgür yurttaşlığa dayalı bir yönetim kurmaktı.

Cumhuriyet devrimlerinin bir ulus inşası projesinin gerçekleştirilmesi amacını taşıdığı kabul edildiğinde bu dönemin gerçek ve doğru anlamında Makyavelist olduğunu söylemek gerekir.

Yanlış sonuçlar çıkarılmasını engellemek için şu eklemenin yapılması gerekir: Machiavelli kendi geleceğini güvence altına almayı amaçlayan hiç kimseye ya da hiçbir gruba öğüt vermedi.

Yurttaşların özgürlük ve refahından bağımsız olarak iktidarı elinde tutmaya çalışanların kullandıkları araçların meşru olduğu söylenemez; en azından bu tür iktidarların Makyavelist anlamda bir meşruiyeti yoktur.

Ülkemizdeki Cumhuriyet devriminin Makyavelist sayılmasının nedeni, halkın yararına bir Cumhuriyet yönetimini amaçlamış olmasıdır.

Kendi kişisel ikballeri için iktidarı ellerinde tutmaya çalışanların kullandıkları araçların, bilimsel Makyavelizm anlamında meşruiyetleri yoktur; bunlar kendilerini mutlaka Makyavelizmle ilişkilendirileceklerse, Machiavelli’nin siyaset teorisi ile ilgili olmayan “yiyimci Makyavelist” olarak tanımlanmaları yerinde olur.

Sonraki yazıda “yiyimci Makyavelizm” örnekleri ve sonuçlar…

Dizinin ilk yazısı https://www.yeniarayis.com/yazi/bilimci-ve-yiyimci-makyavelizm-uzerine-1-11740.

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?

Yorum Yazın

Fahri Bakırcı
    Fahri Bakırcı

    Bizi Takip Edin
    Facebook
    X (Twitter)
    Instagram
    Linkedin
    Mastodon
    Bluesky
    Köşe Yazarları
    Hakan Tahmaz
    Hakan Tahmaz İktidarın hukuksuz planları ve CHP’de derinleşen kriz
    Fahri Bakırcı
    Fahri Bakırcı “Bilimci” ve “Yiyimci” Makyavelizm üzerine (2)
    Çağatay Arslan
    Çağatay Arslan Nas nasıl Riba’ya dönüştü?
    İlter Turan
    İlter Turan Vakit kaybetmeden sosyal güvenlik reformu yapmamız gerekiyor
    Başak Yağmur Eray
    Başak Yağmur Eray Siyasetin kırılgan zemini: Mazlumluk ve güç ikilemi
    Ali Kılıç
    Ali Kılıç Türkiye’nin Avrupa anahtarı: Erdoğan ile Özel’in buluşma noktası
    Burcu Ağca Karakaya
    Burcu Ağca Karakaya Çocukları sevgiyle şımartmak
    Erdem Bağcı
    Erdem Bağcı Türkiye ekonomisi SWOT analizi
    Onur Tuğrul Karabıçak
    Onur Tuğrul Karabıçak Erdoğan’ın iktidar pratikleri; İktidar üzerine pratik bir inceleme
    Armağan Öztürk
    Armağan Öztürk Suriye 2. Çözüm süreci’nin sonunu mu getirecek?
    M. Coşkun Cangöz
    M. Coşkun Cangöz OVP 2026–2028: Nereye?
    Kübra Evliyaoğlu
    Kübra Evliyaoğlu Conatus’un gaspı: Halkın yaşama iradesine kayyum
    instagram gel gel
    Yeni Arayış
    KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
    SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
    FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

    Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı