Almanya’nın kara sınırlarında sıkı kontroller uygulamaya başlaması, sadece bu ülkenin iç politikasında değil aynı zamanda AB içinde de geniş kapsamlı ve yıkıcı etkileri olabilecek bir gelişme. Diğer yandan, bu tür uygulamaların, AfD gibi aşırı sağ partilerin söylemleriyle örtüşmesi, demokrasinin altını oyma potansiyeli taşıyan tehlikeli bir trendin parçası olarak değerlendirilmeli.
Almanya'nın, kara sınırlarında sıkı kontrollere başlayarak, düzensiz göçü önleyebileceği sanrısına kapılmasının etkileri dalga dalga yayılıyor. İçişleri Bakanı Nancy Faeser, sınır kontrolleriyle düzensiz göçün önlenmesinin yanı sıra, "İslamcı teröristler"in ülkeye girmesini de engelleyeceklerini söylüyor. Bu popülist ifadelerle fena halde tribünlere oynamış Faeser ama sınır kontrolleri fikrinin mucidi kendisi değil. Fikir, tüm detaylarıyla neofaşist parti Almanya için Alternatif'e (AfD) ait. Zaten AfD'li yetkililer her mecrada, koalisyon ile cayır cayır dalga geçiyorlar. "Bizim sözümüzden bir daha çıkmayın sakın ha", "Nihayet sınırları savunmak akıllarına geldi" vb. sözlerle Şansölye Olaf Scholz ve darmadağın bir halde bulunan koalisyonunu alay konusu yapıyorlar. Çok eğleniyorlar anlayacağınız bu aralar.
Kara sınırlarının sıkı kontrolüne yönelik eleştiriler, "özellikle AfD'nin politikalarıyla paralellik gösterdiği için insanların kaygılanmasına neden oluyor" cümlesiyle tamamlanıyor. Bu meşum partinin "Almanya'nın dış sınırlarında kaos yaşandığına" dair söylemi klişe faşist yalanlardan biri ancak bu söylem, siyaseti etkiliyor ve hem de olabilecek en kötü zaman diliminde. Merkez partiler, neofaşistlerin dümen suyuna girerek göçmenlerin ülkede yaşanan her sorunun "günah keçisi" haline getirilmesine katkıda bulunuyorlar. Bu çok kötü. Almanya bu konuda yalnız değil. Fransa’da Macronistler öylesine sert bir göç düzenlemesi yaptılar ki, neofaşist Marine Le Pen mutluluk çığlıkları arasında bunu kendi başarı hanesine yazarken, Hollanda’da neofaşist Geert Wilders'in partisinin kontrolündeki koalisyon hükümeti, ilan ettiği tedbirlerle iltica meselesinde AB’de oluşan göç uzlaşısının altını oyuyor vs... Merkez siyaset partileri, aşırı sağcı politikaları ve söylemleri köpürtmek yerine, uluslararası hukuku kullanarak ve göçün ülkelere sağladığı pozitif katkıları öne çıkararak bunlara karşı koymaları gerekiyor ama...
Örneğin, mükemmel olmaktan uzak olsa da sığınmacıların ev sahibi ülkeler arasında adil koşullarda dağıtılmasını düzenleyen Avrupa Göç Anlaşması, kabul edilmesinin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra çöpe atılmış oldu.
AVRUPA GÖÇ ANLAŞMASI ÇÖPE ATILMIŞ OLDU
Açık olan şu ki ülkelerde bu sözde demokrat hükümetler varken aşırı sağın zaten iktidara gelmesine gerek yok. Öyle ki sınır kontrolleri ve benzeri uygulamaların, Avrupa Birliği'nin (AB) yapısına yönelik yıkıcı etkileri de olacaktır. Örneğin, mükemmel olmaktan uzak olsa da sığınmacıların ev sahibi ülkeler arasında adil koşullarda dağıtılmasını düzenleyen Avrupa Göç Anlaşması, kabul edilmesinin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra çöpe atılmış oldu. Buradan anlaşılıyor ki seçim baskısı ve neofaşist hareketlerin neden olduğu kaygı, hükümet partilerinin paniklemesine ve kontrollerini yitirmelerine neden oluyor. Bu çerçevede, Almanya Hükümeti'nin, ülkenin doğusundaki Brandenburg eyaletinde 22 Eylül'de yapılması planlanan eyalet parlamentosu seçimi öncesinde bu sınır kontrolleriyle seçmene, "Bakın şikayetçi olduğunuz konuda bir şeyler yapıyoruz" popülist mesajını vermeye çalıştığını düşünüyorum ancak uzmanlar bu kontrollerin sığınmacı sayısını azaltacağından oldukça şüpheli. Göç uzmanları, "Bu kontroller, Almanya'yı daha güvenli yapmıyor çünkü yasa dışı giriş ile şiddet içeren suçlar arasında hiçbir bağlantı yok. Sadece yolcuların ve malların hareketini engelleyen bekleme süreleri ve trafik sıkışıklıkları var" diyor. AB Komisyonu ise sürekli olarak Almanya'ya "İstisnai bir durum olan sınır kontrollerinin kalıcı hale gelmemesi" uyarısında bulunuyor.
Bununla birlikte, madalyonun diğer yüzüne yani hükümet tarafına da bakalım. Bu politikanın aşırı sağcı tematik üzerinden kurgulanmasının yanı sıra hükümetin kontrolleri uygularken güvenlik, yasa dışı göç ve sınır yönetimi gibi konulara vurgu yaptığını da göz önünde bulundurulması gerekiyor kanımca. Bazı hükümet yetkilileri, Almanya'nın sınır kontrolleri aracılığıyla AB'nin Schengen bölgesi içindeki "serbest dolaşım ilkesi" ve "vatandaşların güvenlik kaygıları" arasında bir denge kurmaya çalıştığını ifade ediyor. Bu bağlamda, hükümetin bazı uygulamalarının AfD'nin talepleriyle örtüşmesi bir tesadüf ya da siyasi bir zorunluluk olarak değerlendirilebilir ama bunun doğru bir şekilde anlatılması gerekiyor. Zira sınır kontrolleri benzeri uygulamaların hepsini kendi başarı hanelerine yazmakta oldukça mahir neofaşistler. Ancak, "hükümetin aşırı sağın dümen suyuna girdiği" şeklindeki eleştiriler, popülist ve aşırı sağ söylemlerin ana akım siyaseti etkileme potansiyeli taşıması açısından dikkate değer. Özellikle Avrupa'da artan göçmen karşıtlığı ve milliyetçi hareketler göz önüne alındığında, hükümetlerin bu konuları nasıl ele aldıkları, demokratik değerler ile güvenlik kaygıları arasında nasıl bir denge kurdukları kritik bir önem taşıyor.
AB’ye üye diğer ülkelerin de sınırlarında kontrollere başlamaları durumunda göç meselesinde tüm yük Yunanistan, İtalya ya da İspanya gibi sığınmacıların ilk ulaştıkları ülkelerin sırtına binecek. Bu kapsamda, Polonya Başbakanı Donald Tusk, Brüksel'i Almanya'ya müdahale etmeye çağırdı ve 'bu sınır kontrolleri kabul edilemez' dedi. Avusturya Hükümeti de Brüksel’i müdahale etmeye çağırdı.
DİĞER ÜLKELERLE SORUN
Peki demokrasi merkez partilerden oluşan hükümetlerin aşırı sağcı politikalara meyletmesinin yaratacağı baskılara direnebilir mi? Demokrasinin bu tür baskılara direnip direnemeyeceği, toplumun demokratik kurumlara ve değerlere ne kadar önem verdiğine, sivil toplumun ve medyanın ne kadar güçlü olduğuna bağlı. Aşırı sağ söylemler normalleşirken, demokrasiyi savunacak sivil toplum örgütlerinin, bağımsız medyanın ve hukuk sisteminin güçlü olması kritik önem taşıyor. Bu kapsamda, Almanya'da demokrasinin direnme kapasitesinin halen canlı olduğunu söyleyebiliriz ama her koşulda, merkez partilerin aşırı sağ söylemlere yönelmesi, demokrasiyi zayıflatabilir ve AB’nin temel değerlerine zarar verebilir ancak demokrasi, tarih boyunca çeşitli krizlere direnmiş bir yönetim biçimi olduğu için, sivil toplum ve demokratik normlar güçlü kalmaya devam ettiği sürece, bu tür eğilimlerin karşısında durabilir. Mesele, demokrasinin kendisini savunmada kullanacağı enstrümanları zayıflatmamak. Aksi halde demokrasi bizzat kendisini yok etmeye güdümlü bir mekanizmaya dönüşebilir. Bu durumun gerek yakın geçmişte gerekse günümüzde örnekleri var.
Öte yandan, bu sınır kontrolleri meselesinin bir de "diğer ülkeler" boyutu var. AB’ye üye diğer ülkelerin de sınırlarında kontrollere başlamaları durumunda göç meselesinde tüm yük Yunanistan, İtalya ya da İspanya gibi sığınmacıların ilk ulaştıkları ülkelerin sırtına binecek. Bu kapsamda, Polonya Başbakanı Donald Tusk bir açıklama yaparak, "Brüksel'i Almanya'ya müdahale etmeye çağırdı ve 'bu sınır kontrolleri kabul edilemez' dedi. Avusturya Hükümeti de Brüksel’i müdahale etmeye çağırdı. Fakat, yukarıda da belirttiğim gibi Alman hükümeti panikte, AfD yükseliyor koalisyon partileri eriyor ve bunu durdurmak için hükümet göç ve mülteci alanına saldırıyor. Görünen o ki Brüksel, göç meselesine hızlı ve kapsamlı bir çözüm üretemezse, mültecilerin kıtaya varış noktaları olan ülkeler büyük bir sorunu tek başlarına üstlenme riskiyle karşı karşıya kalacak. Bu da süratle AB'nin "birlik" olma halinin tükenmesi anlamına gelecektir. AB'nin lokomotif ülkesi Almanya'nın, gelecek yıl Mart ayında sona ereceği açıklanan bu sınır kontrolleri uygulamasıyla üye ülkelere "Herkes başının çaresine baksın" mesajını veriyor olması birliğin zaten pamuk ipliğine bağlı dayanışma çabalarını da kopma noktasına doğru sürüklüyor.
Sonuç olarak, Almanya’nın kara sınırlarında sıkı kontroller uygulamaya başlaması, sadece bu ülkenin iç politikasında değil aynı zamanda AB içinde de geniş kapsamlı ve yıkıcı etkileri olabilecek bir gelişme. Diğer yandan, bu tür uygulamaların, AfD gibi aşırı sağ partilerin söylemleriyle örtüşmesi, demokrasinin altını oyma potansiyeli taşıyan tehlikeli bir trendin parçası olarak değerlendirilmeli. Merkez partilerin bu söylemleri benimsemesi ise demokrasinin liberal ve çoğulcu değerlerine zarar verebilir ve toplumda kutuplaşmayı artırabilir. Ayrıca, AB'nin "sığınmacı politikaları" ve "serbest dolaşım" ilkesi gibi temel değerlerine yönelik tehditleri derinleştirebilir. Almanya'nın girdiği bu yol riskler ve tehlikeler açısından var oğlu var anlayacağınız. Ne diyelim? Tüm camiaya hayırlı, uğurlu olsun.
Yorum Yazın