12 Eylül’den itibaren geçen 45 yıllık sürede PKK terörüyle mücadelede ciddi yanlışlıkların yapıldığı görülüyor. Bu yanlışlıklarda darbeci askerler, vesayet odaklarının yanı sıra bugünkü iktidar partileri de dahil tüm siyasi partilerin bir ölçüde payı olduğunu kabul etmek gerekir.
12 Mayıs’ta silah bıraktığını ve kendini ikinci kez (ilki 2002) feshettiğini açıklamış olan PKK’ya mensup 15’i kadın 30 terör örgütü mensubu, düzenlenen törenle, Casene Mağarası önünde silahlarını sembolik olarak ateşe verdi. ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barack da aşağı yukarı eşzamanlı olarak New-York’ta düzenlenen basın toplantısında, “YPG, terör örgütü PKK'nın türevidir” ve “DEAŞ’la mücadele için ittifak kurduğumuz YPG’ye devlet içinde kendi bağımsız yönetimlerini kurma hakkını borçlu değiliz” açıklamasını yaptı. Bu, olumlu bir açıklama ama PKK’nın başka isimle tekrar faaliyete geçmesi artık Türkiye’nin değil ABD’nin elinde.
ABD’ne bu konuda ne kadar güvenileceği ise büyük bir soru işareti. Anımsarsanız, Birinci Körfez Savaşı ertesinde, İncirlik’ten kalkan Çekiç Güç’e ait bir helikopterin 27 balya yardım malzemesini Cudi Dağı’na attığı ve 45 PKK’lı tarafından eşeklere yüklendiği fotoğraflarla belgelenmişti. Bu belgeleri teslim alan Orgeneral Eşref Bitlis şüpheli bir uçak kazasında yaşamını yitirirken, teslim eden Binbaşı Cem Ersever de bölgede ölü bulunmuştu.
Tarihi Hatalar
Sayın Cumhurbaşkanı, 12 Temmuz’da Kızılcahamam’da yaptığı konuşmasının satır arasında, devletin PKK ile mücadeledeki hatalarına değindi. PKK’nın 1984’teki ilk eyleminden sonra iktidar olan hükümetlerin terörün kökünü kazıyacağını söylediğini ama başarılı olamadığını belirtti. Bunda devletin bazı yanlış uygulamalarının payı olduğuna işaretle, “ Beyaz Toroslar, faili meçhuller, Diyarbakır Cezaevi” örneklerini verdi. ” Yakılan köyler, bir gecede göçe zorlanan insanlar, evladıyla cezaevinde Kürtçe konuşamayan analar” diye devam etti. Hukuk ve meşruiyet dışı mücadele yöntemlerinin terörü bitirmek yerine tam tersini körüklediğine işaret etti. Bu tespitlere katılmamak elbette mümkün değil ama çok daha fazlası var.
Kürtçe yasağı konusunda, bu topluma Kürtlerin “Dağ Türkleri” olduğu, karda yürürken çıkan “kart, kurt” sesleri nedeniyle onlara Kürt denildiği gibi saçmalıklar anlatıldı. Evren bu yasağın ne kadar yanlış olduğunu ancak yıllar sonra anladığını itiraf etti. Terör patlak verdiğinde bölge halkı dilini yasaklayan devletle bağımsız Kürt devleti vaat eden PKK arasında sıkışıp kalmış; devletin terörün yanı sıra nur topu gibi bir de Kürt sorunu olmuştu. Gerçi bu yoktan var olmayan eski bir sorun ama ayrı bir tartışma konusu.
Terörle mücadelede en etkin yöntemin, İngiliz Profesör Paul Wilkinson’un 70’lerde geliştirdiği model olduğuna kuşku yok. Buna göre, devletin terörün içinden çıktığı bölgeye yönelik olarak öncelikle salt kaba kuvvete dayalı önlemlerden kaçınması ve bölge halkının temel hak ve özgürlüklerine saygı göstermesi gerekiyor. Gerçek şu ki kaba kuvvet, terörle bağı olmayan insanları da olumsuz yönde etkileyeceği için tepkiyle karşılanıyor ve insan hakları ihlalleri vuku buldukça bölge halkını terör örgütüne yaklaştırıyor. Bölge halkını devletin yanına çekmenin yolu, ana dillerini yasaklamak şöyle dursun, geliştirmelerine fırsat vermek, varsa özerklik, federalizm veya İspanya’da olduğu gibi bağımsızlık yanlısı siyasi partiler dahil teröre karşı çıkan herkesi bir araya getirmek. Bunun için evrensel kriterlere uygun bir demokratik hukuk devleti olmak gerekiyor elbette.
Tüm terörün sonlandırılması süreçlerinde olduğu gibi topluma yeniden kazandırmayla ilgili yasal düzenlemeler yapılması gerekecek. Bu düzenlemelerin İspanya’da olduğu gibi çoktan yapılarak silah bırakmayı da özendiren bir faktör olarak TCK’da yer alması gerekir.
Helsinki Zirvesi’nden sonra kaçan fırsat
PKK lideri Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle terör örgütü bitme noktasına gelmişti. Aynı yılın sonunda yapılan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin resmen AB üyeliğine aday ülke ilan edilmesiyle, müzakereler için ön koşul olan Kopenhag siyasi kriterlerini anayasal ve yasal reformlarla karşılayarak hem paralize olmuş PKK’yı bitirmek hem de bazı siyasi partilerin inkâr ettiği Kürt sorununu çözmek mümkündü.
Kürt sorununu çözmek için bir özerklikler devleti olan İspanya’nın değil ama ülkesinde azınlık tanımayan üniter devlet olarak Fransa örnek alınabilirdi. Geçen yazımda söz ettiğim “Farklılık hakkı (Droit à la différence)” ışığında bir çözüm üretilebilirdi. Şükrü Elekdağ “kapsayıcı anayasal vatandaşlık” başlıklı yazısında bunun yolunu da ortaya koymuştu: “Türkiye’de farklılık hakkının benimsenmesi halinde, düşünce, anlatım ve örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm kısıtlamaların, ülkemizdeki farklılık oluşturan unsurların özgürlüklerini de içerecek şekilde kaldırılması gerekecektir. Böylece, Lozan Antlaşması'nın 39. madde ve 4. fıkrasında ifadesini bulan herkesin dilediği dilde yayın dahil anlatım hakkı sağlanacak, 40. maddesi ile Müslüman olmayan azınlıklara tanınmış kendi dilinde öğretim ve eğitim hakları herkesi kapsayacak şekilde genişletilebilecektir.”
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Lausanne Antlaşması’nın 39. maddesinin 4 ve 5. fıkraları şöyle:
“Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır.
Resmi dilin varlığı kuşkusuz olmakla birlikte, Türkçeden başka dil ile konuşan Türk yurttaşlarına yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir.”
Bu fıkraların, Antlaşma’nın “Azınlıkların Korunması” başlıklı 3. Kesiminde yer alan maddelerinin içinde yer alması, sadece Türkiye’nin resmen tanıdığı Müslüman olmayan yurttaşlarıyla ilgili değil. Yukarıdaki iki fıkra tüm Türk yurttaşlarını kapsıyor.
Buna karşılık Elekdağ’ın işaret ettiği 40. madde sadece Müslüman olmayan yurttaşlarla ilgili olmakla birlikte, “öteki Türk yurttaşlarıyla” eşitliği sağlamaya yönelik. Elekdağ, azınlık mensubu olmadığı ve “öteki Türk yurttaşları” kavramı içinde yer aldığı için Kürtlerin azınlık mensuplarına tanınan haklara Türk yurttaşları olarak zaten sahip olmaları gerektiğini söylüyor.
Elekdağ, AB siyasi kriterlerinin karşılanması için sivil bürokrasinin hazırladığı İHKÜK (İnsan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu) raporunun “Mayıs’ta hazırlanan taslağı ile Haziran başında ortaya çıkan nihai şekli arasında önemli bir fark var. Taslaktaki, azınlık haklarının korunmasına ilişkin "kapsayıcı anayasal vatandaşlık" kavramı ile "dil yasağının Anayasa'dan çıkarılması" önerileri nihai raporda yer almıyor. Bu önerilerin, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği'nin girişimiyle metinden çıkarılmış olduğu biliniyor” diye yazıyor. Söz konusu Kurul’un bir üyesi olarak MGK Genel Sekreterliği’nin toplantılarda ve ardından özel olarak, özellikle dil ve Kürtçe televizyon konusunda yaptığı baskıları yaşamış birisiyim.
AB Konseyi, Kürt sorununun çözümüne ilişkin eksikliklere karşın anayasa ve yasa değişiklikleriyle siyasi kriterleri karşıladığımıza hükmetmiş ve “müzakere eden aday ülke”konumuna gelmemizi sağlamıştı. Ne var ki 2002’de kendini fesheden PKK isim değişiklikleriyle varlığını sürdürmüş, 2005’te yeniden PKK ismine geri dönmüş ve aynı yıl oluşturulan KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) içinde yerini almıştı. Bu, Öcalan’ın yargılanmasına koşut olarak devletin PKK’nın militanlarına yönelik herhangi bir eve dönüş uygulaması bulunmamasının sonucuydu. Bu eksiklik daha sonra Çözüm Süreci ile giderilmeye çalışıldıysa da süreçte yapılan yanlışlıklar ve ABD’nin PKK’yı Suriye ve Irak’ı yeniden dizaynında silahlı bir güç olarak kullanma arzusu nedeniyle başarılı olamadı.
Komisyonun ihtiyaçları
Cumhurbaşkanı bundan sonra yapılacaklarla ilgili olarak, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir komisyon kurulacak, sürecin yasal ihtiyaçlarını Meclis çatışması altında konuşmaya başlayacağız” dedi. Ama sürecin neye ihtiyacı olduğu belli. İlk başta DEM Parti ve CHP’yi ilgilendiren idari kayyım atamalarına son verilmesi şart. Daha önemlisi bir süredir maalesef gerektiği gibi uygulanmadığı gözlenen temel hak ve özgürlüklerle ilgili bazı anayasa maddelerinin, 11. madde uyarınca hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu maddeler arasında siyasi kriterleri karşılamak için 2001’de gerçekleştirilmiş olanlar da var. Bu durum, Türkiye’yi temel hak ve özgürlükler alanında sadece AB değil, kurucu üyesi olduğumuz AK üyelik kriterlerinin bile gerisine düşürüyor.
Müzakere konusu olamayacak bu konularda komisyonu beklemeden adım atılması cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü kişiler açısından acil görünüyor. Ayrıca, tüm terörün sonlandırılması süreçlerinde olduğu gibi topluma yeniden kazandırmayla ilgili yasal düzenlemeler yapılması gerekecek. Bu düzenlemelerin İspanya’da olduğu gibi çoktan yapılarak silah bırakmayı da özendiren bir faktör olarak TCK’da yer alması gerekir.
Sonuç olarak, 12 Eylül’den itibaren geçen 45 yıllık sürede PKK terörüyle mücadelede ciddi yanlışlıkların yapıldığı görülüyor. Bu yanlışlıklarda darbeci askerler, vesayet odaklarının yanı sıra bugünkü iktidar partileri de dahil tüm siyasi partilerin bir ölçüde payı olduğunu kabul etmek gerekir.

Yorum Yazın