Kent, her dönemde yalnızca taşla, çelikle, betonla değil; iktidarın diliyle de inşa edilmiştir. Her meydan, her anıt, her cephe çizgisi bir şey söyler. Bazen övünçle, bazen korkuyla, bazen de suskunlukla. Mimarlık, çoğu zaman sessiz bir ideoloji taşır; ama bu sessizlik hiçbir zaman tarafsız değildir. Çünkü mekân, gücün görünmez yüzüdür.
Bir kent planı, bir meydan düzeni, bir hükümet konağı ya da bir anıt, aslında iktidarın kendini anlatma biçimidir. Gücün estetikle sahneye konduğu en kalıcı tiyatrodur şehir.
Bugün yaşadığımız şehirlerde bu sessiz dil hâlâ yankılanıyor. Gökdelenler yükselirken, kamu binalarının devasa cephelerinde “otoritenin estetiği” kendini gösteriyor. Mimarinin biçimi, sadece tasarım değil, aynı zamanda bir gösteri aracıdır. Kentin merkezine konumlanan her anıtsal yapı, o dönemin iktidar tahayyülünü simgeler. Bir hükümet binası, yalnızca hizmet alanı değildir; devleti temsil eden bir sahnedir. Bu yüzden, mimarlık hiçbir zaman nötr bir üretim değildir. Her bina, bir ideolojinin taşlaşmış hâlidir.
Ancak kentin dili yalnızca yukarıdan yazılmaz. Halk da bu dilin gizli ortak yazarıdır. Günlük yaşamın ritmi, sokakların ritmini belirler. Planlanmış mekânın içindeki spontane hareket, bazen en büyük estetik karşı çıkıştır. Bir parkta toplanan kalabalık, bir köprüde yürüyen insanlar ya da terk edilmiş bir binayı dönüştüren sanatçılar, mimarlığın politik anlamını dönüştürür. Çünkü mekân, yalnızca iktidarın değil, direnişin de aracıdır.
Kent bu anlamda bir sahne değil, bir mücadele alanıdır: kimliklerin, fikirlerin, hatta sessiz kalmayı seçenlerin bile görünmez mücadelesi burada sürer. Betonun altında bir ideoloji, kaldırımlarda bir hafıza vardır.
Mimarlığın politik dili en açık biçimiyle, “gücü temsil etme” arzusunda kendini gösterir. Tarih boyunca iktidarlar, estetiği bir ikna aracı olarak kullanmıştır. Roma’daki zafer taklarından Paris’in Haussmann bulvarlarına, Berlin’deki Reichstag’dan İstanbul’un devasa camilerine kadar her dönemin mimarisi kendi siyasal manifestosunu yazmıştır.
Bu yapılarda yalnızca biçim değil, anlam da iktidara hizmet eder. Sütunların büyüklüğü, merdivenlerin yüksekliği, boşlukların oranı bile “insana değil, devlete” hitap eden bir kurgudur. Mimarlık burada bir hizmet değil, bir hatırlatma aracıdır: “Gücün kimde olduğunu unutma.”
Türkiye’de özellikle son yıllarda mimarlık, yalnızca estetik bir uğraş değil, doğrudan bir güç gösterisine dönüşmüş durumda. Kamusal alanların yeniden düzenlenmesi, geçmişin sembollerine yapılan göndermeler, yeni yapılarla tarihin yeniden yazılma çabası… Tüm bunlar, mimari biçimin politik içerikle nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor.
Bir cami, bir köprü, bir stadyum veya bir meydan artık yalnızca işlevsel yapılar değil; iktidarın kendini gösterdiği, meşruiyetini mekânsal biçimde yeniden ürettiği alanlar hâline geliyor. Estetik tercih, politik tercihin uzantısı halini alıyor.
Yeni yapılarda bile geçmişin taklit edilmesi, geleceğe değil nostaljiye yatırım yapıldığının göstergesi. Oysa geçmişe öykünmek, zamanla yüzleşmek değil; onu dondurmak anlamına gelir. Kent, böylece yaşayan bir organizma olmaktan çıkar, bir ideolojik dekor hâline gelir.
Ama her kentte bir sessizlik alanı da vardır. Bu sessizlik, baskının değil; anlamın sesidir. Bazen bir duvarın sade çizgisi, bir avlunun dinginliği ya da ışığın taş üzerindeki yansıması, politik gürültüye karşı en zarif muhalefet biçimidir.
Çünkü mimarlık, gerçekten insana dokunduğunda gücü temsil etmez, gücü sorgular. Estetik, bir süsleme aracı değil, etik bir duruştur. Ve bu duruş, sadece bir bina biçiminde değil, o binanın ruhunda saklıdır.
Belki de bu yüzden kentler, yalnızca üzerinde yaşadığımız yerler değil; kim olduğumuzu unuttuğumuz veya yeniden hatırladığımız alanlardır. Her köşe, her meydan, her duvar bir hafıza taşır. Mimarlığın politik dili, bu hafızayı ya susturur ya da görünür kılar.
Bir toplumun özgürlük kapasitesi, yalnızca konuşma hakkıyla değil; kamusal alanı nasıl kullandığıyla da ölçülür. Eğer meydanlar yalnızca törenler için, parklar yalnızca vitrin için, binalar yalnızca gösteri için varsa — orada kent değil, dekor vardır.
Fakat yine de umut var: Kentin estetiği, halkın estetiğine dönüşebilir. Bir sanatçının müdahalesi, bir öğrencinin duvar yazısı, bir mimarın sessiz tercihi bile bu dili dönüştürebilir. Çünkü mimarlık, sadece inşa etmek değil; yeniden anlamlandırmaktır.
Bir kent, gücün değil, insanın hikâyesini anlatabildiği gün, gerçek anlamda estetik bir bütünlüğe kavuşur.
Kent sustuğunda, mimarlık konuşur.
Ama bu ses, kime ait olacak?
İktidarın mı, yoksa insanın mı?

Yorum Yazın