Paşaların barışması, cumhuriyetin kuruluş kodlarına ayna tutması bakımından günümüz politikacılarına bir model sunabilir diye düşünüyorum. Siyasetçiler, hep “nasıl bir Türkiye?” sorusuna cevap arar aslında. Paşaların barışması, cevabın fazla uzakta olmadığını gösteriyor.
Türk siyasetinin modern anlamda kurumsallaşmaya başlaması, 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilân edildiği yıllara dayanır. İkinci Meşrutiyet döneminde, siyasî partilerin mecliste iktidar ve muhalefet sıralarını doldurması, günümüze değin uzanan parlamenter rejime genel bir çerçeve kurmuştur.
Çağdaş Türk siyasetinin kurumsallaşma evresinde, son derece keskin bir cepheleşme meydana gelmiştir. O tarihlerde İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf fırkaları arasında görülen kutuplaşmanın, Türk siyasetinin içine işlediğine dair yaygın bir kanı oluşmuştur.
Siyasetin temelleri, ağır bir cepheleşme ikliminde atıldığı için Türkiye’nin on yıllar boyunca politik yarılmaların sancılarıyla yüzleştiği üzerinde durulmuştur. İkinci Meşrutiyet döneminde tohumları atılan kutuplaşma siyasetinin, hemen hemen aynı kadroların öncülüğünde kurulan cumhuriyete sarktığı ileri sürülmüştür.
Erken cumhuriyet devrine intikal eden cepheleşme siyasetinin, geçmişe nazaran epey ivme kazandığı savunulmuştur. Hatta şimdilerde Post Kemalizm ya da Post Post Kemalizm olarak da nitelendirilen paradigmatik söylemlere göre, tek partili dönemde görülen kutuplaşmaların,cumhuriyetin izleyen on yıllarına giderek şiddetlenen bir polarizasyonu miras bıraktığı bile kaydedilmiştir.
Bu nevi iddialar kapsamında malum geçmişten günümüze Türkiye’nin başına gelen her türlü “fenalık” tek partili döneme mâl ediliyor. Tek partili rejim ya da cumhuriyetin kurucu kuşağının, İkinci Meşrutiyet’ten devraldığı kalıtsal mirasla, cepheleşme siyasetini katladığı, dolayısıyla da günceldeki politik krizlerin 1900’lü yılların ilk yarım dilimindeki “hatalardan” kaynaklandığına hükmediliyor.
Gene aynı çevreler, cumhuriyetin kuruluş ayarlarıyla “hesaplaşılırsa” Türkiye’nin önünde duran belli başlı sorunları aşabileceğini öne sürüyor. Çünkü onlara göre, Türkiye’nin karşılaştığı tüm problemlerin temelinde “yanlış kurulan cumhuriyet” yatıyordu.
Oysa iddia edildiği gibi ne “yanlış kurulan” bir cumhuriyet vardı, ne de tek partili dönemden miras kalan cepheleşme siyaseti…
İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hakkı Uyar, tam da bu noktada cumhuriyeti siyasî kavga ve çatışmalar üzerinden ele almanın pek de doğru bir yaklaşım olmadığına dikkat çekmiş. Ağırlıkla tek partili dönem ve CHP üzerine eserleriyle bilinen Prof. Uyar, son çıkan “Yurtta Sulh Paşaların Barışması” adlı kitabında, cumhuriyetin ilk yıllarına rastlayan cepheleşmelerle ilgili çoğu algıyı yıkıyor.
Prof. Uyar’ın kitabında işaret ettiği tezlere göre modern Türk siyasetinin bir cepheleşme etrafında kurumsallaştığı su götürmez bir gerçektir. İkinci Meşrutiyet döneminden günümüze kadar giderek dozajı artan bir kamplaşma vardır. Bu süre zarfında, cumhuriyet devrine denk gelen ve debisi hayli yüksek bir gerilim atmosferine de tanıklık edilmiştir.
Cumhuriyet dönemindeki siyasal gerginlikler ve cepheleşmelerden bahis açıldığında, kuşkusuz akıllara ilk Millî Mücadele’nin çekirdek kadrosu arasında yaşanan hadiseler gelmektedir. Bilindiği gibi Millî Mücadele’nin ilk beşleri olarak nitelendirilen Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy arasında bazı ayrılıklar meydana gelmiştir. Bir de bu gruba sonradan dâhil olan Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü var tabi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kuşkusuz Atatürk’ün radikal devrimci atılımların mimarı olarak sivrilmesine ket vurma ve inkılâpların hızını yavaşlatma amacı güdüyordu. Böylesi bir iktidar ve muhalefet denkleminde, Atatürk’ün cumhuriyet devrimlerini hayata geçirmesi epey güç olabilirdi. Nitekim devrimler daha hayati görüldüğü için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tasfiye edildi.
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması ve cumhuriyetin kurulmasında büyük pay sahibi olan söz konusu paşalar, esasında farklı dünya görüşlerine sahipti. Genel olarak Osmanlı döneminden beri süregelen değişim evresini görüyorlar ve devamından yana tavır koyuyorlardı. Ancak değişim noktasında ülkü birliği yapmakla beraber öngörülen değişime hangi yollardan gidileceği konusunda farklı fikirler öne sürüyorlardı.
Paşaların bir kısmı, Osmanlı bürokrasisinin içinden gelen ailelerde yetişmişti. Atatürk ve İnönü ise diğer paşalara göre biraz merkezin çeperinde kalmış alt-orta sınıf Osmanlı ailelerinden geliyordu. Bu durum değişim hususunda paşalara farklı ufuklar çiziyordu. Paşaların bir bölümü, Osmanlı bürokrasisine angaje yapıları gereğince hilafet veya saltanatın bir biçimde varlığını savunabiliyordu. Oysa Atatürk’ün başını çektiği grubun bu gibi kısıtlılıkları ya da bağlayıcılıkları olmadığı için değişim olgusuna daha radikal bakabiliyordu.
Millî Mücadele’nin öne çıkan paşaları arasında böylesine ayrılıklar olmasına rağmen savaş atmosferinin olağanüstü koşullarını gözeterek derin çatışmalara zemin hazırlamaktan çekindiler. Bununla beraber dünyada emsaline az rastlanır biçimde, büyük bir harbin ortasında demokratik ve çoğulcu bir meclisin varlığına özen gösterdiler.
Millî Mücadele’nin fevkalade koşulları ortadan kalktığında, paşalar arasındaki fikir ayrılıkları biraz daha görünür oldu. Saltanat ve hilafetin kademeli biçimde kaldırılması, Lozan’ın akdedilmesi, inkılâpların hayata geçirilmesi, rejime yeni bir karakter biçilmesi gibi süreçler derin çatırdamaları tetikledi. Üstelik Atatürk, istiklal harbi kadrosuna sonradan katılan İnönü ve Çakmak’ı diğer paşalara tercih etmişti.
Bunun üzerine Karabekir’in başını çektiği bir grup üst düzey general ve bürokratik elit tabaka, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu. Atatürk’ün başında bulunduğu CHP’ye rakip olarak ortaya çıkan yeni parti, İngiliz tipi meşruti demokrasiye yakınsayan bir modeli arzuluyordu. Aynı zamanda Fransa’daki gibi radikal devrimci atılımların Türkiye’de de kendisini hissettirmesinden büyük kaygı duyuyordu. Değişim olmalıydı ama biraz daha zamana yayılan, sindire sindire bir değişim olmalıydı. Esasında kafaları biraz da karışıktı. Homojen bir yapı olmadığı için ne istedikleri tam belli değildi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kuşkusuz Atatürk’ün radikal devrimci atılımların mimarı olarak sivrilmesine ket vurma ve inkılâpların hızını yavaşlatma amacı güdüyordu. Böylesi bir iktidar ve muhalefet denkleminde, Atatürk’ün cumhuriyet devrimlerini hayata geçirmesi epey güç olabilirdi. Nitekim devrimler daha hayati görüldüğü için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tasfiye edildi.
Şeyh Sait isyanı dolayısıyla talihsiz bir aralıkta kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ömrü uzun olmadı. Ancak dünyadaki devrim, inkılâp ya da ihtilal dönemlerine bakıldığı zaman genelde muhaliflerin tasfiyesi gibi hadiselerin kanlı gerçekleştiği dikkati çekmektedir. Türkiye’deyse dünyadaki emsallerinin aksine son derece barışçıl bir siyasî tasfiye olmuştur.
Atatürk ve İnönü’nün halef-selef olarak sürdürdüğü paşalarla barışma politikası, esasında içerideki rejim sorunlarının giderildiği ve çağdaşlaşmanın belirli bir yol kat ettiği döneme denk gelmiştir. Fakat, aynı süreçte Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkiler dengesine bakıldığı zaman dünyanın tekrar büyük bir harbin eşiğine geldiği görülmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mebhus hadiseler “Paşaların Kavgası” olarak tarih sayfalarına geçmiştir. Bu durum Post Kemalizm ya da Post Post Kemalizm olarak anılan paradigmanın, cumhuriyetin siyasal kavga ve çatışma üretmeye muktedir tezlerini beslemiştir. Hâlbuki Prof. Uyar’ın ışık tuttuğu şekliyle Türkiye’de emsallerinin aksine hem oldukça yumuşak bir geçiş olmuş, hem de Atatürk ilerleyen yıllarda diğer paşalarla barışma stratejisi gütmüştür.
Atatürk’ün uygulamaya koyduğu çağdaşlaşma hamlelerinin belirli bir aşama kaydetmesi ve yeni rejimin oturmasıyla birlikte daha önce tasfiye edilen paşaların hepsine dostluk eli uzatılmıştır. Haddizatında paşaların en büyük endişesi Atatürk’ün, elindeki güçle beraber diktatörlüğe evrilmesiydi. Atatürk döneminde anayasal bakımdan kuvvet tek bir kişinin tekelinde değildi. Güç, parlamentodaki milletvekillerinde toplanmıştı. Cumhurbaşkanlığı makamı, sanıldığı kadar güçlü değildi. Millet iradesinin doğrudan tecelli ettiği meclisin kuvveti, cumhurbaşkanının diktatörlüğe doğru ilerlemesine engel teşkil etmiştir.
Paşalar, kaygılandıkları gibi bir durumla karşılaşmayınca Atatürk’ün başlattığı barışma sürecine soğuk bakmamıştır. Atatürk, ilkin harp okulu yıllarından sınıf arkadaşı olan Cebesoy’a barış elini uzatmıştır. Cebesoy’un bağımsız bir milletvekili olarak TBMM sıralarına oturmasını sağlayan Atatürk, arkasından Karabekir ve Orbay ile temasa geçmiştir. Atatürk, Cebesoy kanalıyla Karabekir ve Orbay ile de barışmak istemiştir. Ancak Karabekir’le denk gelinememesi ve Orbay’ın da eski defterleri biraz fazlaca karıştırması nedeniyle Atatürk’ün barışma politikası akim kalmıştır.
Atatürk’ün ömrü vefa etmediği için olsa gerek tamamlayamadığı paşalarla barışma politikasını, yerine gelen İnönü nihayete erdirmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile tasfiye edilen paşaların tümüyle barışılmıştır. Paşaların kimisi milletvekili yapılmış, kimisi büyükelçilikle onurlandırılmıştır. Buna karşın bazıları da tüm çabalara rağmen önce İnönü’nün barış elini sıkmış, sonra tekrar küskün kalmaya devam etmiştir.
Atatürk ve İnönü’nün halef-selef olarak sürdürdüğü paşalarla barışma politikası, esasında içerideki rejim sorunlarının giderildiği ve çağdaşlaşmanın belirli bir yol kat ettiği döneme denk gelmiştir. Fakat, aynı süreçte Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkiler dengesine bakıldığı zaman dünyanın tekrar büyük bir harbin eşiğine geldiği görülmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ufukta belirdiği aralıkta, Türkiye’nin paşalarla barışarak iç cepheyi tahkim ettiği vakidir. Daha önceki dünya harbinde devlet kaybetmiş ama yerine antiemperyalist mücadele ile çağdaş bir cumhuriyet kurmuş kurmay kadrosuyla el ele vermek neresinden bakarsanız bakın büyük bir stratejik akıldır. Paşalarınsa kişisel kaygılarını bir kenara bırakarak yeşil ışık yakması, kavgayı değil devletin bekasını ve cumhuriyet kazanımlarını öncelediğini ortaya koymuştur.
Paşaların tutumunu gören İnönü, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü gibi kurumlar kurarak tek bir merkezden vücut bulması muhtemel tarih anlayışının önüne geçmiştir. Millî Mücadele’nin A takımına yönelik olumsuz bir tarih algısı geliştirilmesinin önü alınmıştır. Yakın tarihteki gelişmelerin akademik bir disiplin içerisinde ele alınmasına ortam hazırlanmıştır.
Paşaların barışması, cumhuriyetin kuruluş kodlarına ayna tutması bakımından günümüz politikacılarına bir model sunabilir diye düşünüyorum. Siyasetçiler, hep “nasıl bir Türkiye?” sorusuna cevap arar aslında. Paşaların barışması, cevabın fazla uzakta olmadığını gösteriyor. Cumhuriyetin kuruluşuna bakılabilir. Çünkü Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet kavganın, kinin veya çatışmanın cumhuriyeti değildir. Aksine otoriter ve totaliter rejimlerin yükselişe geçtiği bir tarihsel aralıkta “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” demeyi bilen bir cumhuriyettir.

Yorum Yazın