Bazı insanlar var; kalplerini o kadar ustalıkla saklıyorlar ki, sanırsın içlerinde kırılacak bir şey yok. Oysa yokluğun sesi en çok onların içinden gelir. Kalplerini korumak için ördükleri duvarların ardında, kıpırdamaya bile cesaret edemeyen bir korku saklıdır:
Sevilirsem incinirim.
İncinirsem zayıf görünürüm.
Zayıf görünürsem değerim gider.
İşte insanın kendi kendine kurduğu en acımasız yalan budur.
Kırılmaktan korkan, aslında yaşamaktan korkuyordur. Çünkü gerçek hayat, kalbin savunmasız hâlini ister.
Deri gibi sertleşmiş duygularla ilişki kurmaya çalışanlar, sonunda yalnızlığın karanlık sokağında kendi ayak seslerinden ürker hâle gelirler.
Ve en ironik olan: Kalbini sakındığını sanan, aslında ruhunu açlığa terk eder.
Brené Brown’ın o cümlesi böylesi ruhlara bir meydan okuma gibidir: “Kırılganlık yenilgi değil; bir cesaret ölçüsüdür.”
Ne kadar da rahatsız edici bir hakikat… Çünkü cesaret, kalbini zırhla donatıp hiçbir yere yaklaşmamak değildir.
Cesaret, birine “Seni sevdim ve bu beni savunmasız bıraktı” diyebilmektir.
Cesaret, kaçmak değil; kalmaya razı olmaktır.
Cesaret, duvar örmek değil; o duvarı tek tek kendi ellerinle yıkmaktır.
Asıl korkaklık ise parlak bir soğukkanlılıkla kamufle olur: Mesaj atmaz, konuşmaz, ulaşmaz. Duygusunu saklamakla gurur duyar. Adım atmayı “gereksiz” bulur. Cool görünür. Ama aslında bütün bu davranışların altında tek bir çırpınış vardır:
“Ya incinirsem?”
Oysa incinmek insanı öldürmez. Tam tersine, incinmek insanı hayata geri getirir. Kırılan yer, bir zaman sonra en güçlü yer olur—tıpkı tamir edilen bir kemiğin eski halinden bile daha dayanıklı olması gibi.
Kırılmak seni eksiltmez. Kırılmaktan kaçınmak ise seni yavaş yavaş siler.
İnsan ancak kırılabildiği kadar iyileşir. Ve ancak cesur olanlar, kalplerinin çatlağından içeri sızan ışığı görebilir.
Duvar örenlerin kaderi karanlıktır. Kalbini açanların kaderi ise dönüşüm.

























Yorum Yazın