“Almanya nereye gidiyor?”… Son zamanlarda sıkça işittiğimiz bir soru. Sorunun bağlamı, ülkede neonazi desenler taşıyan bir parti olan Almanya için Alternatif’in (AfD) giderek güçlenmesi. AfD, anketlerde yüzde otuza yaklaşan oy oranıyla haftalardır birinci parti durumda. Durdurulması güç bir gidişat burada söz konusu olan. “Güç” diyorum çünkü ülke merkez siyasetinin topluca sağa kaydığı bir süreç yaşanıyor. Sosyolog Andreas Kemper, AfD’nin programatik yapısını ve diskurunu özetlerken, “AfD, zengin-yoksul, Alman-Alman olmayan, Hristiyan-İslam karşıtlığı üzerine kuruludur” tespitinde bulunuyor. Yani neoliberal iktisat, üstün kültürcü/ırkçı ve Hristiyan köktenci söylem. Faşist partinin bıkmadan, yorulmadan kullandığı, “Ülkemiz içeride göçmenler ve sığınmacılar tarafından yağmalanıyor, uluslararası alanda ise yardımseverliği kullanılıyor” söylemi Almanya’da sağda ve hatta solda oldukça itibar görüyor. AfD bu yönüyle sağcı ideler etrafında bina edilmiş düzeni yine sağdan eleştiriyor. Ülkeyi daha da sağa çekiştiriyor bu haliyle. Tam bir sermaye partisi perspektifi.
Bununla birlikte, Almanya’daki faşistleşme sürecini tabii ki dünyanın ekonomik ve politik olarak savruluşundan ayrı düşünemeyiz. Geleneksel düzen karşıtı mesajlar veren yeni sürüm faşist partiler seçmenin ilgisini çekiyor. Bakın Orta Doğu’nun süreğen istikrarsızlığı, Bolivya’da ve Venezuela’da olduğu gibi Güney Amerika’da sosyalist sola yönelik planlı saldırılar, Avrupa’da neofaşizmin yükselmesi vs. Bunlar esasında dünya genelinde yaşanan faşistleşme problematiğinin parçaları. Siyaset Bilimci Nicos Poulantzas’ın ifadesiyle, faşizm bir gök gürültüsü gibi aniden gelmiyor.
Bu tabloda; konut açığı, sağlık sistemi, enflasyon, yüksek kiralar vb. çok sayıda yakıcı krizle mücadele etmesi gereken Alman siyasetinin şu aralar tek bir meselesi var: Göç ve özellikle müslüman göçmenler… Almanya bu kronik sorunun gölgesinde yeni bir yol ayrımına doğru ilerliyor. Bu kez ayrım, doğu ile batı arasında değil akıl ve önyargı arasında… İşin esası, Almanya yaşlanan nüfusu ve düşük doğum oranlarıyla Avrupa’nın en ağır demografik krizini yaşayan ülkesi. Federal İstatistik Dairesi’ne göre, 2035 yılına kadar 7 milyondan fazla nitelikli iş gücü açığı bekleniyor. Bu yalnızca üretim kapasitesi değil sosyal devletin sürdürülebilirliği açısından da tehlike çanlarının çaldığı anlamına geliyor. Bertelsmann Vakfı’nın verileri, Almanya’nın işgücünü koruyabilmesi için her yıl en az 288 bin nitelikli göçmen işçiye ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor. DIW (Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü) sorunu daha net bir şekilde açıklıyor: “Göçmen iş gücü artmazsa, Almanya’nın büyüme potansiyeli 2030’larda neredeyse sıfırlanacak.” Sağlık, bilişim, mühendislik, inşaat ve bakım sektörü gibi alanlarda iş gücü açığı kronikleşmiş durumda. İşverenler ise göçmen karşıtı iklimin nitelikli işçi bulmayı zorlaştırdığını ifade ediyor. Deutsche Welle, AfD’nin yükselişiyle birlikte Almanya’nın “çekim merkezi olma” özelliğini kaybettiğini, yabancı iş gücünün Hollanda, Kanada veya İsveç gibi ülkelere yöneldiğini öne sürüyor. Yani tablo net: Almanya bugün ayakta kalmak, refahını korumak ve sosyal sistemini sürdürmek istiyorsa göçmen emeğine muhtaç.
Tam bu noktada akıllara şu soru geliyor: Ekonomik rasyonalite bu kadar açıkken, politik atmosfer neden aksi yönde ilerliyor? Bu sorunun yanıtı, ülkeye faşist nefret boca eden neonazi partisi AfD’nin varlığında gizli. AfD’nin temel argümanı, göçmenlerin Alman kimliğini tehdit ettiği, sosyal devleti sömürdüğü ve kamu düzenini bozduğu yönünde. Partinin liderlerinden Alice Weidel, “Almanya kendi vatandaşlarını korumak zorunda, göçmenleri değil” diyerek açıkça “biz ve onlar” ayrımını siyasetinin merkezine yerleştiriyor. Sosyolog Andreas Kemper, AfD’nin klasik faşist partilerden farklı olarak “neofaşist motifleri demokratik sistem içinde meşrulaştırdığını” belirtiyor. Kemper’e göre AfD, “Hitler döneminin baskıcı yapısını değil onun ideolojik özünü -ulusal homojenlik idealini- yeniden üretiyor.” Bu durum Almanya’da ekonomik akılla siyasal duygunun birbirine ters düştüğü bir tablo yaratıyor. Bir yanda göçmene ihtiyaç duyan ekonomi, diğer yanda göçmeni düşmanlaştıran siyaset… Aslında iki yüzlülük de diyebiliriz bu yaşananlara. Örneğin, Almanya’nın sözde muhafazakâr özde aşırı sağcı Başbakanı Friedrich Merz, göçmenlere yönelik olarak hiç çekinmeden yeni faşist söylemleri kullanırken, diğer yandan “Göçmenler bizim vazgeçilmezimiz. Onlar Almanya’nın bir parçası” diyebiliyor. Göçmenleri, neonazilerin önüne atıp parçalatan Merz’in sonrasında bu ifadelerinden çark ederek durumu toparlamaya çalışması en yalın haliyle “iki yüzlülük” olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Weimar’ın hayaleti mi dolaşıyor?
Öte yandan, bazı siyaset bilimciler, Almanya’da yaşanan bu arızalı durumu Weimar Cumhuriyeti’nin çöküş süreciyle karşılaştırıyor. Bu çerçevede, 1930’larda ekonomik bunalım, milliyetçi öfke ve “dış düşman” arayışı nasıl Hitler’i doğurduysa, bugün de benzer bir dinamiğin AfD’nin önünü açtığı öne sürülüyor. Konuya ilişkin siyasi analizlerde, AfD’nin başarılarının “Weimar benzeri bir demokratik çürüme” tehlikesi yarattığı ifade ediliyor. Örneğin, bir analiz yazısında kullanılan ifade çok etkileyiciydi: “Almanya’da demokrasi artık tanklarla değil sandıkla sınanıyor.”
AfD’nin yükselişi yalnızca politik bir tercih değil aynı zamanda kültürel bir direniş refleksi bana göre. Parti, özellikle küreselleşmenin kaybedenleri -yani düşük gelirli, doğu kökenli, kırsal bölgelerde yaşayan beyaz Alman seçmenleri- mobilize ediyor. Bu seçmen grubu, kendini ekonomik rekabetin değil, kültürel tehditlerin mağduru olarak algılıyor. Bu nedenle, AfD’nin tabanı klasik ekonomik popülizmden ziyade, “kültürel kimlik” popülizmiyle besleniyor. Bu da partiyi post-faşist bir politik forma dönüştürüyor. Temel işlev ise liberal demokrasinin araçlarını kullanarak liberal demokrasiyi içeriden zayıflatarak yıkmak.
Diğer yandan, AfD elbette Hitler’in NSDAP’siyle biçimsel olarak aynı değil.1930’larda faşizm, tek parti diktası ve militarizm üzerine inşa edilmişti; AfD ise parlamenter sistem içinde demokratik meşruiyet maskesiyle politika kurguluyor. Hitler’in rejimi savaş ekonomisi ve otokrasiyi savunuyordu; AfD ise neoliberal bir çizgide, fakat Avrupa Birliği karşıtı bir tutumla, “ulusal ekonomi” söylemini öne çıkarıyor. NSDAP Yahudileri hedef almıştı; AfD’nin “günah keçileri” göçmenler, Müslümanlar ve mülteciler. Bununla birlikte, benzer mantıksal altyapı hâlâ geçerli: Homojen bir ulus hayali, dışlayıcı kimlik politikası ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren “biz-onlar” dili. Siyaset bilimci Claus Leggewie, bu durumu şöyle özetliyor: “AfD’nin hedefi Hitler’in totaliter sistemini yeniden kurmak değil; ama aynı tarihsel refleksi -demokrasiyi içerden çürütmeyi- günümüze uyarlamak.”
Sonuç olarak, Almanya bugün tarihinin en sert toplumsal paradokslarından birini yaşıyor. Bu perspektifte ekonomik akıl ile kültürel irrasyonalite çelişiyor. Ülke, göçmen emeği olmadan çöker ama neonazi partisi AfD’ye oy veren Alman seçmen, bir nevi intikam ve nefret hisleriyle hareket ederek göçmeni cezalandırmak istiyor. Oldukça ilginç bir durum. Bu bağlamda, OECD, AfD gibi hareketlerin yükselişinin Almanya’nın nitelikli işçi çekme kapasitesini düşürdüğünü açıkladı. Nitelikli göçmen adayları, “yabancı düşmanlığı” ve “entegrasyon engelleri” nedeniyle Almanya yerine başka ülkelere yöneliyor. Bu da ülke ekonomisi için kısır bir döngü yaratıyor: İş gücü eksikliği arttıkça üretim düşüyor; üretim düştükçe öfke büyüyor; öfke büyüdükçe AfD güçleniyor.
Burada mesele AfD’den başlıyor ve yine AfD’de sonuçlanıyor. Almanya’nın en büyük tehlikesi, bu döngünün kırıl(a)maması. Çünkü o zaman, ekonomik ihtiyaçla siyasal korku arasındaki uçurum, yalnızca göçmenleri değil ülkenin demokratik yapısını da içine çekecektir ve yok edecektir. Eğer Almanya bu çelişkiyi çözemezse, dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri, kendi içindeki önyargı bataklığında boğulabilir. Ezcümle, “Almanya’nın nereye gittiği” sorusunun yanıtı, demagojik düzen karşıtlığı retoriği üzerinde yükselen kitlesel faşist siyasi yapının yani AfD’nin varlığında vücut buluyor. Bu partiye karşı ne zaman harekete geçileceği de büyük bir soru işareti. Sanırım faşist partinin genel merkezine küresel katil Adolf Hitler portresinin asılmasını bekliyorlar.


























Yorum Yazın