Son yazımda Osman Kavala’nın cezalandırılmasındaki ısrarın nedenleri üzerinde durmaya çalışmıştım.
Şunları söylemiştim: Kavala’yı bir parça tanıyanlar ona atfedilen “hükümeti zorla devirmeye teşebbüs” gibi bir suçla yalnızca bir ilgisinin olamayacağını değil, böyle bir girişimin tamamen karşısında olacağını da bilirler.
Peki öyleyse neden mahkum edildi? Bu tuhaflığı Hrant Dink’in -cinayet öncesinde yargılandığı ve mahkumiyetiyle sonuçlanan- yargılanma sürecine benzetiyorum.
Dahası bu tuhaflığın sanıldığı gibi bir yanlışlıktan ibaret olmadığının, hatta sistemleşmiş bir şeylere işaret etmesinin ihtimal dahilinde olabileceğini varsayıyorum.
Bu tür tuhaflıkların nedenleri arasında bir takım bilinmeyenler, faillerinin hafızasına dahil edilmemiş, silinmiş olaylar bile olabilir. Kavala’nın başına gelenlerin nedenlerinin ideolojik “yanlış tanıma” meselesinde aranabileceğini, bunların bastırılmış olan travmalardan kaçma işlevi görebileceğini söyleyebilirim.
…
Örneğin bu bilinmeyenlerden biri de Gezi’de ağaçların sökümüne yol açan kavşak düzenlemesi projesi. Bu projenin Ak Parti’ye ait olduğu zannediliyor. Başta şunu açıkça belirteyim: Gezi’deki onlarca gencin ölmesine, yaralanmasına yol açan ve Taksim Meydanı’nı bir otoyol kavşağına dönüştürmeyi amaçlayan ulaşım projesi -ya da mimari düzenleme- Ak Parti’nin projesi değildi.
Gezi ile Divan Oteli arasındaki Kadırgalar Caddesi’ni ve şehrin en güzel cadde düzenlemeleri olan Ayazpaşa, Sıraselviler, Cumhuriyet gibi meydanla bağlantı noktalarını derin dalış rampalarına -ve oniki metrelik istinat duvarlı yarıklara- dönüştüren ulaşım uygulama projeleri 90’lı yılların başında bir üniversitenin (İTÜ Mimarlık Fakültesi) hocaları tarafından hazırlandı. Taksim Platformu o yıllardan beri bu projeye karşı mücadele verdi. Hatta dönüş kurblarının bu alanlara sığmayacağını, otoyol kavşaklarındaki gibi yarıkların yer aldıkları mekansal bağlamları nasıl etkileyeceğini göstermek için maketler bile hazırladı. Ancak o dönem kamu imtiyazlarını, kariyer imkanlarını kullanan mimarlar tarafından neredeyse şehrin bütün meydanları için benzer projeler yapılmıştı.
Hangi dönem, hangi siyasal parti yönetimde olursa olsun, Büyükşehir Belediye Başkanları bu meydan düzenleme projelerini kucaklarında hazır buldular. Bu projeleri hazırlayanlar “ulaşım bilimsel bir konudur, tartışılmaz” diyerek yaptıkları bu meydan düzenlemelerini savunuyorlardı. Hatta mimari fikir olarak savunmak bir tarafa, otoriter bir yaklaşımla dikte ediyorlar, eleştirenleri azarlıyorlardı. Dolayısıyla bu kalıplaşmış, tepeden bakan, otoriter kamusal alan tahayüllerinin dışında tartışılabilecek konu olarak geriye yalnızca siyasal simgeler kalıyordu. Meslek odalarının temsilcileri de bu meydan düzenlemelerinde yer alan ulaşım projelerinin bilimsel konular olduğunu, tartışılması gereken bir şey varsa, o da cami ya da kışla yapma girişimleri olması gerektiğini söylüyorlardı. Oysa Gezi’yi tetikleyen olay bu kavşaklardan birindeki dönüş kurbunun uygulanması sırasında ağaçların sökülmesi nedeniyle ortaya çıktı.
Taksim Camii meselesi 28 Şubat sürecinin en gerilimli konularından biriydi. Meydanla, kamusal alanla ilgili bu önemli mesele bu nedenle basına yansımıyor, ana medya Taksim Platformu’nun yaptığı toplantıları çarpıtarak “Taksim’e cami yapılıyor” manşetiyle veriyordu. Oysa bu girişimi oluşturan mimar ve sanatçılar şehirsel bir mekanın bu şekilde ele alınmasına, meselenin sürekli resmi alandaki bu gerilim hattına taşınmasına karşı farklı bir alternatifin olabileceğini göstermeye çalışıyorlardı. İktidarı zorla değiştirmek gibi bir amaçları yoktu. Ancak kamusal alan tasavvurunu değiştirebilecek bir yaklaşımı temsil ediyorlardı.
Bu sürecin kendisi bile zannedersem bu tuhaflıkların, ya da “yanlış tanıma” meselesinin epey bir geçmişi olduğunu gösteriyor.
Taksim’in, şehrin bu önemli kamusal alanının anlam dünyasının da bir mekan olarak kendisiyle sınırlı olmadığı, hafızasındaki farklı katmanlarla ilişkili olduğu düşünülebilir. Hatta 28 Mayıs’ta ağaçların sökülmesine neden olan yol genişletme çalışmasının bu hafıza katmanlarını –görünmeyen kollarıyla- dürttüğü bile söylenebilir.
Askıya alınma biçimleri ile yüzyıllardır birlikte aynı mekanları paylaşan toplulukların bile birbirlerine düşman hale gelebildiklerini -hatta kimi zamanlarda birbirlerini boğazlayabildiklerini düşünürsek- modern kamusal alanların tarihinin toplulukları tasarlama ideallerinin bir temsil sahnesi halini aldığı, çoklu kökenlere sahip olduğu ve yalnızca bir dönemdeki siyasal iktidarların biçim verdikleri anlamlardan ve biçimlerden ibaret olmadığı görülebilir.
Bu nedenle asıl sorulması gereken şuydu: Modern kamusal alanın tarihi nedir? Tek bir temsil biçiminden, politikasından mı ibarettir? Yoksa kamusal alan devlet imkanlarıyla, gücüyle harekete geçirilen farklı soylulaştırma dinamiklerinin, siyasal akımların, rakipleşme süreçlerinin ve bunların katmanlaşmış yapılarının bir karşılaşma alanı mıdır?
Kamusal alanın hafızasındaki örtük anlam katmanlarından söz ederken bu anlam dünyasının mekanın kendisiyle sınırlı olmayan çoklu kökenlerini, kırılma noktalarını dikkate almak ve bunun için uzun bir zaman dilimine bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Kavala’nın da içinde bulunduğu sivil hareket ise farklı bir kamusal alan kavramının ve eylemselliklerinin mümkün olabileceğini –Gezi’nin öncesinde ve dışında- defalarca gösterdi: 1996 Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde köyler yakılırken, gözaltında kayıplar yaşanırken, 1999 felaketinden sonra yardım ve yeniden yapılanma çalışmalarını koordine ederken. Onun 99 felaketinden sonra nasıl yardım çalışmalarına katıldığının, gecesini gündüzüne katarak bir gönüllü olarak çabalar gösterdiğinin tanığıyım
…
İlk modern kamusal alanın 19. yüzyılın ortalarına doğru suriçi İstanbul’un dışına çıkan Nusretiye Camii (1826) ile kurgulandığı varsayılabilir. Tophane’de sahil doldurularak elde edilen bu resmi kamusal alanın iki önemli simgesi bulunuyordu.
Burada yer alan Bayrak Kulesi (sonra Saat Kulesi) resmi kamusal alanın simgesidir. Bir selatin camii olarak Nusretiye Camii de bir kırılma noktasını temsil eder. Yer seçimi bu açıdan anlamlıdır. Burası, Tophane meydanı aynı zamanda Avrupa elçilik misyonlarının denizle irtibat noktasıdır.
Bir sonrakinin de aynı şekilde, Bezmi-Alem Sultan Camii ve Dolmabahçe Saat Kulesi. Yıldız Camii ve Saat Kulesi de modernleşme sürecinde süreklilik gösteren bir resmi tören alanı düzenleme örnekleridir. Bu resmi kamusal alanların her birinde inşa edilen camiler artık cemaati kapsayan, içine alan bir özellik taşımaz. Dışarıdan bakılan, seküler olmayan devletin kurumsal simgeleri halini alırlar.
Buradan, yani Osmanlı modernleşme sürecinin bu temsil örneklerinden gelerek Cumhuriyet döneminde -eskisini tasfiye etmeyi amaçlayan- resmi kamusal alan tasavvurunun bu süreçte nasıl şekillendiğine -ya da nasıl bir transformasyon geçirdiğine- değinelim:
Atatürk’ün daveti ile İstanbul’u planlama işini üstlenen ve Paris şehircilik bürosunun yöneticisi olan Fransız mimar Henri Prost’un mimari tasarımı ile, Cumhuriyet döneminde devletin resmi tören alanı deniz kıyısından yukarı, bir bakıma modernleşme sürecinin seküler alanı olan İstiklal Caddesi’nin nihayetindeki Taksim’e taşındığında resmi kamusal alanın simgesi olan caminin yerini Şehir Operası (AKM) alır. Bu yüzden Taksim Meydanı, yani Cumhuriyet’in resmi gösteri alanı, iki ayrı milli devlet ideolojisinin ve elitlerinin iktidar eylemselliklerinin bir karşılaşma alanı olarak görülebilir. Birinci Milli, dini esaslar üzerine kurulan Neo-Osmanlıcı, İkinci Milli ise 1930’lardan sonra arınmacı, rasyonalist bir katmanı temsil eder.
Bu iki akım, bu temsil sahnesinde, karşıtlık içinde ama temelde aynı toplumu tasarlama ideallerini sergilerler. Bunların -kimi zaman çatışarak, kimi zaman koalisyon halinde- bir bakıma kamusal alanları düzenleme praksislerinde anlaşmış oldukları söylenebilir.
…
Burada Taksim Meydanı’na uzanan kamusal alan tasavvurlarına değindikten sonra bu parantezi kapatalım ve gelelim yazının kilit sorusuna:
Kavala’yı cezalandırma ısrarının arkasındaki neden ne olabilir?
Ak Parti’nin kurucuları arasında da yer alan önemli ve etkili bir topluluk Gezi’ye farklı bir pencereden bakıyordu. Ak Parti içinde Gezi’ye sempatiyle yaklaşan ve Kavala’nın ilişki kurduğu bu önemli kişiler bu milli koalisyonun anlaşması sayesinde etkisizleştirildi. Tayyip Erdoğan’ın protokol dışı seyahati esnasında gerçekleyen bir anlaşma durumundan söz etmek mümkün. Bu anlaşma sonrasında Gezi, şiddetsiz bir ortamdan yeniden resmi gerilim ve çatışma ortamına taşındı. Nitekim 2002 yılında da bu milli koalisyon yaptığı hatayı anlamış, rejimin yeniden tesis edilmesi için anlaşmıştı.
Kavala’nın da içinde bulunduğu sivil hareket ise farklı bir kamusal alan kavramının ve eylemselliklerinin mümkün olabileceğini –Gezi’nin öncesinde ve dışında- defalarca gösterdi: 1996 Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde köyler yakılırken, gözaltında kayıplar yaşanırken, 1999 felaketinden sonra yardım ve yeniden yapılanma çalışmalarını koordine ederken. Onun 99 felaketinden sonra nasıl yardım çalışmalarına katıldığının, gecesini gündüzüne katarak bir gönüllü olarak çabalar gösterdiğinin tanığıyım.
Kavala dediğim gibi Gezi’nin örgütleyicisi falan asla değildi. Ama onun sivil deneyimi ve diyalog kurma gayreti içinde olması bu koalisyonu bozan bir ilişki biçimine ve amacına sahipmiş gibi algılanmasına yol açtı.
Bu açıdan bakıldığında Hrant Dink’in yargılanma sürecinde (cinayetten önce) yaşadıkları ile Osman Kavala’nın başına gelenler benzerlikler taşıyor. Her ikisi de yaptıklarının tam tersi isnat suçlanıp, yargılanıp hüküm giydiler. Bir bakıma her ikisinin de ideolojik bir “yanlış tanıma”nın kurbanı oldukları söylenebilir.
Bu “yanlış tanıma” meselesini tartışmak için Judith Butler “Şiddetsizliğin Gücü” başlıklı kitabına referans vermiştim. Bu resmi kamusal alan tasavvuru birbirini yok etmeye çalışan tarafların çatışma içindeymiş gibi olsalar da bu üzerinde anlaştıkları bir durum. Şiddet bir bakıma mevcut düzeni muhafaza etme, asıl sorunu gizleme işlevi görüyor. Bu kamusal alan tasavvurunun devamlılığını sağlıyor. Bu nedenle Kavala’nın özgürlüğünün bu kamusal alan tasavvurunun tartışılır olması, yani siyasette yeni bir başlangıç yapılması, ülkenin nefes alması ile mümkün olabileceğini düşünüyorum.


























Yorum Yazın