Evet, insan çoğu zaman kendisi dışındakini “öteki” olarak görür ama bu sadece bir perspektiftir. Zira unutmamak lazım: Aşk, bir başkasının bizden farklı yaşama biçimine, duygularına hayranlık duymaktan başka nedir? Badiou'nun ifadesiyle bu, "İki’nin sahnesi"dir.
Bugün her şeyin hızla unutulmaya, bastırılmaya çalışıldığı bir çağda yaşıyoruz. Tüm olumsuzluklar susturulmak istenirken, ölüm bile sessizliğe bürünmedi mi?
Byung Chul-Han, modern toplumun ötekileştirme refleksini sorguladığı ‘Ötekini Kovmak’ kitabında ölümü, “basitçe üretimden-çıkma, üretimin sonu” olarak tanımlarken yaşamı bir sistem olarak görürsek ölümü sistem dışına çıkış olarak tanımlayabiliriz. Bu sebeple olacak ki bu üretim, aynı-benzer yaşam formlarını destekliyor.
Ölümü bile sessize aldıran pozitif olana yapışıp kalma tutkusu insanı, aynıyı yeniden üretmeye mecbur bırakıyor. Bu durumda negatifliğe yer vermeyen ama aynıyla maskelenen yeni bir cehennem yaratmış oluyoruz. Han’ın deyimiyle ya “aynı ötekiler” ya da “öteki aynılar” izin veren bir iletişim şekli çemberinde dolanıp duruyoruz. Peki, bu “aynı” ve “öteki” kim?
Teorik açıdan bakacak olursak insanlığın varlığından beri devam eden öteki kavramı için Goffman’dan örnek vermek etkili olacaktır. Goffman, “öteki” kavramını doğrudan kullanmasa da “damgalama” (stigma) kuramı üzerinden ötekileştirme süreçlerini çözümlemiştir. Goffman’ın damgalama kuramına göre öteki; olduğumuz halimizin zıddıyla konumlandırılmış herkes. İnsanlar kendilerini saf olarak değerlendirebilecekleri bir konuma mutlaka koyarlar. Bu da ötekinin varlığını, kendimiz dışındaki insanla damgalı bir ilişki türünü doğurur. Goffman’a göre her birey bu riskle her an karşı karşıyadır. Önemli olan ise bu bir durum değildir, bir bakış açısıdır yani soyuttur fakat etkisi çok gerçektir.
Bauman, benzer bireyler bir arada kalırken, farklı olanlar "öteki" olarak konumlandırılmasının modernite balonu altında akılcılık, düzen, tek biçimcilik arayışı olduğunu savunur. Örneğin başta “holocaust” olmak üzere insanlık trajedilerinin arka planının bu tek-tipleştirici anlayışın olduğunu savunur.
Sartre ise "ben olmayan her şey ötekidir" diyerek duruma varoluşçu tarafından bakar. İnsanın, dünyaya kör ve dayanaksız olarak bırakıldığını ileri sürerek insanın yalnız olduğunu savunur. Dolayısıyla Sartre’ ye göre insan kendinden sorumludur yani özgürdür. Bu sebeple ötekilerin değerleriyle, bakış açılarıyla kendini tanımlarsa bu özgürlüğüne bir tehdit sayar. Sartre’nin deyimiyle öteki, bir bakış açısı olarak düşünüldüğünde cehennemdir.
Günümüzde toplumsal açıdan baktığımızda ise ister bireysel olsun ister toplumsal olsun “aynı” olanı ödüllendirirken, farklı olanı “öteki” konumundaki herkes halen kolaylıkla tehdit unsuru, damgalı ve büyük bir korku sebebi olabilmektedir. Bu bazen dil, bazen inanç, bazen renk, bazen kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu korku en temel duygu olmakla birlikte çok masum gibi görünebilir fakat henüz kendilik duygusunu tamamlayamamış bireylerin savunma mekanizmasıdır. Kendi benliğini inşa etmiş, primat reflekslerin hükmünde yaşamayı reddeden bir insan, ötekiyle benzerliğini de görebilir. Bu benzerliği görmek ve düşünmek için kendimize sorarak cevaplandırırsak;
- Ben ve ötekinin arasındaki sınırları kim çizer?
- Kim karar verir kimin "biz", kimin "öteki" olduğuna?
- Öteki sadece bir beden değil de anlam sistemi olabilir mi?
- Öteki, sadece bir bakış açısı ve sistemin aynasıysa bu aynaya baktığımızda ne görürüz? Aynadaki öteki sen değilmisin?
- Cehennemi hep başkalarında mı arıyoruz, yoksa kendi kurduğumuz aynılıkta mı boğuluyoruz?
Byung Chul-Han, bu şahane kitabında bu sorulara doğrudan ve net cevap vermiyor elbette fakat düşünmeye, anlamaya çağırıyor. En başta “cehennem” dedik ya… Belki de bu cehennemden çıkmanın en insani yolu çok basit: Dinlemek.Ötekini dinlemek; aynılığın boğuculuğu içinde bir pencere açmak, bir nefes aralığıdır.
Evet, insan çoğu zaman kendisi dışındakini “öteki” olarak görür ama bu sadece bir perspektiftir. Zira unutmamak lazım: Aşk, bir başkasının bizden farklı yaşama biçimine, duygularına hayranlık duymaktan başka nedir? Badiou'nun ifadesiyle bu, "İki’nin sahnesi"dir.
Bugün “Bir”in sahnesinde dans etmek, yani yalnız kendini merkeze almak daha yaygın olabilir. Ama o sahnede yalnızlık vardır, oysa aşka bulanmak varken!
Bunu da yazdım kenara.

Yorum Yazın